* (1) Soru:
«Cinayet e şekavet sahibi olan Süfyan oğlu Muaviye yaramazını Peygamber Efendimiz Hazretleri: الخلافة بعدي ثلاثون سنة ثم تصير مدكاً عضوضا) Hadisi Şerifinde «ısırıcı köpek» mânasına olan «Adûd» kelimesile tahkir etmiş değil midir?. Ebu Bekir radıyal-lahü anh hazretleri yine bu herif için (سترون بعدي مدكاً عضوضا) demiş değil midir?.»


Cevab :
İlk evvel şunu arzedeyim ki, cinayet, şekavet, yaramazlık, herif, ısırıcı köpek gibi vasıfları, — haşa — muhterem bir sahabîye, veya günahkâr bir müslümana değil, her hangi muayyen bir mülhide bile bu tarzda isnat etmeğe hiç bir kimsenin hakkı yoktur.   Bu, dinen caiz olmadığı gibi terbiyei ahlâkiye, adabı insaniye bakımından da âslâ doğru değildir. Bu, bir fezaheti lisâniyedir.

Bunun şeametinden Allah Taalâya sığınırım. Artık böyle bir suale cevap vermek, zaittir. Ancak mukaddimede de işaret olunduğu üzere, bu gibi sualler ile bazı saf dindaşlarımızın zihinleri teşviş edilmiş olacağı endişesiyle heyecanlar içinde kalan müfekkirem, bunun cevabsız kalmasına razı olmadığından mücerret din kardeşlerimle bir ilmî musahabe mahiyyetinde olmak ve bir hakikatin tecellisine hizmette bulunmak maksadiyle bu babta ba'zı şeyler yazmaya lüzum görüyorum. Şöyle ki:

Evvelâ: Böyle bir hadîsi şerif rivayet olunmaktadır. Fakat hadîs kitaplarının bir çoğu ve bilhassa İmam Ahmet, Tirmizî, îbni Hayyan gibi yüksek muhaddisler bunu, — yukarıda da yaz¬mış olduğumuz veçhile — (الخلا فه بعدي في امتي ثلاثون سنة ثم ملك بعد ذلك)
diye naklelmişlerdir. Binaenaleyh «adûd» tabirinin esasen mev¬cut olup olmadığı tetkike muhtaçtır. Hattâ İbni Haldun, bu ha¬dîsi şerif hakkında bile (   فانه لم يصح  Çünkü bunun sıhhati
sabit değildir) diyor, ve Hazreti Muaviyenin de hulefa adadına dahil olduğunu hak görüyor, ve «Haşalillah ki o, kendisinden sonra gelenlere benzesin, o hulefai Raşidîndendir» diyerek uzun bir mutalea dermeyan ediyor [İbni Haldun tarihi, c: 2. s:  188.].

Maamafih bizim yazdığımız hadîsi şerif, bir çok muhaddis-lerce sabittir. Sualdeki hadîs de her veçhile Sahihüssübut olsa bile Hazreti Muaviye aleyhinde bir delil olamaz. Nitekim aşağıdaki izahatımızdan da anlaşılabilecektir.
Sanyien: «Adûd» kelimesinin mânalarını kaydedelim: (عض A'd) adûd kelimeleri, bir çok mânalara gelir. Ezcümle bunlar, âfet, dâhiye, kelp, nâsı dilâzar eden şiddetli ve mihnetli zaman, suyu çok olan kuyu, ısırılmak suretiyle yiyilecek şey, nihayet derecede fetanet, meziyet, kuvvet mânalarım ifade eder. Bilhassa (A'd عض) kelimesi, bir şey'i diş ile ısırmak mânasına gelip bir kimseyi lisan ile âzerde .rencide etmek mânasında mecaz olarak kullanılır.

عض A'd) kelimesi de bedhûy mânasına geldiği gibi pek fatin, fehîm, muktedir, kavi, yavuz, rabt ve zapta kadir, harpde mübarizlere muadil mânalarına gelir. Adûd kelimesi, nâsa zulm ve sitem eden emin, şah mânasında da müstameldir. Aynı za¬manda kudretli, inzibata kadir, dâhi mânasını da ifade eder, Udûd ise ıddın cem'î bulunmaktaır.
Artık «Adûd» kelimesini, ısırıcı kelb mânasında göstermek doğru değildir.
Görülüyor ki, bu kelimelerin bir çok mânaları vardır. Bu mânalardan hangisinin maksut olduğu kafi surette sabit değildir, bu hususta bir çok tevcihat ihtimali vardır, bunlara kısmen aşağıda işaret edeceğiz. Bir şeyde ihtimal sabit olunca da istidlal sakıt olur, bu, usulce bir kaidedir.

Sâlisen: Bahis mevzuu olan hadîsi şerif sabit ise bununla hilâfeti kâmilenin otuz seneden ibaret olduğu beyan edilerek ondan sonraki devirlerde bir takım hâilelerin yüz göstereceğine işaret olunmuş demektir. Çünkü «Tasiru» kelimesi gösteriyor ki, bu hadîsdeki (mülk ) kelimesi, «Melik» değil «Mülk» dür. Zira hilâfet, mülke inkilâb edebilir, melike inkilâb etmez, ibaredeki tekabül ve tenazur, bunu müstelzimdir. O halde hadîsin meali şudur: «Hilâfet müddeti otuz senedir, ondan sonra hilâfet, hâileli, fitneli bir mülk ve hakimiyet haline girer.»

Rabian: Bu hadîs: (الجلافة بعدي ثلاثون سنة ثم يكون ملك عضوض) ve (ثم تكون ملك عضوض) diye de rivayet edilmiştir. Bu halde hadîsi şerifin meali: «Hilâfeti kâmile otuz senedir, sonra bazı sitemkâr veya bir çok sitemkâr hükümdar devri başlar» demek olabileceği gibi, «Bil'âhara şiddetlere, hâilelere ma'ruz hükümdarlar devri başlayacaktır» demek de olabilir.

Artık bununla muayyen bir hükümdarın tahkir edilmesi, asla kasdedilmiş olamaz. Camiüssağîrin muhaşşisi Allâme Hafnî merhum diyor ki: «Hadîsi şerifte beyan olunan otuz seneden sonra bir takım fitnelerin zuhurundan dolayı ümmetin umuru¬na tevelli eden zata «Melik» denir. Seyyidimiz Muaviye her ne kadar âdil' mahfuz ise de ona da bu isim verilir. Çünkü zama¬nında fitne zuhur etmiş, sünnet ile* âmel edilmemiştir. Melik odur ki, ya kendisi sünnet ile amel etmez, veyahut kendisi sün¬net ile âmel ettiği halde zamanında başkaları sünnet ile amel etmezler» [Safaife: 276.].

Demek oluyor ki, riyaseti âmmeyi hâiz olan zatın zamanında fitne bulundu mu kendisine «Melik» unvanı veriliyor. Velev ki kendisi sünneti nebeviye ile âmil olsun. Binaenaleyh Hazreti Muaviye gibi sünneti seniyye ile amel ettiğinde, Ömer İbni Aziz gibi zühd-ü takvasında ve Salâhüddîni Eyyûbî gibi mücahede-lerinde şüphe edilemiyecek olan zatlara «Melik» denilmesi, on¬ların kadirlerini tenzil edemez. Hattâ Hazreti Osman ile Hazreti Ali'nin zamanlarında az çok fitneler zuhur ettiğinden dolayı olmalıdır ki, bir hadîsi şerifde de: halife, benden = الخلفة بعدي ابوبكر ثم عمر ثم يقع اختلاف) sonra Ebubekir, sonra da Ömerdir, daha sonra ihtilâf vaki olur) buyurulmuştur [Kenzülhakaik: c: 2. s:60].

Şimdi bu hadîsi şerif, yanlış tefsir ve telâkki edilerek Hazreti Osman ile Hazreti Ali'ye de «Melik» unvanı mı verilecek?. Yoksa bununla onların kadirleri — haşa — tenzil edilmiş mi denilecek?..

Hamisen: Hadîsi şerifteki «Sümme = sonra» kelimesi, lisanı arabde mutlaka terahî, mühlet içindir. Bir hâdisenin diğer bir hâdiseden sonra vuku' bulduğunu veya bulacağını ifade eder, sonra bu ikinci hâdisenin birinci hâdiseye muttasıl olarak he¬men onun arkasında vuku' bulduğunu veya bulacağını ifade etmez. Nitekim (     جاء زيد ثم عمرو Zeyd geldi, sonrada Amr) denilse bununla Zeydden sonra yalnız Amrin gelip başkasının gelmemiş olduğu ifade edilmiş olmaz. Belki Amrin Zeydden evvel değil, sonra geldiği haber verilmiş olur.
Binaenaleyh hilâfet devrinden sonra hâileli mülk ve saltanatın hemen Hazreti Muaviye zamanına müsadif olması icap etmez, ve bunlar ile yalnız onun hâkimiyeti kasdedilmiş olamaz. Buna ibraenin mazmunu müsait değildir.

Maahaza bu «Meliki Adûd» ta'birini yalnız Hazreti Muaviye veya onun zamanına hasretmek, söylenilen bir sözün mânasını anlamamak demektir.
Madem ki hilâfet, otuz seneye münhasırdır, deniliyor. Artık ondan sonra gelenlerin hepsi de «Meliki Adûd» olmak lâzım gelir, bunun yalnız Hazreti Muaviyeye inhisarı iddia edilirse o halde Hazreti Muaviyenin dereceten pek dununda bulunan kimselerin, meselâ Yezid ile Mervanın bu vasıfdan beri, Halife veya Meliki Âdil unvanile muttasıf olmaları icab eder. Halbuki hiç bir âkil, böyle bir iddiada bulunamaz.
Artık anlaşılmış oluyor ki, bu «Meliki Adûd» vasfının Hazreti Muaviyeye mahsus, tahkir amîz bir vasıf olduğuna asla hükm edilemez.

Şunu da biliriz ki, daima ekser için hükmi kül vardır. Bu bir kaidei umumiyedir. Hulefai Raşidînden sonra bir çok sitemkâr hükümdarlar vücude geleceği cihetle umumuna birden «Mülûki Udûd» denilmiş olabilir... Bunların arasında Hulefai Raşidîn mesleğini takip eden bir takım âdil, islâm milleti hak¬kında hayrhah hükümdarların bulunmasına bir mani' teşkil et¬mez. Nitekim islâm âleminde bir itilâ, bir refahiyet devrinin zuhuruna hizmet etmiş nice islâm hükümdarlarının varlığını islâm tarihi kaydetmektedir. İşte Hazreti Muaviyenin zamanı hükümetinde de bu itilâ ve refah asarı görülmüştür. Nitekim ileride bunlara işaret edeceğiz.

Sadisen: Sâilin Hazreti Ebu Bekirden rivayet edildiğini söylediği سترون بعدي مدكاً عضوضا) haberine gelince bu sübuti takdirinde ne için Hazreti Muaviye hakkında söylenmiş olsun?. Hazreti Ebu Bekirden sonra makamı hükümete gelen zat, Hazreti Muaviye midir ki, bu sözün ona aidiyeti iddia edilsin?.
Sâilin birinci hadise nasıl mâna verdiği görülmüştü. O halde bu habere de bu veçhile mâna verilince bunun Hazreti Muaivyeye değil Hazreti Ömere ve onun haleflerine ait olması lâzım gelmez mi?. Bunları arada bırakıp da Hazreti Muaviyeye intikal, nereden neş'et ediyor?.

Görülüyor ki, adavet, insanları ne yanlış yollara sevkedip duruyor.
Eğer bu haber, sâilin telekkisi veçhile olsa bununla ilk evvel — haşa — Hazreti Ömer tahkir edilmiş olur. Hazreti Sıddık ise bizzat veliyyiâhd ta'yin ettiği kıymetli, sevgili refikini hiç tahkir eder mi?..

Demek oluyor ki (Meliki Adûd) tâbiri öyle mutlaka hakaret için istimal edilen bir söz değilmiş. Bizim itikadımıza göre eğer bu haber, Hazreti Ebu Bekirden sadır olmuş ise o, bununla kendisinden sonra fitneli, hâileli hakimiyet devrelerinin görüleceğine işaret etmek istemiştir. Nitekim öyle de olmuştur. Hazreti Ömer de, Hazreti Osman da, Hazreti Ali de şehid edilmiş, Müslümanların arasında ne kanlı hâdiseler vücuda gelmiştir.
Velhasıl: Bu sözü yalnız Hazreti Muaviyeye hasretmek caiz olamaz. Bu gibi sözlerin nerelere varacağını, bundan ne kadar ea'zima karşı hürmetsizlik gösterilmiş olacağını düşünmez iktiza eder.

* «Adûd» tâbirini suiistimal edenlere şunu da hatırlatalım: Madem ki hilâfet zamanı otuz seneye münhasır olup ondan sonra her kim riyaseti amme makamını ihraz ederse «Meliki Adûd» vasfını alacaktır, o halde Hazreti Alinin muhterem evlâd ve ahvadından olanlar da o makama gelselerdi halîfe olmayıp «Meliki Adûd» unvanını alacaklardı. O halde ne için bu makam yalnız onların haklarıdır, onlardan gasbedilmiştir diye çırpınıp duruyorsunuz?. Yoksa o mübarek zatların böyle bir sıfatla tahkir edilmiş olmalarını mı arzu ediyorsunuz?
Hayır hayır, bu tâbir ile öyle hakaret amîz bir mâna kast edilmemiştir. Müslümanların riyaseti amme makamını asırlardanberi nice zahid, i'layı dine hadim zatlar işgal etmişlerdir. Artık bu «Meliki Adûd» tabirini öyle yanlış tefsir ederek birçok tarihî zevata hakaret etmeğe kimsenin hakkı yoktur.

* Büyük bir muhaddis, kuvvetli bir fakîh olan Şehabüddîni Hayteminin bu husustaki sözlerini de bu yazılarımıza ilâve edelim. Müşarünileyh diyor ki: «Muaviye (Radıyallâhü anh) ın hükümeti, bir mülki Add olsa da hakkında zarar vermez. Çünkü Hulefai Raşidînin zamanlarında görülüp ülfet edilmemiş bir çok şeyler, Hazreti Muaviye zamanında vuku buldu. Bu şeyleri müş-temil olduğu cihetle onun hükümetine «Mülki add» adı verilmiştir, her ne kadar Hazreti Muaviye içtihadı dolayısile mecur ise de. Çünkü bir hadisi şerif de: Bir müctehid içtihadında isabet ederse iki ecre, hata ederse bir ecre müstehık olur» buyurulmuştur. Hazreti Muavîye ise bilâ şek müctehiddir. Eğer içtiha¬dında hata etmiş ise yine sevap kazanmıştır. Bu, onun hakkında bir nakise değildir. Velev ki onun bunları müştemil olan, mül¬kine bir «mülki add» denilsin. Sonra musarrah bir hadîs gördüm ki, Muaviyenin mülkü her ne kadar bir veya mutaaddid cihet¬lerden bir mülki add olsa da onda "yine bir rahmet vardır. O hadis, ibni Abbas hazretleri tarafından: قال رسول الله صلي الله عليه وسلم اول هذه الامة نبوة ورحمة ثم يكون خلافة ورحمة ثم يكون ملك ورحمة ثم يكون امارة ورحمة diye rivayet edilmiştir.
Ya'ni: «Bu ümmetin evveli nübüvvettir, rahmettir, sonra hilâfet ve rahmet olur, sonra mülk ve rahmet olur, sonra da imaret ve rahmet olur...»
Bu hadîsi şerifi Taberani nakl ediyor, ravîleri de sikadırlar [Tathirülcenan. s: 31.].

* Cevdet Paşa merhum da şöyle yazıyor: «Şu hale nazaran Muaviye, selâtini islâmiyyenin birincisi demek olup ancak anın eyyamı saltanatı, Hûlefayi Raşidin Hazeratınin ahdi hilâfetlerine şebîh idi. Zira asrında nice ashabı güzîn ve kibari tabiîn ber hayat idi. Kendisi dahi ashabı kiramdan ve iltifatı nebeviye nail olan ekâbiri Kureyşten bir zat idi. Bu makamı âliye kuvvei asabiyye ile terakki etmiş ise de anın kuvvei kahiresi sayesinde hilâfeti nebeviyyeye müterettib olan mesalihi müslimîn görülmekte bulunmuş ve hilâfet sanki kabayı saltanata bü¬rünmüş olduğuna nazaran ana «Halîfei Resulillâh» ve ehlâfına dahi «Hulefa» denilmiştir [Kısası enbiya, cüz 7. s: 157.].

Artık düşünmeli! Böyle Ashabı kiramdan olan, Resuli Ek¬rem Efendimizin iltifatlarına nail bulunan bir zat hakkında «Meliki Adûd» tabiri behanesiyle bir müslümanın hakarete cür'et etmesi caiz olabilir mi? Biz bu cür'etin manevi mes'uliyetinden titrer, siyaneti ilâhiyyeye iltica ederiz.

*   (2)   Soru:
Ashabı Kiram, iftira eder mi?. Muaviye hakkındaki sözleri bir iftira mıdır?.

