Başta, kanıyle olduğu kadar ruhuyla da babasının mirasçısı, Altın Silsile içinde mukaddes emanetin ilk defa baba elinden alıcısı Şeyh Muhammed Masum Hazretleri, hepsi yedi oğul…
Mürakabede kendilerine, Kaadiri nisbetini veren şeyh zuhur edip, omuzlarına Abdulkadir Geylani Hazretlerinin hırkasını koyuyor. Kadirilik feyzi içinde uçarlarken hatırlarına bir incelik geliyor:
- Ben Nakşi yoluna bağlıyım. Şimdi de beni Kadirilik bağının tecellileri sanmakta… Sakın bu hal Nakşi büyüklerini incitmesin?
O zaman, üzerlerinde ne kadar bağ varsa hepsinin birden büyükleri tecelli edip bir ağızdan hitap ediyorlar:
– Şeyh Ahmed bizdendir!
Ana cadde Nakşilik… Her nisbetten de kendilerine birer yol…
“Bütün yollar Roma’ya çıkar” sözü madde ölçüsüne göre adi bir laftır; asıl bütün yollar ruh yolları, İmam-ı Rabbani’ye çıkar.
Şeyhin uzaktan cazibesine tutulanlardan biri, günlerce yol alıp Serhind’e geliyor. Kasabaya akşam üstü vardığı için şeyhi rahatsız etmek istemiyor ve bir tanıdığının evine misafir oluyor.
Gece, tanıdığıyla şeyhten konuşuyorlar. Meğer bu tanıdık, İmam-ı Rabbani’yi inkar edenlerdenmiş… Kötü konuşuyor.
Ertesi sabah uzakların yolcusu, huzurda… İmam-ı Rabbani Hazretleri, hiçbir söz açılmadan buyuruyorlar:
- Gece, evinde misafir kaldığın adam, sana bizim hakkımızda bir sürü yalan söyledi.
Kendilerine “İkinci Binin Yenileyicisi” ismini veren büyük zat da, başlangıçta [Onu] inkar edenlerden… Rüyasında kendisine okutulan bir ayet, gözlerini ve ruhunu öyle açıyor ki, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin delisi, divanesi oluyor…
Hastalandılar. Ceviz istediler. Bir kab içinde, yanıbaşlarına ceviz konuldu. Elleriyle kabı karıştırdılar ve ancak bir tanesini yediler ve buyurdular;
-Bu cevizleri alın! Hastalara verirsiniz…
Cevizden yiyen her hasta iyi oldu.
Seyyidlerden, Kainatın Efendisine bağlı mukaddes sülaleden birisi, Muaviye Hazretlerine düşmanlık edermiş… Bir gün bu seyyid, “Mektubat” ı okurken orada Muaviye’nin methedildiğini görür ve öfkeyle “Mektubat” ı yere atar.
Aynı günün gecesi, rüyasında İmam-ı Rabbani Hazretleri… Seyyidi'in kulağından tutmuş, haykırıyor:
- Cahil! Sözümüze ve ölçümüze güvenmiyorsun, öyle mi? Gel, seni ceddin ve Peygamber Evinin temsilcisi Hazreti Ali’ye götüreyim de işin gerçeğini ondan öğren!
Huzura çıkıyorlar. Peygamber Evinin temsilcisi ve güya kendisine sevgi iddia edilerek köpürtülen Muaviye nefretinin vesilesi, Büyük İmam, buyuruyorlar:
- Sakın Allah Resulünün sahabilerine düşmanlık etme! Peygamber dostlarına çatan ve Şeyh Ahmed’in bu davadaki hak ölçüsünü dinlemeyen, felakettedir.
Peygamber Evinin temsilcisi büyük sahabi, ayrıca İmam-ı Rabbani’ye emir veriyorlar:
- Bu cahil, sözden anlamıyor. Göğsüne vurun da aklı başına gelsin ve tövbe etsin!..
Emir yüksekten geldiği için [derhal] yerine getiriliyor. İmam-ı Rabbani Hazretleri, Seyyidin göğsüne vuruyor.
Seyyid uyanınca, göğsünde müthiş bir sızı… Açıp bakıyor: Şeyh Ahmed’in yumruk izi… Ve kalbinde derin bir nedamet, yeni bir anlayış ve tövbe isteği…
İmam-ı Rabbani’nin mübarek ellerinden öpmeğe koşan ve bir daha bu eli bırakmayan Seyyid…
İlk gençlik çağlarında yazdıkları üç risaleden sonra, tam olgunluk devirlerinde, yalnız mektup yazmakla, suallere cevap vermek ve hakikati tamimlendirmekle yetindiler. Sonradan bunlar toplanılıp “Mektubat” ı teşkil etti ve insan oğlunun en üstün eseri oldu.
Mektubat üç cilttir ve esası Farsça’dır. İçinde birkaç Arapça mektup da vardır. Bütün İslam dillerine tercüme edilmiştir.
İmam-ı Rabbani’nin anlatılmaz büyüklüğünü yine eseri anlatır.