Cevap :

Haşa!.. Ashabı Kiram kimseye iftira etmez. Vakıa onlar masum değildirler. Kendilerinden günah sadır olabilir. Fakat kas¬ten iftirada bulunmaları, onların yüksek dinî terbiyelerile ka¬bili te'lif olamaz.
Binaenaleyh Hazreti Muaviye hakkında iftirada bulunmuş olamazlar. Ancak burada dikkat edilecek bir nokta vardır, As¬habı Kiram, iftira etmez, fakat Ashabı kirama iftira edenler bu¬lunur, onlara söylememiş oldukları, yapmamış bulundukları şeyleri isnad edenler görülebilir. Hattâ Peygamberi Zişan Efen¬dimize bile iftira edenler, yani: onun söylememiş ve yapmamış olduğu şeyleri ona isnattan haya etmeyenler bulunmuştur. Bü¬tün mvezu' hadisler bu cümleden değil midir?. Bunun içindir ki, Resuli Ekrem Efendimiz: (من كذب علي متعمداً فليتبوأ مقعده علي النار) buyurmuştur.

Ya'ni: Her kim bana karşı amden yalanı irtikâb ederse,   söylemediğim bir sözü hadîs diye bana isnad eylerse cehennemdeki yerine hazırlansın.
O halde Hazreti Muaviye (Radıyallâhü anh) hakkındaki hadislerden, haberlerden, hikâyelerden bir çoğunun birer iftiradan, birer kizb eserinden ibaret olacağı nazara alınmalıdır, ona göre incelemeler yapılmalıdır. Nitekim bunlardan bir çok¬larının uydurma şeyler olduğu meydana da çıkarılmıştır.

Evet... Ashabı kitâm, iftira etmez, yalan söylemez. O halde Hazreti Muaviyenin lehinde bir çok Sahabei kiramın senası, hüsni şehadeti vardır. Bunlardan bir kısmını ileride yazacağız. Artık bu ciheti de nazara almalı değil midir?

*  (3)    Soru:
Muaviye ile babası Ebu Süfyan,    Mekkei Mükerremenin fethi günü kılıç korkusiyle müslüman olmuş değil midirler. Bunlar müellefetül'kulûbdan, ya'ni, şüpheli müslümanlardan sayılmıyorlar mı?

Cevap:

Hazreti   Muaviye    ile    muhterem    babası    Ebu    Süfyan ( r.a ) hakkında siyer kitaplarında, tarihlerde bir çok şeyler yazılmıştır. Bunların bir kısmı doğrudur. Bir kısmı da mubaleğahdır, tashihe muhtaçtır, bir kısmı da mahzi iftiradır.
Bunları tahlil etmek icap eder.
Her hangi bir haberi, bir rivayeti hemen bir hakikat olmak üzere kabul etmek, mütefekkir insanlara yakışmaz. Bir takım dinî esaslar vardır. İslâm ulemasınca kabul edilmiş bir takım asıllar vardır, müslümanların arasında sabit olmuş bir takım hakikatler vardır. Bunlara muhalif olan haberler, hikâyeler kabul edilemez.

* Şimdi Hazreti Muavine muhterem pederleri hakkın da biraz malûmat verelim.
Şöyle ki: Siyer kitaplarının yazdıklarına nazaran Hazreti Muaviye ile Hazreti Ebu Süfyan, Mekkei Mükerremenin fethi esnasında islâm şerefine nâiliyetlerini ilân etmişlerdi. Diğer bir rivayete göre Hazreti Muaviye daha evvel müslüman olmuş, fakat islâmiyetini feth tarihine kadar gizli tutmuştur. Maamafih her ne zaman müslüman olmuş olurlarsa olsunlar, müslü-manlıkta itibar hatimeyedir, değil mi ki Cenabı Hak, hidayet etmiş, şerefi İslama nail olmuşlar, artık ne zaman müslüman oldukları aranmaz ve müslümanlıkta zahire göre hükm edilir, hiç bir kimsenin esrarı kalbiyesi teftiş olunmaz. O halde bu iki zatın da filân zamanda, kılıç korkusiyle müslüman olduğu iddia edilerek bir behane ile kadirleri tenzil edilemez.

Müslümanlığın bu babtaki Ulvî görüşlerine bir misal irat edelim:
Peygamber Efendimiz Hazretlerinin çok sevdiği «Üsamet-ibni Zeyd» Hazretleri, ensarı kiramdan bir zat ile beraber bir gazve esnasında “Mirdâs ibni Nehîk” adında birini öldürmüştü.

Mirdâs, Kelimei Tevhidi okumuş olduğu halde bunu ca’li, bir korku eseri sanarak bîçareyi öldürmekten geri durmamıştı. Bil'âhare Resuli Ekrem Efendimiz, bu hâdiseye muttali' olunca
pek müteessir olmuş,  يا اسامه من لك بلا اله الاالله diye çıkışmış, Üsame: «o, katilden kurtulmak için tevhidde bulundu» demekle nebiyyi merhametpenah hazretleri tekrar tekrar: لك بلا اله الاالله يا اسامه فمن لك = Ey Üsame! Kelimei Tevhid ile senin arandaki dâ¬vadan seni kim kurtaracaktır» diyerek teessürlerini izhar buyurmuşturيا اسامه اقتلتة بعدما  قال لا اله الاالله   rivayeti de vardır.

Bir rivayete göre de Üsâme, «Ya Resulâllah; o ciddî olmaksızın Kelimei Şehadeti okudu» demekle Resuli Ekrem Hazret¬leri: «Sen onun kalbini çıkarıp baktın mı?» buyurmuş. Üsame: «Ya Resulâllah! onun kalbi bir et parçası, ben onu görseydim ne anlayabilirdim?» demekle Nebiyyizîşan Hazretleri: «Ya sen onun kalbinden bir şey anlamaz olduğun halde neden sözüne inanmadın da onu öldürdün» tarzında hitap ile kendisini muaheze buyurmuştur.
Üsame,   Radıyallâhü anh,   bu hareketinden   çok nedame duymuş, «kaşiki şerefi islâma bugün nail bulunmuş olsaydım da o katl hâdisesinde bulunmamış olsa idim» diye teessürünü belirtmiştir.
ولا تقولوالمن القي اليكم السلم لست مؤمناً) — Size karşı islâm olana, müsalemet teklif edene «sen mü'min değilsin» demeyin» âyeti kerimesinin de bu hâdise üzerine nazil olduğu mervîdir [Siyeri ibni Hişam, Sahihi Buhar!  Ayni.  Sahihi  Müslim.].

Binaenaleyh her hangi müslüman olan bir zatın «kılıç korkusiyle islâmiyeti kabul etmiştir» diye kadrini tenzile, hakkında suizanna kimsenin hakkı olamaz, bahusus islâmiyetinin kuvvetine, samimiyetine bir çok şahidler bulunduğu halde.

* Sonra düşünelim, feth esnasında müslüman olan yalnız bu iki zat mı idi?. Yüzlerce zevatı âliye bu esnada hidayet ni'-metine nail olmuş değil mi idiler?. Bu, bir saadet eseridir. Bu, tebcile lâyık bir mazhariyettir. Vaktine bakılmaz. Bunun içindir ki, Resuli Ekrem Hazretleri hepsinin islâmiyyetini kabul etmiş, hepsini de bî payan iltifatlarına nail buyurmuştu.
Peygamber Efendimizin amcası Abbas radıyallâhü anh dahi islâmiyyetini bil'ahara izhar ederek feth esnasında muhacirini kirama iltihak etmiş, muhacirlerin hatimesi bulunmuştur.

Artık bu, onun hakkında — haşa — bir nakısa midir?
Resuli Ekremin amca zadesi Ebu Süfyan İbnülharis (radı¬yallâhü anh), evvelce nebiyyi zişan Efendimizi lisanen hicv et¬mişti, bil'ahara hidayet imdadına yetişti, Mekkei Mükerremenin fethi sırasında müslüman oldu, kendisi beni Ümeyyeden de¬ğil, beni Haşimden idi. Şimdi bunu da onun hakkında bir kusur mu sayacağız?.

* «Müellefetülkulûb» olmak mes'elesine gelince bu, ule¬mamızın beyanına nazaran makduh bir vasıf değildir. İbni Ab¬bas Hazretleri demiştir ki: Müellefetülkulûb, kabaili Araptan şerefli kimseler idi. Resuli Ekrem, bunlara Huneyn gazvesi ganaiminden atiyyeler vermişti. Bunlar on beş kişi idi [Essiracülmünîr. c: 1. s: 623.].
İbni Abbas Hazretleri, Hazreti Muaviyeyi bu on beş kişi arasında göstermemiştir.
İbni Hişam da siyer kitabında diyor ki  وكانو اشرافاً من اشراف الناس يتألفهم ويتألف بهم قومهم

ya'ni: onlar, nasın .eşrafından bir kısım şerefli kimselerdi, Resuli Ekrem onları taltif ederdi, onlar ile de kabilelerinin kalblerini te'lif ve tatyip buyurmuş olurdu [Cilt: 4. sahife: 135.].

Ebüssuud Ve Essiracülmünîr tefsirlerinde yazıldığına göre de kendilerine «müellefetûl'kulub» denilen zatlar, muhtelif sınıflara mensup idiler. Bir sınıfı Islâmda zaifünniyye kimselerdi, islâmiyetleri kuvvet bulsun diye kendilerine atiyye verilmiştir. Diğer bir sınıfı da kavüm ve kabileleri arasında şerif olan kimselerdi. Bunlara verilen atiyyeler ile de akran ve emsallerinin islâma gelmeleri beklenilmişti veya bunların vasıtalariyle kendilerine mücavir olan gayrı müslimlerin şerlerini men' veya islâma gelmiş oldukları halde zekâtlarını vermeyenlerden zekâtlarını tahsil gayesi takib edilmişti. Çünkü bunlara bu atiyyelerin verilmesi, muhaliflere karşı ordu sevk edilmesinden ehven bulunmuştu [îrşadül aklisselim.].

İşte anlaşılıyor ki, müellefetül'kulûbluk, öyle mutlaka şüpheli müslümanhk demek değildir. Ebu Süfyan (radıyallâhü anh) gibi kureyş arasında pek şerefli bulunan zatlar, müellefe-tül’ kulübün şu yazdığımız ikinci sınıfına dahildirler.

* Şeyhülislâm ibni Teymiyye de diyor ki: «Evet... Hazreti Muaviye de müellefetül' kulûbdan- idi, Mekkei Mükerremenin fethinde azad edilen zatların bir çoğu, belki de hepsi müellife-tul'kulûbden idiler. Haris ibni Hişam, İkrimetibni Ebi Cehil, Süheylibni Amr, Safvanibni Ümeyye, Hakîmibni Hizam gibi. Bunların hepsi de müslümanların hayırlılarındandır. Müellefe¬tül kulûbdan olanların ekserisi, güzelce müslüman olmuşlardır. Bunlardan bir kişi, günün evvelinde dünyaya rağbet için islâmı kabul eder, daha o gün nihayete ermeden islâmiyet onun için üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha sevimli olurdu» [Minhacüssünne: s: 202.].

* Evet... İslâmiyet, kalblerde böyle nezîh bir inkılâb vücu-de getirir, kalbleri kendi lâhûtî cazibesine bend ederdi.

* Şunu da düşünmeli değil midir ki, asırlardan beri put¬perestlerle dolu bir muhitle yetişmiş, senelerce bir rehberden mahrum bulunmuş ve bilhassa kavimleri arasında riyaset mevkiini ihraz edegelmiş insanların bütün an'anelerini, bütün mazi ile olan ilgilerini birden bire kesip yeni zuhur eden bir dine hemen tâbi' oluvermeleri kolay bir şey midir?. Artık bundan dolayı ihtidaları teahhüre uğramış zevatı, tahkire kimin hakkı olabilir?. Böyle asırlardan sonra birdenbire tulû'a başlayan bir risalet güneşinin manevî ziyalarından hemen istifade ederek tenevvüre başlayan kalbler, ne kadar azdır.

Bundan dolayıdır ki, Resuli Ekrem Hazretleri Mekkei Mükerremede iken kendi¬sine tabi' olanlar; pek az bulunmuştu. O hakikat güneşinin ziyaları gide gide gözleri nurlandırmış, kalbleri aydınlatmış, bun¬dan müstefîz olanların sayıları, günden güne artmıştır. Nebiyyi re'fetpenah   hazretleri de bunların   mazilerine asla bakmamış, hattâ mübarek zatı şeriflerine karşı yapılmış hasmâne hareketleri tamamen unutmuş (الاسلام يجب ما قبله  ) [Yani İslâmiyet, kendisinden evvelki amelleri kesip atar, hükümsüz bırakır, sahibi, onlardan dolayı mes'ul olmaz.] diyerek hepsinin islâmiyetini takdirlerle kabul buyurmuş ve bir kısmına bir hik¬met ve maslahattan dolayı büyük atiyyeler de vermiştir.
Artık biz, bundan dolayı hiç bir müslümanın, bahusus her hangi bir muhterem sahabînin hakkında hürmetsizliği müşir bir söz söyleyemeyiz. Bu bizim terbiyei islâmiyemize münafîdir.

*    (4)   Soru:
Ebu Süfyan ile Muaviye'nin Kasitûndan, ya'ni: Cehennem kütüklerinden oldukları Ruhülbeyan tefsirinde yazılıdır. Bu, doğru değil midir?.

Cevap:

Hazreti Ebu Süfyan ile Hazreti Muaviye'nin «Kasitûn» dan olduklarını iddiaya hiç bir mü'min, cesaret edemez.
Cin sûrei celîlesinde: (واماالقسطون فكانوا لجهم حطبا) buyurulmuştur. Bu sûrei celîle, mekkîdir, Hazreti Ebu Süfyan ile Hazreti Muaviye'nin islâmiyeti kabul etmelerinden mukaddem nazil olmuştur. Bu, Resuli Ekrem Hazretlerini görmüş olan Cin taifesinin kendi aralarında söylemiş oldukları, dinî bir hakikatin tarafı ilâhîden haber verilmesinden ibarettir. Cinler, demişlerdi ki: «Bizden müslüman olanlar da vardır, hak yolundan çıkmış olanlar da vardır. Müslüman olanlar, doğru yolu aramışlardır, doğru yoldan çıkmış olanlar ise cehenneme odun olmuşlardır.»
Artık bu sözler ile Ebu Süfyan ve Muaviye (Radiyallâhü anhüma) nın kast edilmiş olmaları nasıl iddia edilebilir?. Acaba Ebu Cehillerin, Ebu Leheplerin halleri, bu müslüman olup islâ-miyete pek çok hizmetlerde bulunmuş zatların hallerinden indallah daha hafif midir ki, onların haklarında bu âyeti celîle nazil olmasın da bu müslüman zatlar hakkında nazil olsun?

Hiç böyle umumî bir tâbiri,   müslüman oldukları bilicma sabit olan bir iki zata ait gibi göstererek Kur'anı mübîni keyfi bir surette tefsir etmek, bir müfessire yakışır mı?.
 (من فسرا لقرأن برأه فقدكفر) hadîsi şerifi ma'lûm değil midir?  

*   Tefsiri Kazıda deniliyor ki:   Bu kelâmı mübin Kur'anı kerîmi dinlemiş olan cinlerin lisanından beyan buyurulmuştur. «Kasitûn», hak yolu tecavüz eden kimselerdir, hak yolu ise îman ile tâattan ibarettir.»
İşte bu nazmı celîldeki «Kasitûn dan murad, budur. Artık bunun her hangi bir müslüman hakkında nazil olmuş olduğu nasıl iddia edilebilir?

* Ruhulbeyana gelince bu tefsirde deniliyor ki: «Bu Ka¬sitûn adının Muaviye fırkası hakkında isti'mali galip bulunmuştur. Hazreti Ali'ye hitaben: (تقاتل الناكسن والقاسطين والمارقين) diye varid olan hadîs de bu cümledendir. Kasitûn, Muaviye'nin asha¬bıdır. Çünkü onlar, hak imam ile muharebe ettikleri zaman, kast, ya'ni: zulm etmişlerdir.»

Görülüyor ki: Ruhulbeyanda,bu ismin Hazreti Muaviye'ye ve Ebu Süfyan'a değil, belki Hazreti Muaviye'nin fırkasına isnad edildiği hikâye olunuyor. Onun fırkası için de içtihada müstenit olmaksızın Hazreti Aliye karşı cebhe almış ve "bu cihetle zulm ile muttasıf olmuş kimseler bulunabilir. Nitekim Hazreti Ali'nin fırkası içinde de böyle kimseler var idi. Bahu¬sus Hâriciler, o fırkadan teşa'ub etmişlerdi. Fakat içtihada mebni böyle bir cephe alanların «Kasitûn» dan olacaklarına her halde hükm edilemez. Ve bunlar olsa olsa zulümde bulunmuş olurlar, fakat ayni zamanda yine müslümandırlar. Âyeti kerîmedeki «Kasitûn» ise müslimlere mukabil olarak gayri müslimler yerinde zikr edilmiştir.
(...تقاتل الناكسن ) Hadîsine gelince bu, zaîftır veya zaîf hükmündedir, sıhhati takdirinde de müevveldir. [Tathirilcenan. s: 83.]

Bu sahih olsa da kimlerin haklarında vârid olduğu seraheten malûm değildir. Artık bunu Hazreti Muaviyeye ve muhterem pederine hamletmek tahakkümdür.
Maamafih bu hadîs, sıhhati takdirinde de bir haberi vâhidir. Böyle haberi ahad ile dinimizin umumî ahkâmına aykırı hüküm verilemez.

Evet... İmanı, adaleti zahir, icraatı bir te'vil ve içtihada müstenit olan her hangi bir zatın cehennem kütüğü olacağına kail olmak, islâm akaidile kabili te'lîf değildir. Binaenaleyh «kasitûn» tâbirinin Hazreti Muaviyeye ve emsaline ait veya şamil olduğu asla iddia edilemez ve her kasitin cehennem odunu olması icabetmez. Nice zalimlerin tâib veya afv-i ilâhîye nail olacakları kaviyen me'muldur.

* Şunu da burada kaydedelim ki, Ruhulbeyan tefsirinde hakikaten pek güzel şeyler yazılmış, olduğu gibi tefsir ile alâkası olmayıp mücerret va'z veya fazla malûmat i'tal maksadıyle yazılmış tenkide, muhakemeye gayri mütehammil şeyler de vardır. Bunların hepsini aynı hakikat telâkik etmek caiz ola¬maz.
Bakınız!.. (...فاماالقاسطون) nazmı Celîli münasebetile yukarıdaki malûmatı vermiş olan İsmail Hakkı merhum: فلعنةالله علي الكافرين  âyeti kerimesinin tefsiri sırasında da şu malûmatı veriyor:

«Şer'an küfrü sabit olmayan kimseye lanet edilmesinde hatar vardır. Çünkü onun hatimei hali malûm değildir, çok kerre bir kâfir ihtida veya bir fâcir tevbe edip de Allah indinde mukarreb olarak vefat edebilir. Görülmüyor mu ki: Vahşi, Ne-biyyi zîşanın amcası Hamza Radıyallahü anhi öldürmüştü. Son¬ra Resuli Ekremin elinde Müslüman oldu da Allah Taalâ ken¬disini cennetle müjdeledi. Bu, Yezîde lanet etmeyen kimse için bir hüccettir. Zira Yezidin de tevbe, rucû etmiş olması muhle-meldir. Artık bu ihtimal mevcut iken lanet olunamaz» [Ruhulbeyan c: 1. s: 122.].

Görülüyor ya! aynı müfessir, bunları da yine aynı tefsirinde yazıyor, Yezît hakkında bile böyle ihtiyatlı harekette bulunmanın lüzumunu naklediyor. .Artık böyle bir zat, Hazreti Muaviyenin ve emsalinin «Kasıtûn» dan bulunduğuna kail olur mu?.
Artık bu gibi zatları, lüzumsuz, asılsız iddiaları isbat için şahid  göstermekten çekinmelidir.

*   (5)    Soru:
Kur'andaki «şecerei mel'une» den murat, Ebu Süfyan ile oğlu Muaviye midir?. Garaibi. Kur'anın « انا انزلنا » sûresinde böyle yazmış olduğuna ne dersiniz?

Cevap:

Bu iddia da asla doğru değildir. Garaibi Kur'anda veya herhangi bir tefsirde böyle bir şeyin bir rivayet, bir te'vil olmak üzere yazılmış bulunması, bunun bir hakikat olduğunu göstermez, bir müfessir tefsirinde duyup işittiği şeyleri kayde¬debilir, fakat mücerret böyle kaydetmekle onun hakikate mukarin olduğunu iddia etmiş sayılmaz.
Maahaza me'haz olarak gösterilen «Garaibi Kur'an» bir tef-sîr kitabı mıdır?. Bu unvan ile yazılmış bir çok kitaplar vardır. Bunlar birer tefsir değil, belki Kur'anı mübinin ba'zı elfazı garibesini izaha mahsus eserlerdir. Bunların bir kısmı, hiç de muteber değildir. Biz bunları (Tabakatül' müfessirîn) adındaki eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz. Bunlar ile dinî akideler, esaslar hakkında istidlal edilemez.

* Şüphe yok; ki Kur'anı Kerimde beyan olunan «şecerei mel'une» yi böylç bîr iki kimseye veya bir sülâleye kat'î su¬rette ait göstermek, Kur'anı gelişi güzel tefsir etmek ve elfazı Kur'aniyyeye kıymet vermemek demektir. O zaman hiç bir lâfzın hakikî bir kıymeti, bir mânası kalmaz. Şecerei mel'uneyi hangi bir şahıstan ibaret göstermek nihayet zayıf hattâ bâtıl bir te'vilden veya hangi bir zayıf veya mevzu haberi nakilden başka olamaz.

*   Kazı Beyzavî, tefsirinde diyor ki: (واشجرة الملعونة في القرآن  nazmı celîlindeki şecereden murat, Zekkum ağacıdır. Müşrikler, bunu işitince demişlerdi ki: «Muhammed — Aleyhisselâtü vesselam — Cehennemin taşları yaktığını, erittiğini zu'm ediyor, sonra da orada ağaçların biteceğini söylüyor, bu hiç olur mu?» bîçareler, bilmiyorlardı ki, Allah Taalâ her şey'e kadirdir.
Bu ağacın mel'un olması, mecaz tarikiyledir. Bununla bundan tatacakların mel'uniyeti murattır. Bu ağaç, şeytan ile Ebu Cehil ve Hakem ibni Ebil'as ile de te'vü edilmiştir.

* Tefsiri Kebirde ve Sıracımünîrde de bu şecere hakkın¬da İbni Abbas Hazretlerinden iki kavil rivayet ediliyor. Bir rivayete göre bundan murat, benî Ümeyyeden olan Hakem ibni Ebil'as'tır. Müfessirlerden Vahidî, bu te'vili uzak görmüştür. Diğer bir rivayete göre ise bu şecereden murat, “Küşuf” deni¬len bağ sarmaşığıdır ki, ağaçların dallarına sarılır, yerde kökü, yaprağı, gölgesi bulunmaz, hayri ve menfaati olmayan şeyler buna teşbih edilir [Essiracülmünir. c: 2. s: 317.].

* Buharîi şerifte de bu ağaçtan murat, Zekkum ağacı oldu¬ğu tasrih edilmiştir. Zaten ام شجرة الزقوم انا جعلناها فتنة للظلمين ) âyeti kerimesi de bunu göstermektedir.
Görülüyor ya, en muteber kitaplarımızda şecerei mel'une ne suretle tefsir ve te'vîl ediliyor. Bunların hiç birinde Hazreti Muvaiyeden vesair sahabeden biri zikredilmemektedir. Bunun şeytandan veya Ebu Cehil gibi bir kâfirden kinaye olması da mücerret bir te'vîlden ibaret sayılıyor. Artık böyle muhtelif surette tefsir ve te'vîl edilen bir şey ile bir müslüman ve bil¬hassa bir sahabî aleyhine hüküm verilebilir mi?. Böyle bir iddi¬adan yalnız diyanet namına değil, ilim ve fen namına da sıkılmalıdır.
Bu mevzuu biraz daha izah edelim. Bu şecereyi beyan eden âyeti kerîme şudur:
و اذ قلنا لك ان ربك احاط بالناس و ما جعلنا الرؤية التي اريناك الا فتنة للناس و الشجرة الملعونة في القرآن و نخوفهم فما يزيدهم الا طغيانا كبيرا

Meali âlisi: «Resulüm!, yad edersin ya, sana demiştik ki:

Şüphesiz Rabbin insanları — ilmiyle - ihata etmiştir. Sana göstermiş olduğumuz rü'yayı ve Kur'anda lâ'net edilmiş olan ağacı da nâsa bir fitneden = bir imtihandan başka kılmadık. Biz, onları korkutuyoruz, fakat bu, onlara büyük bir taşkınlıktan = haddi tecavüz etmekten başka bir şey artırmıyor.» yine gafletten, isyandan ayrılmıyorlar.

Bu âyeti kerîmedeki «rüya» dan murat, Ebussuud efendi tefsirinde de yazıldığı üzere, bir rü'yettir, ya'ni: bir şeyi göz ile görmektir. Esasen rüya ile rüyet bir manâyadır. Rüya uykuda görülen şeye ve bir şeyi uykuda görmeğe denildiği gibi bir şeyi uyanıkken gündüzün veya geceleyin görmeye de denir. Bu cihetle bu âyeti celîledeki rüyadan murat, esahh olan kavle göre Resuli Ekremin Mi'raç gecesinde bir çok âlemleri müşahede buyurmuş olmasından ibarettir. Bu âyeti kerimenin «İsrâ sûresi» nde bulunması da buna bir delildir.

İşte bir takım kısa düşünüşlü kimseler, Resuli Ekremin bu Miraç gecesindeki gördüklerini inkâr ettikleri gibi Cehennemde, o ateş kaynağında bir ağacın nasıl bitip yaşayacağını da inkâr ve istib'ad ettiklerinden bu babtaki beyanat, kendileri için bir fitne olmuş, kendilerinin tuğyanına sebep bulunmuştur. Bunların kudreti ilâhiye ile vücude gelebileceğini düşünemeyip dalâlette kalmışlardır.

* Velhasıl: Fahri Razînin de beyanı veçhile bu âyeti kerî¬medeki rüya ile şecerenin en sahih tefsiri budur, müfessirlerin ekserisinin kavli bundan ibarettir [Tefsiri kebir, c: 5. s: 69.].
İmam Kurtübînin «El-Cami' liahkâmil' Kur'an» adındaki tefsirinde ve Şevkânînin

«Fethülkadîr» unvanlı tefsirinde de — müfessirlerin cumhuruna göre — «Şecerei mel'une» den muradın Zekkum ağacı olduğu tasrih ediliyor. Kezalik: Bu rüyadan muradın, Mi'raç hâdisesi, şecereden muradın da Zekkum ağacı olduğunu ve bütün hüccetlerin, delillerin bu hususta top¬lanmış bulunduğunu İbni Kesîr, naklediyor ve bu cumhurun yanında başkalarına i'tibar olunamıyacağı kaydolunuyor. Binaenaleyh bu gibi hususlarda zayıf kavillere, meçhul kimselerin sözlerine kıymet verilemez, bir hüküm bina edilemez.

*   (6)    Soru:
Muaviye ashabı Kiramın şahadetleri ve kitapların beyanatı veçhile Kur'anı mübînin ve Resuli A'zamın emirlerini ayak altına alarak İmamülmüslimine bagy ve isyan edip müslümanlar arasında ilk defa fitne ve fesat sokarak iki yüz küsur bin mü'minin kanlarının dökülmesine ve İmamül' müslimînin şehadetine sebep olmuş değil midir?.

Cevap:

Bu sual de tahlile, tashihe muhtaçtır.;. "Şöyle ki: Hazreti Muaviye, Kur'anı mübînin ve Resuli Ekrem'in emirlerine her veçhile itaati bir vecîbe bilen yüksek bir müslümandır, o bunlara amden muhalefet etmiş olamaz. Fakat masum olmadığı için bu hususta bazı yanlış hareketleri görülmüş olabilir. Üm¬meti merhume arasında Kur'anı Kerimin ve Hazreti Peygam¬berin emirlerine hakkiyle riayet edip kendisinden asla hatâ, muhalef et sudur etmemiş kaç zat gösterilebilir. Ancak Allah Taalâ gafurdur, rahimdir, kullarını hemen hatâ ve muhalefetlerinden dolayı ubûdiyyeti şerefinden mahrum, islâmiyet sahasından tard etmez. Elverir ki yapılan hatâ ve muhalefet bir küfr-ü şirkten ibaret bulunmasm.

* Hazreti Muaviyeye gelince bütün ehli sünnet uleması müttefiktirler ki, onun Hazreti Aliye karşı muhalefeti bir ictihad neticesi idi. Şöyle ki; Amca zadelerinden olan Hazreti Osman mazlûmen şehid edilmişti. Katilleri meydanda dolaşıp du¬ruyorlardı, Hazreti Osmanın evlâdı, babalarının katilleri hak¬kında kısas icrasını istedikleri halde bu hükmi şer'î yerine geti¬rilmemişti. Bunu yerine getirecek olan da — Emirülmü'minin olması cihetiyle — Hazreti Ali idi. Artık bu hususta Hazreti Osmanın evlâdına müslümanların ve bilhassa kendi amca zade¬lerinin müzahareti bir vazife teşkil ediyordu, aksi takdirde bir emri dinînin ayaklar altına alınmış olacağı zannedilmişti.

Bunun içindir ki Ümmül’mü'mînin Hazreti Aişe ile aşerei mübeş-şereden Hazreti Zübeyr ve Talha da bu emrin temini icrası için muhalefete geçmişlerdi. Deniliyordu ki: «îmam Ali "(Kerrem-allâhü veçhen), eğer imameti kübra makamını ihraz etmiş ise kuvvet ve satvet sahibi olacağından bu kısası icra etmelidir. Ve eğer bunu icraya muktedir değilse demek ki henüz îmamül'müslimîyn değildir, şayet bu kısası kasden tatbik etmiyorsa Hak Taalâya asi olmuş olacağından biz kendisine nasıl tâbi' ola¬biliriz?. Allhu Taalâya ma'siyyeti icap eden hususta mahlûka itaat caiz değildir.»

 لاطاعة المخلوق عند معصية الخالق İşte Hazreti Muaviye de bunları nazara alıyor, bey'attan kaçınıyor, bir hakkı şer'înin bir an evvel yerine getirilmesini istiyordu. Biz bu hususa dâir evvelce de biraz izahat vermiş bulunuyoruz.
Filvaki Hazreti Ali haklı idi, içtihadında — Allahü a'lem — musîb idi, fakat hazreti. Muaviyenin içtihadı da hatâ olsa bile hakkında Afvi ilâhînin tecellisine ve belki de bu yüzden me'cur olmasına kâfi idi.
Binaenaleyh Kur'anı Azîmin ve Peygamberi Zîşanın emir¬lerine karşı Hazreti Muaviyenin riayetsizlikte bulunmuş oldu¬ğu iddia edilemez.

* Hazreti Muaviyenin bağy-ü isyanına gelince buna dâir ileride izahat vereceğiz. Ancak burada şunu arzedelim ki: Buğy denilen hareket, bir içtihada, bir te'vile müstenit, veliyyülemrin gayrimeşrû zannedilen bir muamelesine karşı isyandan ibaret olduğu cihetle her halde mezmum bir hareket sayılmaz ve sahibi Ehli sünnetin Cumhuruna göre tefsîk edilmez. Kütübi fıkhiyemizde mufassalan yazıldığı üzere bağilerin haklarında da tamamen islâm hükümleri câri olur.

* Sonra müslümanların arasındaki ilk fitneye gelince bu¬nu Hazreti Muaviyeye isnat etmek, tarihe karşı bir bühtandır. Malûmdur ki, müslümanlikta ilk fitne, Hazreti Osmanın şahadetini intaç eden ve ondan sonraki fitneleri doğuran, Mısırlı, Basralı, Kûfeli ihtilâlcilerin vücude getirmiş oldukları fitnei azî-medir.
Hazreti Alinin şahadetine sebep olan Hazreti Muaviye değildir. Belki İmam Alinin ordusundan ayrılmış, kendisine cephe almış ve hattâ Hazreti Aliyi de, Hazreti Muaviyeyi de tekfire cür'et göstermiş olan haricîlerdir.
Cemel vak'asımn da Siffiyn vak'asından evvel vücude gelmiş olduğunu unutmamalıdır.

* Tathirülcenanda deniliyor ki: «İmam Ali'ye karşı muhalefete başlamak hâdisesini yalnız Hazreti Muaviye'ye tahsis etmek, hoş görülmiyecek bir tahakkümdür. Bu hususta kendisi¬ne ecillei sahabeden ve tabiînden nice zatlar da muvafakatta bulunmuşlardır. Bilhassa mertebeleri Hazreti Muaviye'den da¬ha yüce olan Hazreti Aişe, Hazreti Zübeyr, Hazreti Talha ve kendileriyle beraber olan sair bir kısım sahabei güzîn, İmam Ali ile mukateleye, Hazreti Muaviye'den evvel başlamışlardı. Bunların bu husustaki te'villeri, Hazreti Osman'ın katillerini vârislerinin kısasen kati ettirmelerine İmam Ali'nin mani ol¬muş olması idi. İşte Hazreti Muaviye'nin te'vili de bundan iba¬retti. Nasıl ki o ecillei sahabe, bu te'vil ile mukateleyi mubah görmüşlerdi, Hazreti Muaviye'de bu te'vil ile bunu mubah itikad etmişti.»
«Bu zatlar, İmam Ali ile böyle mukateleyi mubah gördük¬leri halde Hazreti İmam, bunların bu butlanı kat'î olmayan te'villerine bakarak: (اخواننا بغوا علينا = Kardeşlerimiz bize karşı serkeşlik ettiler) diyerek kendilerini ma'zur görmüştü. Muhaddis ibni Ebi Şeybe bunu aenediyle rivayet etmiştir.» [Tathirülcenan, s: 75.] demek ki mukatele, şer'i müevvel üzerine vuku' bulmuştu.