“Mektubat”ın getirdiği, İkinci Binin Yenileyiciliği çapındaki yenilik “Vahdet-i Vücut” meselesini aklın son haddiyle tesbit etmesi; ve Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin yanlış anlaşılan ve eserle müessiri bir gösterdiği vehmine düşülen “Vahdet-i Vücut” davasını tam gerçeğe bağlamasıdır:
-Allah, ötekilerin ötesinde, ötekilerin ötesinde; ötekilerin ötesinde…
Yani, nerede onu buldum ve teşhis ettim sanırsın, onun da ötesinde, namütenahi ötesinde…
Meşhur düstur:
-Ne ki, o zannedersin; zannettiğin o şey, Allaha perdedir.
Böylece:
- "Heme ost” değil, “Heme ez ost”… “Her şey o” değil, “Her şey ondan”…
- “Mektubat” İkinci Bin Yıla girerken bin bir fesada bulanan İslâm hakikatinin en mahrem inceliklerini, İkinci Bin Yılın Yenileyiciliği haysiyetiyle billurlaştırmıştır; ve dağılışın, dağıtılışın, kayboluşun, kaybedilişin, son haddine kadar her şeyi merkezde toplamış ve kazandırmış, muazzam eser…
İlahi tecellilere; ve İmam-ı Rabbani Hazretlerinin büyüklüğüne ve derecesine ait bütün ölçüler Mektubat da:
- "Allah bana rahmetiyle tecelli etti; rahmetten başka hiçbir şey göremedim. Kahriyle tecelli etti; kahrından başka hiçbir şey görmedim”.
***
- Mürid, şeyhine şöyle bağlanmalıdır:
- "Gassâl (Yıkayıcı) elindeki ölü gibi”…
***
- Mihnet ve ıztırap mı dediniz:
- “Mihnet ve ıztırap, aşkın levazımındandır. Çaresiz katlanılacak… Yoksulluk, dert ve gam… Bunlar lazımdır. Dost sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış görmek ister. Bu makamda huzur, huzursuzlukta; karar, kararsızlıkta; rahat, rahatsızlıkta… Bu makamda nefse çare aramamak, kendisini mihnet ve ıztıraba bırakmaktır ki, devanın tâ kendisi. O zaman da insan, kendisini sevgiliye ısmarlamış ve bırakmış olur. Devlet bundandır. Devlet, ondan ne gelirse razı olup onu kabul etmektedir.”
***
Yakınlık, sadece yakınlık:
- "Bu yolun divaneleri, elde ettikleri hiçbir yakınlıkla teselli bulamazlar. Öyle bir yakınlık isterler ki, uzaklığa benzer; ve öyle bir visâl dilerler ki gurbeti andırır olsun… Yoksa yakınlığa benzer ve visali andırır gurbetlerden ne fayda?”
***
Ve tek yol:
-”Şerif ve latif mektubunuz, zayıf ve nahif kölenize ulaştı. Sevenlerimiz bilsin ki, Allah ehlinin “Fena” diye isimlendirdiği ve tabii ölümden evvel gelen ölümle ölünmedikçe kuds âlemine yükselmek mümkün değildir. Yoksa kalb, batıl dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan kurtulamaz. İslâm'ın hakikati ve imanın kemaline de eremez.”
***
En büyük mesele:
- “Vahdet-i Vücut ve Zatî tecelli davasının belirttiği nisbetlerle Allah arasında hiçbir münasebet olmadığı, bizce, yakinin yakini halinde sabittir. Hak ehlince çoktan beri bilindiği gibi, ihata ve yakınlık ancak ilimdir; Ve Allah hiçbir şeyle ittihad halinde değildir. Vücudu vacib olanın vücudu mümkün olanla ittihadı muhaldir. Gariptir ki; Muhyiddin-i Arabi ve bağlıları, Allah’a “Mutlak meçhul” derler, onu hiçbir hükümle mahkum bilmezler de, böyleyken Zati ihata, yakınlık ve maiyet ispatına kalkarlar. Bu, büyük bir yanlıştır ve Allah’ın zatını teşhis yolunda yersiz bir cesarettir.”
***
Nihayet:
- Bu dava, bu fakire pek giran gelmekteydi. Bana en büyük ıztırabı veren bu türlü tevhid ifadesinin verasındaki son hakikati ve o hakikatin ulviliğini henüz kavrayabilmiş değildim. Allah'a bütün kalbimle yönelerek yalvardım ki, bendeki ilmi ve şer’i inanış kaybolmasın; ve ben, en ileri keşif noktasından bu inanışı gerçekleştireyim… Duam kabul edildi. Önümde hiçbir hicab kalmadı, hakikat bana olduğu gibi göründü. Gördüm ki, âlem, sıfatî kemallerin aynalarından ibarettir ve ilahi isimlerin zuhuruna yerdir. Yoksa, “Vahdet-i Vücut”çuların vehmettiği gibi, “Zahir” ile “Mahzar”, “Gölge” ile “Vücut” birbirinin aynı değildir.
Deryadan daha ne göstereyim?
Ha birkaç damla, ha dünyanın taşıyamayacağı kadar su…"
(Büyük Doğu, yıl, 1967, sayı, 2, sayfa, 4-5 N. Fazıl Kısakürek)