Siffiyn vak'ası hakkında islâm âlimlerinin kanaatlarına burada biraz işaret edeceğiz. Şöyle ki: Bazı zevata göre Siffiyn harbini vücuda getiren her iki taraf da müctehid, müteevvil olduğundan musîb idi. Çünkü bir çok usuliyyûne göre her müc¬tehid, kendi içtihadını sarf ettiği için musîb sayılır. Kelâm, hadis fıkıh ulemasından bir çoklarının kanaatları böyledir. Eş'a-rîlerin ekserisi ve Hanefî, Şafiî fukahasnın bir çokları buna kaildir. Bazı zatlara göre de bu iki taraftan lâaletta'yin biri musîb idi. Kerremiyyeden bir taife buna kaildir.
Bir çok zevata göre de bu vak'ada Hazreti Ali musîb, Hazreti Muaviye ise bir müctehidi muhtî idi. Mezahibi erba'a ulemasından bir çokları buna kaildir, .bir kısım zatlar da demiş¬lerdir ki: Evlâ olan, bu kıtale meydan verilmemekdi.

Çünkü bu bir fitne kıtali idi, Vâcib veya Mustahab bir kıtal değildi. Bunu terk etmek, iki taraf için de hayırlı idi. Şu kadar var ki, bu hususta İmam Ali, Hazreti Muaviye'den hakka daha yakındır. İmam Ahmed'in, ekseri ehli hadîsin, bir çok fukahanın ve ekâbiri sahabe ile tabiînin kavilleri de böyledir. Bunun içindir ki, ekâbiri islâmdan bir çokları bu harplere iştirak etmemişlerdir. Hattâ Imran ibni Huseyn (Radıyallâhü anh) bu iki fırkaya silâh satılmasını nehyeder, «Bu fitne zamanında silâh satmaktır» derdi. Sahabei kiramdan Üsamet ibni Zeyd, Muhammed ibni Mesleme, Sa'd ibni ebi Vakas gibi zatlar bu kanaatta idiler.

Binaenaleyh ehli sünnetin mezhebi, ashab arasındaki münazaattan lisanları tutmaktır. Çünkü hepsinin faziletleri sabit, muhabbet ve muvalâtı vacibtir. Olabilir ki, onların bu hususta indallah makbul olan özürleri bulunur da başkalarına gizli kalmış olur ve bunlardan bazıları tövbe etmiş, bazıları da Allahın mağferetine nail olmuş olabilir. Bunların aralarındaki münazaa¬lara dalmak, bir çok insanların kalblerine buğz ve adavet düşü¬rür. Artık insan bu babda muhtî, belki de âsi olur. Öyle ise insan kendi nefsine bakmalıdır [Minhaccüs sünne c: 2. s: 219.].

Görülüyor ya, Hazreti Muaviye aleyhinde alelitlâk ashabı kiramın şahadetleri, kitapların beyanatı mevcut değildir. Onun lehi ve yazılanlar, söylenilenler, aleyhine yazılanlardan, söylemlerden daha çoktur, bir kısım tarih kitaplarının ve bir takım ehli bid'attan bulunan gayri ilmî mezheb sahiplerinin her iki taraf lehine veya aleyhine yazdıkları şeyler ise asılsız, veya mübalâğalı birer hikâye kabilinden olduğu cihetle bu bapta bir sened olamaz.

* İbni Teymiyye diyor ki: «Rafizî taifesi, İmam Ali'ye karşı mukateleye kıyam edenler, hakkında işi i'zam edip Hazreti Osman'ı katledenleri ise medh ederler. Halbuki, Hazreti Osman'ı katledenler hakkındaki zem ve günah daha büyüktür. Çünkü Hazreti Osmanın hilâfetinde nâs'ın ittifakı vardı.

Hazreti Osman bir müslimi katletmiş değildi. Bilâkis ona karşı hilâfetinden ayırmak için mukatelede bulundular. Onun velayetinde devam etmesi hakkındaki mazereti, îmam Ali'nin kendisine nâ'sm itaatim talep hususundaki mazeretinden daha kuvvetlidir.»

«Hazreti Osman sabr etti, nefsini müdafaada bulunmaksızın mazlûmen şehid oldu. İmam Ali ise Muaviye'nin ashabını öldürmeğe başladı. Halbuki bunlar kendisine karşı mukatelede bulunmuş değildiler. Yalnız kendisine mubayaadan imtina' ediyorlardı.»

«Sonra İmam Ali, Muaviye'yi azle mübaderet etti, halbuki o azle müstahak değildi. Çünkü Nebiyyi zişan hazretleri Muaviye'nin babası Ebu Süfyanı Necrana vali ta'yin etmişti. Resulullâh, ahirete irtihal buyurdu, Ebu Süfyan halâ orada vali bu¬lunuyordu. Peygamber Efendimizin bir çok ümerası, Beni ümeyyeden idi, hattâ Mekkei Mükerremenin fethinden sonra oraya Beni ümeyyeden bir genç olan «Attab ibni Esid»i vali ta'yin etmişti.Halid ibni Saidi, Eban ibni Saidi de me'muriyetlerde istihdam buyurdu.»

«Bilâhara Hazreti Sıddık da, Hazreti Ömer de bunları vilâ¬yetlerde bulundurdular. Halbuki Hazreti Ali'ye Hazreti Muaviye'yi azl etmeyip muvakkaten olsun istihdam etmesini tavsiye ettiler, «Ya Emirülmüminîn! onu bir ay kadar vali ta'yin et, sonra kendisini ebediyyen azl edersin» dediler. Fakat Hazreti Ali dinlemedi. Şüphe yok ki; onu valilikte bulundurması, onun ya istihkakından veya kalbini te'lif ve isti'taftan dolayı maslahata muvafık olurdu.»
«Resuli Ekrem hazretleri, îmam Ali'den afdal olduğu halde Hazreti Muaviye'den afdal olmayan babası Ebu Süfyanı vali ta'yin etmişti. Şimdi İmam Ali, Hazreti Ebu Süfyandan afdal olan Hazreti Muaviye'yi vali ta'yin etmeli değil mi idi? [Minhacüs sünne.  c: 2. s: 222.].

Filhakika İbni Abbas hazretleri de İmâm Ali (Kerremal-lâhü veçheh) ye bu yolda tavsiyelerde bulunmuştu. Hattâ bir kerre: «Ya Emirülmüminîn!    Senin şecaatında söz yok, fakat siyasetinde isabet görülmüyor demişti. Hattâ Hazreti Ali, ken¬disine karşı yapılan muhalefetleri ve bu tarzda söylenilmiş olan sözleri «Nehcül' belâğa» da münderiç bir hutbesinde şu veçhile hikâye buyurmuştur:
وفسدتم علي رأى بالعصيان والحزلان حتي قلت قريش ان ابن ابي طالب رجل شجاع ولكن لاعلم له بالحرب

Ya'ni: İsyan ile, yardımı terk ile re'yimi bozdunuz, tâ ki Kureyş: «Ebu Talibin oğlu, şecaatli bir kişidir, fakat onun savaşa bilgisi yoktur, der oldular» [Nehcülbelâğe. s: 78. Tarihi Kâmil.].

* Yine Şeyhul'islâm ibni Teymiyeden naklen şu sözleri de ilâve edelim: «Gerek İmam Alinin ve gerek Hazreti Muaviyenin taraftarları görünen kimseler arasında öyle zümreler var idi ki, bunlar ne Hazreti Alinin, ne de Hazreti Muaviyenin söz¬lerini dinlemiyorlardı. Bu iki zat, kan dökülmesine meydan vermemek istiyordu. Fakat mağlûp bir vaziyette kalmışlardı. Bir kerre fitne parladı mı, onu söndürmekten hükema âciz kalır.»
«İki tarafın ordularında (Esteri Nehaî), (Haşim ibni Utbe), (Abdürrahman ibni Halid), (Ebu a'verisselemi) ve benzerleri gibi kitale haris serkerdeler var idi. Bunlardan bir taife, Haz¬reti Osmanın intikamını almayı son derece istiyordu. Diğer bir taife de Hazreti Osmandan nefret edip duruyordu. Kezalik; bir taife, İmam Aliye yardım ediyor. Diğer bir taife de ondan nef¬ret duyuyordu. Sonra Hazreti Muaviyenin ashabı, hassatan Haz¬reti Muaviye için harp etmiyorlardı. Belki başka sebeplerden dolayı savaşa başlamışlardı. Fitne kitali, cahiliyet kitali gibidir ki, ehlinin maksatları, itikatları rabt ve zabt altına alınamaz» [Minhacüs sünne. c: 2. s: 222.].

İşte bütün bu yazılardan anlaşılıyor ki, siffiyn badiresi, ister istemez vücude gelmiş, bundan dolayı Hazreti Ali de, Haz¬reti Muaviye de müteessir bulunmuştur. Artık bunun mes'uliyetini Hazreti' Muaviyeye yüklemek doğru olamaz.  وكن امرالله قدراًمقدرا

* Sıffiyn harbi yüzünden iki yüz küsur bin müminin kan¬larının dökülmüş olmasına gelince, bu hale elbette pek çok acınır. Bundan dolayı elbette kalblerimiz cerihadardır. Maamafih şunu da kaydedelim ki, bu mıkdar pek fazla gösterilmiştir. Sıffiyn vak'asında Hazreti Alinin fırkasından yirmi beş bin, Haz-reti Muaviyenin fırkasından da kırk beş bin kimse şehid düşmüştü   [Mürûcüzzeheb. Kısası Enbiya c: 7. s: 103.].

Maalesef İslâm tarihinde bundan daha feci' hâileler vücude gelmiştir. Yalnız Sıffiyn faciasını behane ederek bir takım ea'zima karşı hakarette bulunmaya bugün bizlerin ne hakkımız olabilir?

* Hani, Hazreti Alinin hanedanı namına hareket eden, sonra da vichei azimetini değiştirip Abbasîler için temin ettiği hükümet ve saltanatın kabrine uğrayarak mahv-ü münderis olan Ebu Müslimi Horasanînin dökmüş olduğu Ehli islâm kan¬larını da bir düşünmeli değil midir?

* Hangi maksatla, hangi intikam emelile hareket ettiği Hak taalâya ıyan olan Ebu Müslimi Horasanı, Abbasîler namına muharebelerde öldürdüğü müslümanlardan başka Beni Ab-basa karşı itaatlarında şüpheli olmaları behânsile altı yüz bin ma'sûmu da oklar ile, taşlar ile vura vura şehid etmiş. Bunlar müslüman değil mi idiler?. Bu faciaları îbni Esir ve sair müverrihler yazmışlardır. Ne için bu mazlum şehidlerden dolayı bîr sedayı teessüf duyulmuyor?.

* Yine hangi hain, intikamcı kimselerin gizli ve aleni teşvikiyle idi ki Emin ile Me'mun arasında; bir hanedane mensub bu iki kardeş beyninde muharebeler devam ederek binlerce müslüman kanı seller gibi akıp gitmişti. Bunlar, «benî Ümeyyeden değil, benî Haşimden idiler. Hazreti Alinin kendi muhterem ahfadı arasında da nice kanlı muharebeler vukua gelmiş olduğu tarihçe sabittir, bu hususta (,خلاصة الكلام في بيان امراء البلد الحرام adındaki kitabı okumak kâfidir. Ne için bunlardan dolayı da bir taraf hakkında teessüf ve telehhüf sadaları yükselmiyor?

*  Maksadımız yanlış anlaşılmasın, biz şimdi bu gibi sadaların yükselmesine asla taraftar değiliz. Allah Taalâ iki tarafın taksiratım afv buyursun. Ancak şunu demek istiyoruz ki, Sıf-fiyn badiresinin yad edilip durması; ashabı kiramdan bir kısmına adavet ve hakaret göstermek ve bu sebeple müslümanların arasına tefrika düşürmek için ötedenberi bir behâne ittihaz edilegelmiştir. Artık bu gibi hallerden vazgeçmeli, başkalarına bir gaflet eseri olarak âlet olmamalı, islâm birliğini ihlâl edecek hallerden çekinmelidir. Mazideki bir takım elîm hâdiselerden dolayı eslâfi tahkir etmekte faide yoktur. Bizim için lâzım olan geçmişten ibret almaktır. Mazideki nahoş hallerin tekerrürüne meydan vermemektir, müslümanlarm arasındaki din kardeşliğinin asarını tecelli ettirmeğe elbirliğiyle çalışmaktır.
  (  كونوا عبادالله اخواناً  (يدالله علي الجماعة)

 * (7)   Soru:
Muaviye, İmam Ali ile muhiblerine şehâdetlerinden sonra altmış dokuz sene Cum'a ve Bayram günlerinde minberlerde lâ'net etmiş ve ettirmiş midir? Bu lâ'net(لاتسبو اصحابي ومن سبهم فعليه لعنةالله) ve (  سباب المؤمن فسوف وقتاله كفر) hadisleri mucibince memnu’ değil midir?.                                              .

Cevap:

Bu suale cevap vermeden evvel şunu kaydedelim ki lâ'net, ya müslim veya gayrimüslim bir kimse hakkında vaki olmuş olur. Müslim hakkındaki lâ'netten maksat, kerametten o müs-limin uzak bırakılmasından ibarettir. Nitekim (المحتكر ملعون) hadisindeki lâ'netten murat, budur, onun ebrar derecesinden mat-rudiyetidir, yoksa gaffarın rahmetinden matrudiyeti değildir. Gayri müslim hakkındaki lâ'netten murat ise onun alel'ıtlak kerametten, rahmetten, cennetten tard ve ib'ad edilmesi demektir [Ruhülbeyan: c: 1. s: 122.],            

Seb mefhumuna gelince, bu da bir kimseyi kendisinde bu¬lunan bir şey ile zem etmektir. Sibab ise bir şahsı kendisinde bulunmayan bir vasf ile zem eylemekten ibarettir [Camiüssagir haşiyesi, c: 3. s: 56.].
Kimlerin haklarında lâ'net veya seb ve şetm caiz olup olmayacağına dair ileride malûmat verilecektir.

*  Biz şimdi sualin cevabına gelelim:
İmam Ali, kerremallahü vecheh hazretlerine şehadetlerinden sonra bizzat Hazreti Muaviyenin lânette veya sebb-ü şetm-de bulunmuş olduğu asla iddia edilemez. Zaten elimizdeki muteber tarih kitaplarında vesairede de buna dair bir sarahat yoktur. Ancak Şeyhülislâm ibni Teymiyenin yazdığına nazaran «Hazreti Ali ile Hazreti Muaviyenin taraftarları arasında muharebe vaki olduğu gibi telâun de vaki olmuştur. Bu iki taifeden her biri, diğerinin rüesasına dualarında lâ'net okumuşlar imiş» «denilmiştir ki: Bu iki taifeden her biri namazlarda diğerinin aleyhine Kunutta, bedduada bulunmuştur. El ile kıtal ise dil ile telâundan daha büyüktür. Bunların bu mütekabil ha¬reketleri, ister günah olsun ve ister bir içtihad neticesi olarak hatâ ve sevap bulunsun tövbe etmiş, mağfireti ilâhiyeye ermiş olmalarına mani değildir, yahut evvelce yapmış oldukları hasenat sebebiyle veya uğramış oldukları mesaîb dolayısiyle bu hareketlerinin mes'uliyetinden kurtulmuş olmaları da melhuzdur.»

«Garibi şudur ki: Rafiziler, Hazreti Ali'ye seb'edilmesini münker gördükleri halde kendileri Hazreti Sıddika, Hazreti Ömere, Hazreti Osmana ve daha birçok sahabei kirama ve onlara muhabbet edenlere seb ve şetm etmekten geri durmazlar. Hazreti Muaviye ve onun fırkası, Hazreti Ali'yi asla tekfir et¬memişlerdir, bu fazihayı haricîler irtikâf etmişlerdi. Rafizîler ise daha birçok zevatı tekfir ederek "haricîlerden şerir bulunmuşlardır» [Minhacüssünne. c: 2. s 225.].

* Evet... Emevîlerden bazılarının hutbelerde Hazreti Ali hakkında seb etmek fezahatine cür'et etmiş oldukları tarihlerde mukayyeddir. Bu seb, öyle söğüp saymadan ibaret olacağı asla tahmin edilemez. Olsa olsa Hazreti Ali'nin harekâtını tenkitten, yaptığı muharebelerin yerinde olmadığını beyandan, Hazreti Osman'ın katillerine karşı müsameha göstermiş olduğunu iddiadan ibaret olabilir. Yoksa büyüklüğü, fazıl ve kemali bütün müslümanlarca müsellem olan bir zata karşı lâ'nette, seb ve şetemde bulunmaları kabil değildir. Buna ne zamanın, ne de zeminin hali mütehammil olamazdı.

* Şunu da düşünmeli ki, arada bir muharebe vuku' bulmuştu, iki taraftan her biri kendisini haklı görüyordu. İhtimal ki bunlardan her biri diğer tarafı tenkid ediyor, o tarafın yolsuz hareketini, gayrı lâyık ahvalini söyliyor, hasımlarını badirelere sevk etmiş olanların azabı ilâhîye müstahık olduklarını iddia ediyordu.                                                 

Arada kanlar dökülmüş, bahusus Hazreti Osman gibi bir zatı âli, islâma o kadar hizmet etmiş bir halife, mazlûmen öldürülmüştü, iki taraftan her biri kendisini haklı görüyordu. Artık bunlar; kendilerinin haklı, diğerlerinin haksız, muhtî olduğunu isbat mecburiyetinde idiler. Acaba umuma karşı minberlerden verilen nutuklarda banlar mı bahis mevzuu oluyordu?. Bunlar bizce meçhul.

Maahaza o mübarek, kutsi tiynet İmam Ali Radıyallâhü anh Efendimiz hakkında mübalatı diniyyesi noksan bazı kimseler, böyle bir cür'ette bulunmuşlar ise bundan Hazreti Muaviye'yi mes'ul tutmaya kimsenin hakkı olamaz. Çünkü onun bu cür'ete razı ve taraftar olduğuna hükm edilemez. Bazı tarihlerin mübalâğalı yazıları ise bu hususta bir hüccet teşkil edemez.

* Velhasıl: Hazreti Muaviye'nin Hazreti Ali'ye böyle bir seb ve lâ'nette bulunduğu ve buna muvafakat ettiği müstebeddir.
Evvelâ: Hazreti Muaviye'nin Hazreti Ali'ye karşı ne hayatında, ne de şahadetinden sonra seb ve lâ'net ettiğine dâir ihticace salih bir rivayet yoktur. Bilâkis Hazreti Ali hakkında hürmetli bulunduğu bir çok sözlerinden, hutbelerinden anlaşılmaktadır. İmam Ali'ye isnad edilen hutbeler, nutuklar ile Hazreti Muaviye'ye nisbet edilen nutuklar, mektuplar mukayese edilirse İmam Ali Hazretlerinin Hazreti Muaviye'ye karşı daha tenkitkâr bir lisan kullanmış olduğu görülür.

Saniyen: Hazreti Muaviye, İmam Alinin şahadetinden son¬ra yirmi sene kadar yaşamıştır. Vefatı hicretin altmışıncı senesine müsadiftir. Artık altmış dokuz sene kadar la'net veya seb ve şetem etmiş ve etdirmiş olduğu nasıl iddia edilebilir?. Bu bir su'i zandan ibarettri. Bilâhere böyle bir fezahata başkaları cür'et  etmiş   ise  bundan   Hazreti   Muaviye   mes'ul   değildir. ولا تزر وازرة وزراخرى

Salisen: Haziati Muaviye, hasımlarının da itiraf ettikleri veçhile son derece halım, selim, hekim, fetin bir zat idi. Muhiti de adabı şer'iyeye riayet eder, binlerce sahabei kiram ile, e'azımı tabiîn ile dolu idi. Artık böyle bir muhitde İmam Ali hazretlerine iddia edilen tarzda la'net edilmesi aklen tasavvur olunamaz. Böyle bir şeyi, değil dahî sayılan Hazreti Muaviye, ufak bir idareci bile muvafık göremez.

Rabiyen: Hazreti Muaviye, seb ve la'net hakkındaki Ehahidi Şerifeye elbette bizlerden daha ziyade muttali, daha ziyade riayetkar idi. Buna rağmen İmam Aliye seb ve la'nete nasıl cüret edebilirdi?. O kadar fâzıl, o kadar dûrbin olan bir zat, uhrevî mes'uliyeti ve milleti islâmiyenin nazarı nefretini kazanacağını hiç düşünmez mi idi?.

Bu mütaleamızı teyid için büyük müctehid, müverrih İbni Ceririn tarihinde mukayyet olan bir kıssayı burada kaydedelim. Şöyle ki: Büsribni Ebi Ertat, Hazreti Muaviyenin yanında İmami Ali hazretlerine atıp tutmak istemişti. Yanlarında bulunan Ömer İbnilhattap hazretlerinin oğlu Zeyt, eline aldığı bir asa ile vurup Büsri yaraladı. Hazreti Muaviye, evvelâ  Zeyde: «Şam Ahalisinin ulusu bulunan bir ihtiyara kasdedip vurdun» dedi. Sonra da Büsre dönüp: «İmam Aliye şetm ediyorsun o, Zeydin dedesidir. Hazreti Faruğun oğlu, nasın başı üzerindedir, sen zanneder misin ki, bu dil uzatmaya o sabr eder.» dedi ve her ikisini hoşnut eyledi [Tarihül' ümem ve Elmülûk, cilt 6 sahife 187.].

Görülüyor ya; Hazreti Muaviye bir zatı bile darıltmak istemiyor, bunu münasip görmiyor, artık yapacağı bir seb ve şetm ile yüzlerce ehli beyti, binlerce sahabei güzini darıltmak, aley¬hinde bir ceryana vücut vermek ister mi idi?

* Doğrusu biz böyle bir suali muvafık bulmuyoruz. Bu gibi sualleri ileri süren kimseler için elzem olan, bundan on dört asır evvel ceryan etmiş bir hâdiseyi kurcalamak değildir. Belki irat ettikleri hadisleri güzelce düşünüp ashabı kiramdan her hangi birine karşı hakareti seb ve lâ'neti işrab edecek sözlerden, tenkitlerden kaçınmaktır. Hazreti Ali, sahabei kiramdan olduğu gibi Hazreti Muaviye de sahabedendir. Bunda bütün milleti îslâmiyenin ittifakı vardır. O halde Hazreti Ali hakkında lâ'net, seb ve şetm caiz olmadığı gibi Hazreti Muaviye hakkında da caiz değildir, her ikisi hakkında da bu gibi fezahatlere cür'et etmeden son derece sakınmalıdır.   Çünki hadisi şerifte:
لاتسبو اصحابي ومن سبهم فعليه لعنةالله والملاءكة والناس اجمعين) buyurulmuştur [Taberanî. Savaik. s: 156.]

Ya'ni: «Ashabıma seb etmeyiniz, her kim onlara seb ederse üzerine Allah Talanın ve bütün meleklerin, insanla¬rın lâ'neti olsun». Bu hadîsi şerifte Ashab mutlaktır, artık Hazreti Aliye seb etmek, lâ'nete sebep olacağı gibi Hazreti Muaviyeye veya sair her hangi bir sahabeye seb etmek de lâ'netin teveccühüne sebep olacaktır. Artık zamanımızda böyle "bir seb ve şetme sebebiyet verenler de bunun ma'nevî mesuliyetini düşünsünler!.

* Sonra ([Sahihi Buharı ve müslim.] سباب المؤمن فسوف وقتاله كفر) hadîsi şerifini de
yanlış anlamamak lâzımdır. Sibab, yok yere iftira kabilinden olarak bir kimseyi zem etmekten ibaret olduğu cihetle bu bir fısıktır, bir masiyettir. Fakat şüphe yok ki Ashabı kiramdan hiç biri diğeri hakkında bir içtihada, bir kanaata müstenit olmaksızın mücerret bir iftira olmak üzere böyle bir harekette bulunmuş değildir. Onların diyanetleri, ahlakca selâbetleri buna ma-ni'dir.

Mü'mini katl cihetine gelince bu da mutlak surette bir küfür değildir. Meselâ: Bir mü'mini hatâ tarikiyle öldürmek bir küfür değildir. Bir mü'mini kısasan öldürmek bir küfür değil¬dir. Belki bir vecibei diniyedir. Bir mü'mini kasten öldürmek de pek büyük bir günah olduğu halde bir küfür değildir. Her hangi bir mü'minin küfürden başka her hangi "bir masiyet sebebiyle küfre düşeceği, imandan mahrum kalacağı, iddia edilemez. Böyle bir iddia, mezahibi islâmiyeye muhaliftir. Ancak bir şahıs, her hangi bir müslümanın mücerret bir müslüman olduğundan dolayı katledilmesini helâl görürse işte o zaman küfre düşmüş olur. Çünkü bu katl islâmiyete adavet, nassı Kur'anîye muhalefet eseri olduğu için küfrü müstelzimdir.

İşte hadîsi şerifteki katilden murad da budur. Nitekim bu hadisi şerifin şerhinde Azizî ve Hafnî merhumlar taraflarından denildiği üzere «Bir kimse bir müslüman ile haksız yere kıtali helâl görse veya bir müslümam haksız yere helâl görerek öldürse bu, bir küfr olmuş olur. Bir de bu hadisi şerifteki küfürden maksat, küfri lûgavî olabilir. Küfür kelimesi, lûgatta setr ma'nasınadir. Bir mümin ile kıtalda bulunan, ona karşı yardımı terk etmiş, ezayı mubah görmüş, nimeti hayatı örtbas etmek istemiş olacağı cihetle bu hareketine küfür denilmiş olur.
Maamafih bu kıtale mübalâğa tarikiyle «Küfür» tabir edilmiş olması da muhtemeldir» [Essiracül' münîr. Cilt 2. Sahife 335.].

* Bir kerre düşünmeli, müslümanların arasında ne kadar mukateleler vaki' olmuştur. Artık biz onlara bu mukateleden dolayı kâfir nazarile mi bakacağız?. Eğer bu kıtal, mutlaka küfr ise bu iki tarafdan vaki' olmuştur. İki taraf da müslüman oldu¬ğu halde biribirini öldürmeğe kıyam etmiştir. Artık bundan dolayı her hangi bir tarafın küfrüne nasıl istidlal olunabilir?.
Binaenaleyh bu gibi umumî delillere, haberi âhad kabilinden olan hadislere bakıp da dini islâmda kat'î nusûs ile sabit bulunan ahkâma muhalif hüküm vermek caiz olamaz.

Görülmüyor mu ki, Kur'anı mübinde: وان طاءفتان من المؤمنين اقتتلوا فا صلحوا بينهما   buyurulmuştur. «Müminlerden iki taife, birbiriyle mukatelede bulununca aralarını islâh ediniz» diye emr olunuyor. Bu iki taifeye yine mümin deniliyor. Artık mücerret kitalden dolayı müslümanların küfrüne nasıl hükmedilebilir?

Yüksek Fakîh Ibni Abidin merhum da (Tenbihül vülâti vel-hükkâm...) unvanlı risalesinde şöyle yazmıştır: Sahabeden bi¬rine seb veya buğz etmek küfür değildir. Fakat buna cür'et eden dalalete nisbet edilir. Çünkü îmam Ali Radiyallahü anh ken¬disine şatem edeni tekfir etmemiş, hattâ katil de etmemiştir.

«İmam Malik demiştir ki: Bir kimse, Resuli Ekrem Sallallâhü aleyhi veselleme — haşa — seb etse katlolunur, ashabına sebbetse te'dip edilir. Ebubekre, Ömere, Osmana, Muaviyeye, veya Amribnil Ase şetm etse bakılır: Eğer “bunlar dalâlette idiler” derse katlolunur, böyle demeksizin nasm muşatemesi kabilinden olarak şetm etmiş ise şiddetli surette tenkil edilir.»

«Ülemayi, evliyayı kati veya bunlara seb — kebairden ise de — küfür değildir. Meğer ki istihlâl, istihfaf veçhile olsun, Osman ve Ali Radiyallahü Anhümayı katledenlerin küfrüne ulemadan bir kimse kail olmamıştır. Ancak haricîler, Hazreti Osmanı katledenin, Rafiziler de Hazreti Ali'yi katledenin küfrüne kail olmuşlardır.»
«Amma sahabeden birine sebbeden kimse, bil'icma' fasiktir, mübtedidir. Meğer ki bunun mubah veya sevap olduğuna veya sahabenin küfrüne mu'tekit olsun. Böyle bir kimse ise bilicma' kâfirdir» [S: 64 - 74.].

* Velhasıl: Sıffiyn vak'ası ve emsalindeki mukateleler, müslümanlığa adavet, müslüman kanının dökülmesini istihlâl tarikiyle olmayıp  mücerret bir hükmi şer'înin yerine getirilmesi içtihadına metni caiz görülmüş olduğu cihetle bunlardan dolayı kimse tekfir edilemez. Nakledilen hadislerin onlara şümulü yoktur. Akaidi diniyemiz, böyle yanlış zehablara mani'dir.

*   (8)   Soru:
Sahibi müslimde Sa'd ibni ebi Vekkas hazretlerinin oğlu Amir'den rivayet olunuyor ki: Ebu Süfyan oğlu Muaviye, Sa'de emredip demiş ki: «Ebüttürabe sebbetmeden seni ne men'etti?» O da, Resuli Ekremin imam Ali hakkında beyan buyurmuş olduğu üç şeyi zikrederek ona asla sebbetmiyeceğini söylemiştir. [ Bu üç şey, Hazreti Alinin Resulüllah yanında Hazreti Harun mesa¬besinde olması, Hayber gazvesinde islâm sancağının Hazreti Ali'ye tevdi' edilmesi ve İmam Ali ile Fatima, Hasan ve Hüseyin Hazeratı hakkında Resuli Ekremin; (   اللهم هؤلاء اهلي “Ey Allahım  bunlar benim ehli beytimdir.” buyurmuş olmasıdır.]

Bu hadis, Muaviyenin Hazreti Ali'ye sebbedilmesini istediğini göstermez mi?

Cevap :

Bu bir hadîsi nebevi değil, Âmirden rivayet edilen bir haberdir. Bu, Hazreti Muaviyenin seb ve şetme taraftar olduğunu göstermez.
Evvelce de yazdığımız veçhile seb, bir zatın kusurlarını, ayıplarını söylemektir. Hazreti Osmanın şehadetinden dolayı dedikodu çoğalmış, bazı kimseler, bu hususta Hazreti Alinin müsamahada bulunduğuna kail olmuşlardır. Sa'd İbni Ebi Vekkas gibi muhterem, hakikatbîn zatlar ise işe karışmamış, lisanlarını tutmuş, takdiri ilâhînin tecellisini ibretle seyre dalmışlardı.                                                       .
İhtilâl zamanlarında maalesef bazı güftügûler, kötü zanlar, seb ve şetimler olabilir. İşte bundan dolayı olmalı ki, Hazreti Muavyie, Sa'd İbni Ebi Vekkas Hazretlerine hitaben:  Haz¬reti Osmanm şehadetinden dolayı bir çok kimseler, İmam Ali hakkında ta'n ve teşni'de bulundular, sen neden bunlara iştirak etmiş bulunmadın» demiş, onun fikrini anlamak istemiş, Hazreti Ali hakkında tashihi fikre medar olacak bir hakikatin, bir hüsni şehadetin bu vesile ile belirmesini bir gaye edinmiştir.

* İşte Sahihi müslim sarihi İmam Nevevînin nakledeceğimiz sözleri de bu mutaleamızı teyid etmektedir. Müşarünileyh diyor ki: «Bu sözde Hazreti Muaviyenin Hazreti Sa'de sebb ile emrettiğine dair bir sarahat yoktur. Ancak ondan sebhe mani' olan şeyin neden ibaret olduğunu sormuş bulunuyor. Sanki demiş oluyor ki: Bu sebden teverrü veya havf veya başka bir sebepten dolayı mı imtina' ettin?. Eğer teverrü'an imtina' ettin ise musibsin, muhsinsin ve eğer başka bir sebepten dolayı imtina' ettin ise onun için de başka cevap vardır. Ve me'muldür ki, Sa'd Hazretleri İmam Ali'ye sebbeden bir taife arasında bulunmuş, bu hâlete şahid olduğu halde onları men'edememiş, Hazreti Muaviye de ona bu suali sormuştur. Maamafih bu sualin başka bir tevile de ihtimali vardır. Bunun ma'nası: «Ya Sa'd! Sen neden İmam Ali'yi reyinde, içtihadında tahtie edip de bizim reyimizin, içtihadımızın güzelliğini nâsa izhar etmedin, seni bundan ne men'etti?» damek de olabilir [Şerhi Nevevî. Cilt: 5. Sahife: 155.].

Görülüyor ya, bu sualin ne kadar tevcihlere ihtimali var¬dır. Artık buna istinad ederek Hazreti Muaviyenin İmam Ali Hazretlerine sebbedilmesine taraftar bulunmuş olduğuna kail olmak doğru olamaz.

*   (9)   Soru:
Muaviye, vefatından birkaç gün evvel oğlu Yezit gibi bir zâlimi halife makamına veliyyiaht tayin edip bu habisin vasıtasiyle de Peygamber Efendimizin en sevgili evlâdı olan İmam Hüseyni on sekiz evlâdiyle şehid ettirmemiş midir?

Cevap:

Malûm olduğu üzere İmam Hasan radıyallâhüanh Efendi¬miz, kendi arzusiyle hilâfeti Hazreti Muaviyeye devretmiş, bu devir senesine (ammül'cemaa) denilmiş, bu sayede İslâm ale¬mindeki ihtilâf bertaraf olarak müslümanlar, dini Islâmın inti¬şarına, fütuhatı İslâmiyenin tevalisini te'min için çalışmaya va¬kit bulmuşlardı. Hazreti Hasanın bu fedakârlığı, bir mucizei Nebeviye olmak üzere evvelce bir lisanı sitayiş ile tarafı Nebeviden  şöylece beyan buyrulmuştu:      إن هذا ريحانتي وإن هذا ابني هذاحسى أن يصلح الله به بين فئتين من المسلمين [Hilye. Savaik. S: 82.]
Ya'ni: Bu, benim reyhanımdır, benim bu oğlum Hasan, Seyyitdir, umarım ki Allah Taalâ bununla iki İslâm cemaatinin arasını ıslâh buyura.

İşte bu hadisi şerif ile bu hâdise evvelce haber verilmiş ve her iki cemaat da müslim olmakla tavsif buyrulmuştur. Nihayet Hazreti Muaviyenin ahirete intikal zamanı yaklaşmıştı, âmme riyasetini ihraz edecek bir kimseye lüzum vardı. O zaman kuvvet ve satvet de Ümiyye hanedanında idi. Bunlar, bu riyasetin başka hanedana intikalini istemezlerdi, aksi takdirde yeniden ihtilâl yüz gösterebilirdi.

Hazreti Muaviye ise oğlu Yezidde bir kabiliyet ve iktidar görmekte idi. Yezidin fısk ve fücur ile me'lüf olup olmadığı o zaman malûm değildi. Bilakis Yezit, ordularda kumandanlık etmiş, İstanbulun muhasarasında bulunmuş, dirayetiyle temayüz eylemşti. Kostantîniyeye ilk gazada bulunacak müslümanların mağfur olacaklarına dair, Sahih Buharîde münderiç: (اول جيش يغزواالقسطنطنية مغفورلهم) hadisi şerifi de mevcut bulunuyordu. Hattâ rivayete nazaran Yezit, bu mağfuriyet müjdesine nâiliyet için bu gazaya iştirak etmişti.
Etraftan bazı zî nüfuz kimselerde Hazreti Muaviyeye müracaat ederek Yezidin veliyyiahd ta'yin edilmesini tavsiyede bulunuyorlardı.

* Vaktiyle Hazreti Alinin taraftarları, onun şehadetini müteakib bir çok ekâbiri Ashab mevcut olduğu halde muhterem mahdumu Hazreti Hasana küfede bey'at etmiş, onu pederi Ali kadrinin yerine Emirülmü'minîn intihap eylemişlerdi. Aradan yirmi sene kadar bir müddet geçmiş, binnisbe ekâbiri ashab azalmış idi. Şimdi de Hazreti Muaviyenin vefatında yerine oğlunu Şamda veliyyülemir intihab etmek istiyorlardı. Hattâ Küfe valisi «Elmüğiret ibni Şu'be» kendi mevkiini tahkim için veya başka bir maksada mebni Hazreti Muaviyeye demiştir ki: «Ya Emirülmü'minîn!. Hazreti Osmandan sonra dökülen kanları, zuhur eden ihtilâfları görmüş bulunuyorsun, Yezidin sana halef olmak kabiliyyeti vardır, onu veliyyiahd yap, sana emri¬hak vaki olursa o nas için bir kehfi aman olur ve sana bir halef bulunur, kan dökülmez, fitne zuhur etmez» [Tarihi kâmil: Cild: 2. Sahife: 198.].

İşte bu gibi tavsiyelere, düşüncelere binaen Hazreti Muaviye  Yezidi veliyyiaht ta'yin etmiş ve kendisine her taraftan bey'at merasimi yapılmıştı. Ârtık Yezidin bil'ahara yaptığı fenalıklardan dolayı Hazreti Muaviye neden mes'ul tutulsun?.

* Muhaddislerden hafız îbni Hacer merhum, (Feth) un¬vanlı eserinde diyor ki: «Hazreti Muaviyenin re'yine göre hükümet makamına daha kuvvetli, re'yi ve ma'rifeti daha fazla olan bir zat, daha evvel İslâma gelmiş, diyanet ve ibadet hususunda daha ileri gitmiş zatlara takdim edilir. Çünkü bu, bir riyaseti âmmedir, umumun idaresi hususunda fazla maharet ve ma'rifete lüzum vardır. Nitekim Resulullâh sallallâhü aleyhi vesellem ba'zı gazvelerde maharetlerinden dolayı ikinci derecedeki Ashabı kiramından kumandanlar ta'yin eder bunların maiyyetlerinde en büyük Ashabmı bulundururdu. Ezcümle Kuzaa kabilelerine karşı yapılan bir gazvede Amr İbnil'as kumandan ta'yin edilmiş, kendisine muhacirlerden, ensardan üç yüz zat terfik edilmişti. Bilâhara yardımına gönderilen iki yüz zat içinde Hazreti Sıddik ile Hazreti Ömer de bulunmuştu.
İşte bu cihetle Hazreti Muaviye de kendisini ve ba'dehu oğlunu bu riyasete ehil görmüştü. Yoksa diğer zevatın yüksek fazilet ve diyanetlerini görmez, takdir etmez değildi.»
«Sahabei kiramın fukahasından olan ibni Ömer hazretleri, bu reyde değildi. Ona göre fâdil varken  mefdule bey'at edilemezdi. Meğer ki bir fitne zuhurundan korkulsun. İşte böyle bir fitne tahaddüs etmesin diye îbni Ömer radıyallahü anhüma evvelâ Hazreti Muaviyeye, badehu Yezide beyat etmiş ve bey'ati bozmadan oğlunu, men eylemiş, daha sonra da Abdülmelike beyatte bulunmuştu»   [Dehlevînin Tühfetülisna aşeriyesi. s: 34.].

 * Filhakika pek mütefekkir bir âlim, bir müverrih olan ibni Haldun da şöyle demektedir:              
«Ve kezalik: Muaviye dahi iftirakı kelime havfiyle oğlu Yezidi veliyyiahd edip kendinden sonra emri hilâfeti ana tak¬lit ve tafvize muzdar oldu. Zira Muaviyenin kavm ve kabilesi olan Beni Ümeyye aşiretinin ekserisi, Yezkh anide ittiba' ve inkıyad edip kılâdei saltanatın gayre teslimine razı değiller idi. Şöyle ki: Eğer Muaviye, Yezidi veliyyiaht etmeyip şeriri dev¬leti ahara tafviz edeydi, cümhuru Beni Ümeyye, kıdemi nizaa kıyam ile müslimîn beyninde fitnei azime hudusuna bais olurdu.

Maahaza gerek Muaviye ve gerek eşrafı Beni Ümeyye, Yeziye hüsnü zan edip tanzimi umur müslimîne salâh ve liyakatine itikat ve azm ve hezmine vüsuk ve itimat ile ol süst ahdü peymanı veliyyiahd eyledi. Ve illa Hazreti Muaviye, zümrei kibarı Ashabı kiramdan olup kâtib-üssırrı vahyi rabbani ve ra¬kam nüvisi hitabı subhanî olmakla Yezit gibi faciri cairin fısk ve fesadı malûmı olduğu halde emaneti kübrayı hilâfeti ol ha¬ini mehine teslim etmek töhmetinden masunüssaha olduğu zahirdik [Mukaddimei ibni Haldun, c: 2. s: 21.].

Vehlasıl; Hazreti Muaviye, Yezidin âtideki mesavisini bilemezdi ve ondan riyaseti esirgemesi, bir fitne zuhuruna sebep olabilirdi. Bütün bunlardan ve daha bilemediğimiz sebeplerden dolayı Yezidi veliyyiahd ta'yin etmiş olması melhuzdur.
Maahaza Hazreti Muavîye, bir hutbesinde şöyle dua etmiş¬ti: «Ya ilâhi!. Ben Yezidi görmüş olduğum faaliyetinden dolayı veliyyiaht tayin ettim, artık sen onu umduğuma kavuştur, ken¬disine muin ol. Eğer onu veliyyiaht tayin etmeye beni babanın evlâdına olan muhabbeti sevk etmiş, o da ta'yin ettiğim şey'e ehil bulunmamış ise ona kavuşmadan ruhunu kabzet» [Savaikı muhrike: 134.].
Bu dua, müstecap olmuş, Yezit âmmed riyasetinde uzun bir müddet durmadan vefat etmiştir.

*  Hazreti Hüseynin şehadeti mes'elesine gelince Hazretî Muaviye bundan dolayı da mes'ul değildir. Bir kere bütün tarih kitapları müttefikan yazıyorlar ki, Hazreti Muaviye, hanedanı nübüvvete ve bilhassa Hazreti Hüseyne riayet ve ta'zim edilmesi için Yezide kafi surette emir ve tavsiyede bulunmuştu. Sonra Münahicüssünnede de beyan olunduğu üzere Yezid, Hazreti Hüseyinin katli için emir vermemişti. Maamafih farz edelim ki, Hazreti Hüseyni Yezid şehit etmiştir, fakat oğlunun bu günahı, Hazreti Muaviye için bir günah olmaz.
Çünkü Allah Taalâ: (ولا تزر وازرة وزراخرى) buyurmuştur.

* Evet... Hazreti Huseyn'nin şahadeti, islâm âlemini ilel-ebed büyük bir hüzün ve teessür içinde bırakmıştır. Fakat bu hâdiseyi hissiyata kapılmaksızın muhakeme etmelidir. Denilebilir ki, Yezid Şam’dan İslâm hükümetinin riyasetini işgal etmişti, haklı olsun olmasın hiç bir hükümdar, kendi aleyhine bir kuvvetin teşekkül etmesini hoş görmez. Aksi takdirde mevkiini hasımlarına terk etmesi lâzım gelir. Sonra Yezid, babasiyle İmam Ali arasındaki muhasemat neticesinde müslümanların büyük zararlara uğramış olduklarını görmüştü. Artık yeniden böyle bir fitnenin, felâketin zuhuruna meydan verilmesi, savap görülemezdi. Beri taraftan ise Kûfeliler, Şam hükümetine karşı durmak için hazırlıklarda bulunmak istiyor, başlarında da — maksatları terviç için — Hazreti Hüseyni bulundurmak ar¬zusunu gösteriyorlardı. Halbuki, Medinei Münevveredeki zevat, bilhassa îbni Abbas Hazretleri, halisane tavsiyelerde buluna¬rak: «Sakın Kûfelilerin davetine icabet etme, onlar sözlerinde durmazlar, icabında seni müdafaaya koşmazlar» diyorlardı.
Filhakika Küfelilerin mahiyetleri ma'lûm idi, îmam Ali'ye ne kadar zahmet vermiş, o mübarek zatı ne kadar dilgir etmişlerdi. Hazreti Ali'nin hutbeleri buna şahiddir. Fakat Hazreti Hüseyin, yapılan tavsiyeleri dinlemedi, takdiri ilâhî, kendisini kutsal yuvasından çıkardı, Küfeye müteveccihen hareket etti. Kerbelâ sahrasında bütün ehli imanın gözlerini yaşlar, kalblerini hüzünler içinde bırakan o pek dilsûz şahadet hâdisesi vuku' buldu. Acaba bu hâdisenin bu suretle tecellisine Yezid razı mı idi?.. Onu ancak Allah Taalâ bilir.

* Biz yine mütefekkir, müdekkik âlimlerimizin sözlerini nakl edelim. Şeyhülislâm  İbni   Teymiyye merhum diyor ki:

«Ehli naklin ittifakı vardır ki, Yezid Hazreti Hüseynin öldürül¬mesini emr etmemişti. O, ancak Hazreti Hüseyni Irak vilâyetine gitmekten men' ediniz diye îbni Ziyâde yazmıştı. Hüseyin Radıyallahü anh ise kendisine ehli ırakın yardım edeceklerini ve kendisine yazmış oldukları şeylere vefada.bulunacaklarını zannetmişti. Iraklılara amıcası oğlu «Müslim ibni Akîl»i gönderdi. Iraklılar ise Müslimi kati ve ona gadr edip îbni Ziyade bey'at ettiler. Hazreti Hüseyin, bunun üzerine geri dönmek istemişti. Fakat îbni Ziyadın tertib ettiği zâlim çete, kendisine kavuştu. Hazreti Hüseyin:

«Bırakınız beni, ya Yezidin yanına gideyim, veya beldeme döneyim, veyahud hududu geçeyim» dedi ise de bunlardan birini yapmasına müsaade etmediler, kendisini esir etmek istediler Hazreti Hüseyn ise bundan imtina' ederek ara¬larında harb vuku' buldu, O nuridîdei müslimîn mazlûmen şehid oldu. Radiyallahü Taalâ anh.»

«Yezid, Hazreti Hüseynin şehadetini haber alınca hanesinde ağlamış, hüzün ve keder göstermiştir. Hazreti Hüseynin ha¬rem dairesinden hiç bir kimseyi esir tutmamış, belki onun ehli beytine ikram etmiş, onları beldelerine mükerremen iade eylemiştir.» «Yezid, çok müteessir olmuş, «Allah İbni Mercaneye, yani Ubeydullah İbni Ziyade lâ'net etsin, yok, vallahi eğer Hüseyn ile aralarında bir karabeti rahmiyye bulunsa idi onu öldürmezdi, ben Hüseyni öldürmeksizin yalnız Irak ehalisinin itaatine razı idim, demiştir.»
«Yezid, Hazreti Hüseynin ehli beytini, en güzel teçhizat ile teçhiz ederek Medinei Münevvereye gönderdi. Şu kadar var ki Hazreti Hüseyn için intisarde bulunmadı, katilinin öldürülmesi için emir vermedi» [Minhacüssünne. c: 2. s: 226 - 249.]

* Cevdet Paşa merhum da şöyle yazıyor: «Ba'dehu İbni Ziyad, Hazreti Hüseynin seri saadetini vesair şühedayi kerbelânın rüusi saidelerini ve nisvan ve sıbyanı Şam'a gönderdi. Zeynülabidîn dahi anlarla beraber olup ancak ellerine bilekçe ve boynuna zincir vurdurdu. Şam'a vardıklarında Zübeyr İbni Kays, Yezidin huzuruna girdi, müjde verdi, Kerbelâ vak'asının tafsilâtını bildirdi. Yezidin gözleri yaş ile doldu. «Allah İbni Sümeyye'ye lanet etsin» dedi, ve Hazreti Hüseyne rahmet okudu. «Bana gelseydi anı afv ederdim» dedi ve Zübeyre bir şey vermedi... Sonra kadınlar, Yezidin harem dairesine idhal olun¬dular, hep saray halkı olan kadınlar gelip anlara ta'ziyet ve anlarla beraber matem ettiler ve neleri ahzu gasb olunmuş ise sordular. Zayiatlarını kat kat verdiler. Ba'dehu Yezid, Zeynel abidin Hazretlerinin demirlerini çözdü, anı yanma götürdü ve anı ve nisasını hareminde ayrıca bir daireye kondurdu, akşam sabah sofrasına davet eylerdi.>

* «Mervîdir ki Yezid, bu Kerbelâ vak'asından nâşi kulûbı ehli islâmın pek ziyade müteessir olduğunu görünce: «Allah o ibm Metcaneye lâ'net eylesin, Hüseyinin tekâlifini kabul et¬meyip de ani katlettirdi ve anın katliyle nâsı bana gücendirdi, kulûbi enamda benim için adavet tohumu ekdirdi, berr-ü facir hep halk, Hüseyinin katlini izam ederek bana buğz eder oldu¬lar, dermiş» [Kısasıenbiya. s: 225-228 c: 7.].

*   (10)   Soru:
Muaviye, oğlunun mahiyetini güzelce anlamış olmak lâzım gelmez miydi?. Bu zâlime neden, muhabbet etti?. Neden ona temayül gösterdi?. Onu valiyyiaht yapmakla intihap usulünü ihlâl etmiş olmadı mı?. Yezidin akıbetini nurı basiretle görmeli değil miydi?.

Cevap:       
                                                             
İnsanların mahiyetlerini, ahvali kalbiyelerini, fıtrî olan isti'datlarını, hallerinin akıbetini tamamı tamamına keşif ve ta'yin, insanlar için daima nasip olmaz. İnsanlar, böyle bir şey ile mükellef değildirler. Bunların bir kısmı gayba müteallik şeylerdir. İnsanlar ise gayba muttali' olamazlar. Resuli Ekrem Hazretleri bile Allah Taalâ bildirmedikçe gayba muttali' olamazdı. Nitekim: (لو كنت اعلم الغيب لا ستكثرت من الخير) âyeti kerimesi de bu hakikati nâtıktır.

Sonra insanların fikirleri, niyetleri, ahlâkî halleri vakit va¬kit tebeddüle uğrar, bazı kimseler, mahrûmülbidaye iken merzukünnihaye olur, bazıları da merzukulbidaye iken — Maazallah — mahrûmünnihaye bulunur.

Binaenaleyh her hangi bir kimsenin ahvalini, avakıbini evvelce keşif ve ta'yin etmek kolay, belki de mümkün değildir. Bu cihetle de hiç bir kimse böyle bir keşf ve ta'yin ile mükellef, bundan dolayı mes'ul olmaz.
Yezide gelince: Bunun hali de, Hazreti Muaviyece malûm değildi. Zaten o zamana kadar fena bir şöhret kazanmış bulunmuyordu. Artık Hazreti Muaviye, onun ileride bir zalim, bir gaddar olacağını keşfedememiş olabilir, bundan dolayı kendi¬sini mes'ul görmek doğru değildir.

* Evet... Hazreti Muaviye bu hususta da ictihadında, ka¬naatinde hatâ etmiş olabilir. Bu, beşeriyet muktezasıdır. Zaten peygamberlerden başka hiç bir kimse, masum, hatâdan masun değildir. Hattâ enbiyai izam hazeratı bile hakkında vahyi ilâhî bulunmayan bir kısım hâdiseler ve kararlar hususundaki icti hatlarında isabet etmeyebilirler. Şu kadar var ki, onların isabetleri vaki olmayınca hemen vahyi ilâhi ile kendilerine hakikat bildirilir. Onların ademi isabet üzere bulunmalarına imkân verilmez. Nitekim Tebük gazvesine iştirak etmemek isteyen bir takım kimselere Resuli Ekrem Hazretleri izin vermiş, onların dermeyan ettikleri mazeretleri ciddî sanmıştı. Bu bir içtihat neticesi idi. Fakat az sonra( عفاالله عنك لم اذنت لهم) âyeti kerîmesi nazil olmuş, bu izinde isabet bulunmadığı bildirilmişi idi.

Demek oluyor ki, en büyük nurı basirete sahip olan peygamberanı zîşan bile bazan böyle içtihatlarında lihikmetin isabetsizliğe maruz olabiliyorlar. Bu da beşeriyet muktezasıdır. Beşeriyetin, uluhiyete mahsus bir kemal ile, gayba ıttıla’ kud¬retiyle muttasıf olmadığına bir delildir.
Artık Hazreti Muaviye de bu husustaki ademi isabetinden dolayı mazur görülmek lâzım gelmez mi?.

«Hazreti Muaviyenin Yezide muhabbet ve temayülüne gelince: Bu, bir fıtrat mes'elesidir. Herkes kendi evlâdını fıtratın sever, ona meyleder. Fakat onun bu muhabbeti, Yezidin zulmüne, gadrine razı olduğuna asla delâlet etmez. Zâlimlere muhab¬betin ve temayülün ne suretle memnu olduğunu ilerideki sual vasıtasiyle izah edeceğiz.

* Hazreti Muaviyenin intihap usulünü tağyir etmiş olma¬sı iddiası da tetkika, tahlile muhtaçtır. Vakıa müslümanlıkta âmme riyasetini ihraz edecek zatm intihap ile ta'yini bir esastır. Fakat bu intihap, bütün ehalii islâmiyenin iştiraki suretiyle olmak müşkil ve âdeta muhal olduğundan bu cihet, ehli hall-û akd denilen zevatın intihaplariyle, mubayaalariyle yapılagel-miştir.

Meselâ: Hazreti Ebubekir, hastalığında bir ahdname yaza¬rak Hazreti Ömeri veliyyiahd göstermiş, bunu hanesi önünde toplanan zevatı kirama bildirmiş, onlar da muvafakat göstermekle bu intihab yerine getirilmiştir. Hattâ Aşerei Mübeşşereden Talha Hazretleri, Hazreti Ömer'in fitretindeki şiddet ve celâdeti düşünerek Hazreti Sıddık'a hitaben: «Sen Ömerfi veliyyiahd mi ettin?. Sen var iken anın halka nasıl muamele etti¬,ğini gördün, yalnız kaldığı halde ne yapmaz. Allanın huzuruna vardığında raiyyeyi senden sorar.» demiş, Hazreti Sıddık da: «Rabbime mülâki olup da benden de sual ettik de: «Yarabbi! kullarının umurunu anların en hayırlısına havale ettim» diye cevap veririm demiştir [Kısasül enbiya cüz: 6. s: 484.].

Kezalik: Hazreti Ömer de vefatından evvel, altı zattan müteşekkil bir şûra heyeti ta'yin etmiş, kendisine halef olacak zatın intihabını onlara havale eylemişti.
Görülüyor ki intihabın müttefikan yapılması lâzım gel¬miyor, her halde yapılan intihaba karşı böyle muhalifler de bulunabilir. Fakat hall-ü akd erbabının ekseriyetle kabul ve mubayaası kâfi görülmüştür. İmam Ali Hazretlerinin intihabı da öyle olmuştu. Zaten zamanımızda da her yerde intihablar böyle ekseriyetle yapıla gelmektedir.

İşte Hazreti Muaviye'de bir çok kimselerin tavsiye ve tensıbleri üzerine Yezidi veliyyiahd ta'yin etmiş, bununla beraber bütün erbabı hallü akdin, bütün valilerinin mubayaalarına, lüzum görmüş, bu mubayaa ekseriyeti âzime ile icra edilmiş, bu¬na yanlız Hazreti Hüseyn, Hazreti Abdullah ibni Zübeyr gibi bazı zatlar muhalif kalmışlardı.           
Evliyai umurun veliyyiahdlığı ve întihab ve mubayaası hakkındaki ahkâm, Şerhi Mevakıf, Şerhi Makasid gibi akaid kitaplarımızda mufassalan yazılmıştır. Fazla malûmat için on¬lara müracaat edilebilir.

* Daha kıymetli, ma'nen daha yüksek zatlar dururken Yezidin o makama neden getirilmiş olduğuna dair evvelce malumat vermiş bulunuyoruz.
Hülâsâi kelâm: Bu bir hadisei tarihiyedir ki, bir takdiri ilâhî muktezası olarak bundan bin üç yüz sene evvel vuku' bulmuştur. (Olmuş amma olmasaydı keşke) demekten başkası zaittir. Bu gün biz, bundan mes'ul değiliz, bundan dolayı kendilerine mes'uliyet teveccüh edecek kimseler var mıdır, yok mudur, bu da bizce sabit, yakinen malûm değildir. Artık bunu bahane ederek büyüklere, dine hizmetleri beynelmüslimîn. sabit olan zatlara dil uzatmamız asla doğru olamaz.
  ومن سعادة تركه مالا يعنه

*  (11 Soru:
(

(...  ولا تركنوا الي الذين ظلموا) âyeti kerimesi Muaviyenin oğlu zalim Yezide meyletmesine mani' değil midir?. Onu veliyyiaht tayin etmesi ise bir meyil sayılmaz mı? Zalime meyil; bir zulüm, bir günah olduğundan o halde zalime meyletmiş olan Muaviyeye de meyletmemek lâzım gelmez mi?.

Cevap:

Bu suale cevap vermeden evvel, mezkûr âyeti celîle ile nehy edilmiş olan rükûnun neden ibaret olduğunu kaydedelim.

Tefsirlerde deniliyor ki: Rükün, bir şeye düşkün olmak, bir şeye sevgi ile meyletmektir. Nakizi, nefrettir. Muhakkiklere göre nehy edilen rükûndan murat, zalimlerin yaptıkları zulme razı olmak, zalimlerin zulmüne ortak olmak, zalimlerin tuttuk¬ları zulüm ve itisaf yolunu zalimlerin ve başkalarının yanında tahsîn ve tezyin etmektir [Tefsiri Kebir, c: S. s: 141.].

* Şimdi cevaba gelelim: Şüphe yok.ki zulm, nazarı islâmda en büyük bir ma'siyettir. Zalimlere meyletmek, onların zulümlerini tervic eylemek azabı ilâhîyi caliptir. Çünkü zulüm, haddi tecavüz etmek, ilâhî hükümlere kasten muhalefette bulunmak demektir. Buna ise elbette Hak Taalânın rızası yoktur. Kur'an lisanında zulm ile en ziyade küfür ve kebaire inhimak manâsı irade olunmaktadır.

Zulmün cezası, derecesine göre tebeddül eder. Peygamberlerden başka hangi bir insan vardır ki, zulümden tamamen vareste bulunmuş olsun?. Hangi bir insan vardır ki, dinî ve dünyevî vazifelerini günü gününe bir intizam dairesinde ifaya mu¬vaffak olmuş bulunsun? işte bunların mes'uliyetleri elbette mütefavittir.

Velhasıl: Zulm, makduhtur. Zulmü itiyat eden, zulümden tâip ve müstağfir olmamış bulunan kimselere bu zulümleri ba¬kımından temayül, caiz değildir.
Fakat her hangi muayyen bir şahsın ef'al ve harekâtının ne gibi saikleri olduğunu bilmeden zulmüne kail olmak, bahusus onun tâip ve müstağfir olup olmadığına, âhırete ne vechile gittiğine kat'î surette vâkıf olmadan ona meyil ve muhabbeti bir günah saymak caiz olamaz.

İşte Hazreti Muaviye, hakkında da hüküm böyledir. O kasten zulüm etmiş midir?. O oğluna onun zalim olduğunu veya zulüm yapacağını bildiği halde o zulme razı olarak kendisine meyletmiş midir?. Yahut Hazreti Muaviye bir zulümde bulunmuş ise bundan tâib ve müstağfir olmuş mudur, olmamış mıdır?, onun hakkında afvi ilâhî tecelli etmiş midir, etmemiş midir? bütün bunlar bizce meçhul. O halde onun hakkmda hüsni zanda bulunmak, onu Resuli Ekremin ashabından olduğu cihet¬le tebcile lâyık görmek ne bir zulümdür, ne de zulme, zalime bir meyildir. Böyle bir meylü muhabbet, asla zulme rıza, zalimlere muhabbet sayılmaz. Bahusus onu tezkiye eden bir çok âsâr mevcut bulunuyor.

* Şunu da ilâve edelim ki: Hazreti Muaviye aleyhinde bulunmamak, onun Hazreti Ali'ye karşı yaptığı bir hareketi her halde sevap görmek sayılamaz. Ancak bu cihet, ilmi ilâhîye aittir. Bizim vazifemiz ise bütün ashabı kirama karşı hürmetten ibaret olduğundan bu hususta lisanımızı tutar, âhırete irtihal etmiş olan o gibi yüksek zatlar hakkında dedikoduyu zait görürüz.

* Şu da malûmdur ki: Zalime meyilden memnu' olan insanlar, her hangi zalime adavet göstermekle, sebb-ü şetm etmekle mükellef değildirler. Böyle bir hareket de ayrıca bir zulm olur. Zalime karşı kimsenin zulmetmeğe hakkı yoktur. Zalimin bir cezası varsa o şer'î veya kanunî bir dâirede tatbik edilir veya afvolunur. Yoksa her hangi bir kimsenin kalkıp da «şu zalimdir» diye ona söğüp saymaya, ona tecavüz ve hakaret etmeğe hakkı olamaz.
Deniliyor ki: «Bir çok mazlumlar vardır ki, zalimlerinden ziyade günaha girer, onlardan daha fazla azaba mustahık olurlar.» Bunlar, gördükleri zulümden ziyade zalimlerine hakaret eden, söğüp sayan kimselerdir.

Hulâsai kelâm, zalime meylin memnuniyeti, zulmün kasten yapılmış olması, muhakkak bulunması, tövbeye, afvi ilâhîye mukarin bulunmaması ve zulmün terviç ve tahsîn edilmesi takdirindedir. Nitekim Ebulfazlı Kâzirunî, Kazı tefsiri haşiyesinde şöyle diyor: «Hafi değildir ki bu âyeti kerimede zalime meyilden nehy edilmesi, tâibin gayrisi hakkındadır. Günahından tövbe etmiş olan kimse ise günahı olmayan gibidir  [c: 3. s: 124.].

* Hazreti Muaviyenin oğluna meyil ve muhabbetine gelince: Bu da tafsile tâbidir. Bir kerre bir babanın evlâdına me¬yil ve muhabbeti fıtrîdir. Hiçbir kimse bundan dolayı mes'ul olamaz. Bir kerre düşünmeli. Kim vardır ki evlâdının hayrini. istikbalini düşünmesin, evlâdına karşı kalben fıtrî bir meyil duymasın?  Adiye kimin evlâdı vardır ki, bütün fezail ile muttasıf olsun, kendisinden Allahına, halka veya nefsine karşı zulüm sayılacak bir şey sudur etmemiş bulunsun. Peygamberanı ziyşandan başka kim ma'sumdur.

Hattâ gayri müslim olan Zevil'-erhama karşı bile kalbde bulunan bir meyil ve rahmet muahazayı müstelzim değildir. Nitekim Allâme Kâzirunî, yine Kazı tefsirinin haşiyesinde: (فهذه الرحمة طبيعية غير موأحذ بها) diyor.

Ya'ni: Gayrı müslim olan Zevilerham hakkındaki meyil ve merhamet dahi tabiî olduğundan bununla kimse muaheze olunamaz [Haşiyeli Kâzı tefsiri c: 5. s: 129.].

Binaenaleyh âyeti celîledeki meyilden murat, bir kimsenin zalimlere zulümlerini bile bile meyletmesi, onların zulümlerini terviç ve tahsîn eylemesi, onların bu zulümlerinden dolayı kalben müteessir bulunmaması gibi hallerdir. Ve illâ hiç birimiz için halâs imkânı yoktur. Cenabıhakkın afvü merhametine iltica eder, zalimlere temayülden korunmamızı atıfeti subhaniyesinden niyazda bulunuruz.

Artık Yezidin istikbale ait zulm-ü cevri, Hazreti Muaviyece malûm bulunmuş değildi ki, ona meylinden, muhabbetinden dolayı mes'ul olsun. Yezidin eğer i'zam edildiği derecede zulmü varsa o, hükümet reisi olduğundan sonradır. Hazreti Muaviye, bunu evvelce keşfetmiş bulunmakla mükellef tutulamaz.

* Biz, tarih kitaplarında görüyoruz ki: Hazreti Muaviye, görülen lüzuma, bir fitnenin ademi zuhuruna ve birçok kimselerin tavsiyelerine ve daha kimbilir ne gibi sebeplere mebni Yezidi veliyyiahd tayin etmekle beraber ona müessir nasihat¬lerde bulunmuş, ezcümle hanedanı nübüvvete pek çok hürmet¬lerde bulunmasını tenbih etmiş, adaletle icrayi hükümette bu¬lunmasını ihtar eylemişti. Eğer bu veliyyiahtlik hususunda bir isabetsizlik varsa şüphe yok ki bu, sonradan anlaşılmıştır. Mu¬kadderat böyle tecelli edecekmiş, insanlar gayba muttali, olmadıkları cihetle bu gibi istikbale ait hâdiselerden mes'ul tutulamazlar. Nitekim buna yukarıda da işaret etmiş bulunuyoruz.

Binaenaleyh «her zalime muhabbet eden lâ'nete mustahık olur. Muaviye de zalim olan oğluna muhabbet etmiştir, o halde oda —hâşâ— lâ'nete müstahaktır» tarzında bir kıyas yaparak
bununla istidlale kalkışmak,  bununla hangi bir vaizin iskât edilmiş olduğunu iddia etmek, mantık bakımından bir kıymeti hâiz olamaz.                                           

* Mantık kaidelerini bilenlerce aşikârdır'ki: Bir kıyasın sugra ve kübra denilen mukaddimeleri sabit, müsellem olmadıkça neticesinin kıymeti olamaz. Bu kıyasın mukaddimeleri ise böyle mutlak surette sabit, müsellem değildir ki böyle bir hüküm doğru olsun. O halde böyle bir kıyas, mugalâta sayılır.

Evet... yukarıda da dediğimiz gibi zalime zulmünü hoş gör¬mek sureti ile meyil ve muhabbet, lâ'nete sebep olabilir. Fakat bir zalime zulmünü hoş görmemekle beraber mücerret fıtrî bir alâkadan dolayı meyi ve muhabbet, lâ'nete asla sebep olamaz. Sonra Hazreti Muaviyenin oğluna muhabbet gösterdiği de onun zulmünden evvelki bir tarihe müsadiftir, onun zulmüne şâhid olduğu halde ona meyil ve muhabbet göstermiş olduğu sabit değildir ki, böyle bir lanete istihhakı iddia edilebilsin. Bu gibi hususlarda sui zann ise kâfi değildir, karineler, çok kerre insan¬ları aldatır, bir şeye hüküm verebilmek için onun kat'î surette sübutu  lâzım  gelir.   
Bunun   içindir   ki   bir   hadisi   şerifte:
اذا رايت مثل الشمس فاشهد )  buyurulmuştur. Bir şey güneş gibi ap açık bulunmadıkça onun hakkında nasıl şehadet edilebilir? Nasıl hüküm verilebilir?

* İşte bizler, ne Hazreti Muaviyeyi gördük, ne de zamanına eriştik, oğlunu ne gibi maksatlara mebni kendisine veliyyiaht ta'yin ettiğine de kat'î surette vakıf değiliz. Bu hususa dâir evvelce de malûmat vermiş bulunuyoruz. Bundan dolayı hazreti Muaviyenin her halde zalime meyil ve muhabbet etmiş olduğuna nasıl hükm edilebilir? Oğlunun ileride zülm edeceğini bilmekle mükellef olmadığını da defeat ile kaydetmiş bulunuyoruz.
Artık böyle vaizlara isnat edilen hikâyelerle veya tarihlerin bin bir çeşit muhtelif rivayetlerile bir hükmi şer'i sabit olamaz.

Eğer «Revzatül'ahbar» kitabında yazılan vaiz böyle bir itiraza karşı sükût etmiş ise ya aczinden dolayı sükût etmiştir, veya aczinden, mülzem olduğundan dolayı değil, sâilin söz anlar bir kimse olmadığına kail bulunmuş olduğundan dolayı sükût etmiştir. Filvaki sâilin bir çocuk olduğu da kaydedilmiştir [Ruhulbeyan c: 1. s: 122.].

*   (12)   Soru:
(الا لعنة الله على اظالمين) Âyeti kerimesi de zalimlere lâ'net edilmesinin cevazını göstermiyor mu?. O halde Yezid gibi, Haccac gibi her zülm edene la'net edilmez mi?.

Cevap:

Bu ayeti celile ile her zulmeden muayyen kimse hakkında lâ'netin caiz olduğuna istidlal doğru değildir. Bir kerre bu nazmı Kur'anînin evvelini ve ahırını okumalı da ondan sonra hangi zalimlerin lâ'netine müstahık olduğunu anlamalıdır.
Bu lâ'net, Allah Taalâya iftira eden kâfirlere mahsustur. Bunu bu âyeti celîle sarahaten gösteriyor ve bu zalimlerin ev¬safını da:  الذين يصدون عن سبيل الله  ) âyeti celilesi tasrih ediyor.

Ya'ni: Buyurulmuş oluyor ki, «Allahın lâ'neti o zalimler üzerinedir ki, onlar nasıl Allahın yolundan menederler, Allanın di¬ninde şüphe uyandırmak için âyetleri tebdil ve tağyire kalkı¬şırlar, ahıreti de inkâr ederler.»
îşte görülüyor ya, bu âyeti kerimede ki lâ'net, lâfzı bu vasıf¬ları cami' olan zalimlere müteveccih bulunuyor. Araf surei celilesinde de bu âyeti kerime, aynen tekerür ediyor, orada da:
(ان لعنة الله على الظالمين) nazmı şerifi: (  الذين يصدون عن سبيل الله  ) âyeti celilesiyle takyit olunuyor.
Bütün bunlar gösteriyor ki, bu âyetlerdeki zâlimlerden murat, herhangi bir zâlim değil, belki bu dört vasfı cami' olan zalimlerden ibarettir [Tefsiri kebir c: L s: 321].

O halde herhangi bir müslümanun ve bilhassa sahabei kiramdan veya tabiînden bir zatın yapmış olup olmadığı bizce her nehci şe'rî sabit olmayan bir zulumdan dolayı la'nete maruz olacağına bu âyeti celile ile istidlal olunamaz.

* Peygamberlerden başka masum kimse bulunmadığı cihetle bayatında az çok zulm etmemiş kim vardır?, dinî vazife¬lerimizden her hangi birini terk ve ihmal, hukuki ibade az çok tecavüz birer zulümdür. Bu gibi zulümlerden acaba sual sahibi de azade midir?. O halde her zulm edene lâ'net edilmesi tecviz edilecek olsa bundan kim kurtulabilecektir?.
Doğrusu âyeti celilenin sibak ve siyakım nazara almaksızın onlara gelişi güzel ma'nâ vermeye kalkışmak, onlardan istidlale cür'et etmek, büyük bir hatadır, hattâ denilebilir ki, la'neti
müstelzim olacak büyük bir zulümdür. (من فسر الفرأن برأية فقد كفر) hadisi şerifi malûmdur.

* Maatteessüf bir çok kimselerin dilleri ona buna lâ'net etmeye alışmış bulunmaktadır. Halbuki bu büyük bir günahtır. Lisanları bundan muhafaza lâzımdır. Mes'elenin ehemmiyetine mebni buna dâir biraz malûmat verilmesini fâideli görmekteyim. Binaenaleyh «Minhacüssünne» den aşağıdaki satırları hulasaten naklediyoruz:
ان لعنة الله على الظالمين) ayeti celîlesi, zülmun lâ'nete sebep olduğunu iktiza ediyor. Fakat bunun mucebi, ya tevbe ile veya günahı mahveden hasenat ile veya günahları örten mesaib gibi racih bir arıza ile mürtefi' olabilir. Artık insan nereden bilebilir ki, Yezid veya Zalemeden her hangi bir şahıs, yapmış olduğu zulüm günahından tevbe etmemiştir, veya zulmünü mahvedecek hasenatta bulunmamıştır, veya zulmünü mükeffir olacak ya'ni: setr ve mahvedecek musibetlere duçar olmamıştır, veya Allah Taalâ onu mağfiretine mazhar etmeyecektir?.. Halbuki, Kur'anı Kerimde: (ان الله لايغفر ان يشرك به ويغفر ما دون ذلك لمن يشاء) buyurulmuştur.
Binaenaleyh Hak Taalâ Hazretleri, şirkten başka her hangi bir zulmü, her hangi bir günahı dilerse afv buyurur. Artık fi¬lân şahıs, mutlaka zâlimdir, mutlaka azaba uğrayacaktır, diyerek hakkında lâ'net han olmak nasıl caiz olabilir?.

Yine ibni Teymiye merhum, «Minhacüssünne» de şöyle diyor: «Sahihî Buharide ibni Ömer radıyallahü ahhden naklen sabittir ki, Resuli Ekrem, sallallahü aleyhi ve sellem:
 (اول جيش يغروا القسطنطنية مغفور لهم) buyurmuştur. Kostantıniyyeye ilk gaza için giden îslâm ordusunun emiri ise Yezid idi. Ceyiş ise muayyen adeddir mutlak değildir. Bu ceyişin fertlerine mağfiretin şumuli işe zalimlerden teker teker her birine la'netin şümulünden daha kuvvetlidir. Çünkü ceyiş, ahasdir, muayyen efrattan ibarettir. Hattâ denilmiştir ki Yezid, bu hadisi şeriften dolayı Kostantıniyye seferinde bulunmuştur.»

«Ve yine biliyoruz ki müslümanların ekserisi elbette zulümden berî değildir. Eğer bu kapı açılacak olsa müslümanların ölülerinden birçoklarına la'net edilmesi caiz görülmüş olur. Allah Taalâ ise müslümanların ölüleri için selât ile emrediyor, onlara la'net ile emretmiyor.»
«Sonra ölülere la'net hakkındaki söz, dirilere la'netten daha büyüktür. Çünkü Peygamber Efendimizden ehadisi sahiha ile sabit olmuştur ki: ölülere sebb etmeyiniz, zira onlar, takdim etmiş oldukları şeylere gidip kavuşmuşlardır.»

«Diğer bir hadîsi şerifde de buyurulmuştur ki: «Ölülerimi¬ze sebb etmeyiniz, sonra dirilerimize eza etmiş olursunuz.» Bu hadisi şerif, bazı zatların Ebu Cehl ve benzerleri gibi küfr üze¬re ölmüş kimselere sebb ettikleri bir zamanda varid olmuştu. Bunlara sebb edenler, bunların müslüman olan kariblerine eza etmiş olurlardı» [Minhacüssünne c: s: 252.].

* Bu hususa dair İhyaül’ulum ile şerhinde münderiç olan malûmatı da hulaseten kaydedelim. «La'neti iktiza eden sıfatlar, küfür, bida't ve fıskdan ibaret olmak üzere üçtür. Bu üç sıfatdan dolayı yapılacak la'net de üç mertebeye ayrılır. Birincisi: Vasfıaam ile yapılacak la'nettir: Allahın la'neti kâfirleredir, mübtedileredir, fasikleredir» denilmesi gibi. İkincisi: Vasfıaam-dan ehas bir vasıf ile yapılacak la'nettir: Allahın la'neti Mecu-sîleredir, kaderiyeleredir, haricîleredir, zanileredir, zâlimleredir» denilmesi gibi. Şu kadar var ki mübtedilere la'netde hatar vardır.

Çünkü bid'atı bilmek müşküldür, bunun hakkında masûr bir lafz varit olmamıştır, avammı nasın bundan men'edilmesi lâyıktır. Zira bu, misliyle muarazeyi, mukabeleyi davet eder, nas arasında nizai tahrik ederek bundan büyük mefsedetler neş'et eyler. Üçüncüsü: Muayyen şahsa yapılan la'nettir: Allah'¬ın la'neti filân kâfire veya fasıka veya zâlimedir» veya «Allah ona la'net etsin» denilmesi gibi. Bunda hatar = helake yakın olmak vardır».

«Eğer muayyen bir şahıs hakkındâ la'net, şer'an sabit ise onun hakkında la'net edilmesi caizdir, Ebu Cehle, Ebu Lehebe la'net edilmesi gibi. Fakat böyle olmayan muayyen bir kâfire, meselâ: Zamanımızdaki bir mulhide la'net edilmesi muhatara¬lıdır. Çünkü olabilir ki o; ihtida eder, taib ve müstağfir olur, indallah mukarreblerden olarak vefat eyler. Artık onun mel'un olduğuna nasıl hükmedilebilir?. Ve onun la'nete hedef olması nasıl istenilebilir?. Böyle bir la'net, onun küfür ve fisk üzere ölmesini istemektir. Bu âdeta bir şahsın küfrüne, fiskıne rızayı tazammun eder, küfre rıza ise küfürdür.»

«İbni Hacerimekkî diyor ki: İmamlarımızın kaidelerine uygun olan da budur. Çünkü onlar, sarahaten bildirmişlerdir ki: Muayyen bir şahsa la'net caiz değildir. Meğer ki küfr üzere öldüğü malûm bulunsun. Ebu Cehil, Ebu Lehep gibi.»
«Artık muayyen bir kâfir hakkında'böyle la'net edilmesi, muhataralı olup caiz görülmeyince fâsık veya zâlim olan muayyen bir müslüman Hakkında da caiz olmıyacağı evleviyetde kalır.»

Evet... Eşhasa lanette hatar vardır, bundan kaçınmalı. Meselâ: Şeytana bile la'netten sükûtta hatar yoktur, halbuki onun hakkında tarafı ilâhiden: عليك لعنتى الي يوم الدين. ) buyurulmuştur. Artık başkaları hakkında sükût edilmesine ne hatar bulunabilir?.»
«Denilse ki: Yezide la'net caiz midir?. Çünkü o, Hazreti Hüseynin katilidir veya katlini emr etmiştir. Deriz ki: Bu asla sabit olmamıştır. Bir kerre Hazreti Hüseyni binefsihi kati etmediği zahirdir, katline emir verip vermediği hususunda ise muhtelif şayialar vardır. Artık sabit olmadıkça «Hazreti Hüseyni o öldürmüştür» veya «öldürmesine o emir vermiştir» denilmesi caiz olamaz.

O halde Yezide la'net edilmesi de caiz olamaz. Bir müslümanı tahkik ve tesbit edilmeksizin katl gibi bir kebireye nisbet etmek caiz değildir. Nebiyyi Zişan Efendimiz, ehli kıble¬ye la'net edilmesini nehy buyurmuştur. Bir müslüman bir takım masiyetleri irtikâb etmekle kâfir olmaz. Ehli sünnetin mez¬hebi budur» [İhya şerhi c: 7. s: 488.].

* Vakı'a Ebülferec İbni l'cevzî, Sa'deddîni Teftazanî gibi ba'zı zevat, Yezidin zulüm ve fıskını sabit addettikleri cihetle hakkında la'neti caiz görmüşlerdir. Fakat bu, ehli sünnet mez¬hebinin ruhuna muhalif bulunmuştur. Bu zevatın hissiyata ve yaşadıkları muhitin tesirine mağlub olduklarına kanaat edil¬miştir. Meşhur ulemadan Abdülmuğîsin ve sairenin bu hususta müstakil eserleri vardır.

* Yine İhyaül'ulum ile şerhinde deniliyor ki: «Resuli Ek¬rem, Sallallahü aleyhi ve sellem, bazı kimselerin küf üzere öle¬ceklerine tarafı ilâhîden haberdar olduğu için onlara la'net etmiş olabilir. Nitekim Ebu Cehl ile Utbetini Rebîa hakkında la'nette bulunmuştu. Fakat küfr üzere öleceklerine muttali ol¬madığı kimseler hakkında la'net etmekten nehy buyurulmuştur. Ezcümle «Bi'ri Meunne» de ashabı kiramdan bir mümtaz zümre şehid edilmişti, Nebiyyi Zişan Hazretleri çok müteessir oldular, bu zâtları şehid edenlere bir ay kadar kunutta lâ'nete
devam buyurdular. Bilâhara: ليس لك من الامرشى او يتوب عليهم او يعذبهم فانهم ظالمون ) âyeti kerimesi nazil olmakla bu la'nete nihayet verdiler» [İhya şerhi Zebihî c: 7. s: 488.].

* Görülüyor ya, ashabı kiramı şehid edip gayri müslim bulunan kimselere bile la'net edilmemesi emir buyurulmuş, ar¬tık bir müslüman kalkanda mücerret fısk ve zulmünü bahane ederek diğer bir müslumana nasıl la'net han olabilir?. Dinimi¬zin verdiği yüksek terbiye böyle bir lâ'nete mani' değil mi?. Din kardeşlerimiz hakkında kötü zanda bulunup seb ve şetimde bulunmak,   artık   İslâm nezahetiyle   kabili te'lif   olabilir mi?

(المؤمن ليس بلعان) hadisi şerifini asla unutmamalıdır.

* Hele ashabı kiramdan bir zat hakkında fena tefevv hatta bulunmak, İslâm terbiyesine ne kadar aykırı bîr hareket¬tir. Bunun şeametinden Allah Taalaya sığınırız.
Resuli Ekrem Hazretleri: =( لعن الله من سب اصحابى) asha¬bıma sebb edene Allah lâ'net etsin) buyuruyor [Taberani.].

Yine Resuli Efham Efendimiz ان الله اختارنى واختارلى اصحاباً واختارلى صهاراً وا نصرا فمن حفظنى فيهم حفظه  الله ومن آذانى  فيهم آذااه الله)buyurmuştur [Hatib.].
Ya'ni: Şüphe yok ki Allah Taalâ, beni ihtiyar etti, hatemül-enbiya' kıldı, benim için de bir kısım ashab ihtiyar etti, onlar¬dan da benim için âshar ve ensar ihtiyar buyurdu. Artık onların hakkında hürmetle benim hukukumu muhafaza edeni Allah Taalâ muhafaza eder, bil'akis onların haklarında hürmetsizlikle beni müteezzi edeni de Allah Taalâ müteezzi eyler.

Ashar, bir zatın kain pederi, kain biraderi gibi refikası tarafından olan akrabasıdır, Ebu Süfyan ile Muaviye (radıyallahü anhüma) da Resuli Ekremin ashari cümlesindendir. Çünkü Ebu Süfyan Hazretlerinin kerimesi «Ümmi Habibe» (radıyallahü anha) Resuli Ekremin refikası olup ûmmühatül' mü'mininden olmak şerefini haizdir. Bu halde Muaviye Hazretleri de Resuli Ekremin kain biraderi bulunmak bahtiyarlığına nail ve «Hâlül’ mü'minîn» unvanını haiz bulunmuştur. Artık hangi müslüman, bunlara karşı hürmetsizliğe cür'et edebilir?..

*   Diğer bir hadisi şerif de ماشانكم وشان اصحابى ذروا لى اصحابى ذروا لى اصحابى فوا الذي نفسى بيده لو انفق احدكم مثل احد ذهباً ما ادرك مثل عمل احدهم يوماً واحداً)buyurulmuştur [lbni Asakir.].  
Yani: Sizin ashabım ile ne alıp vereceğiniz var?. Ashabımı bana bırakınız, nefsim yedi kudretinde olan Allaha kasem ederim ki, biriniz Uhud dağı kadar altın tasadduk edecek olsa onlar¬dan birinin bir günlük amelinin misline yetişmiş olamaz.

Diğer bir hadîsi nebevide de:  لاتسبوااصحابى فوالذى نفسى بيده لوان احدكم انفق مثل احد
ذهباً مابلغ مد احدهم ولا نصيفه)buyurulmuştur [Sahihi Buharı, Müslim vesaire.].   

Yani: Ashabım hakkında kötü söz söylemeyiniz, hayatım yedi azemetinde olan Allaha yemin ederim ki, eğer biriniz Uhud dağı miktarı altın infak edecek olsa onların ne — bir iki kileden ibaret olan — müddüne, ne de bir müddünün yarısına yetişebilir.
İşte Resulullaha kurbiyet ve musahabetin bînihaye füyuzatı.
Artık bizim için bütün ashabı kirama hürmet ve muhab¬bet, bir vecîbe olmuş olmaz mı?.

Nitekim bir hadîsi şerifte:
(  اذا ارادالله برجل من امتى خيراً القى حب اصحابى فى قلبه ) buyurulmuştur [Deylemi.].
Yani: Allah Taalâ ümmetimden bir kişi hakkında hayır dilemiş olunca onun gönlüne ashabımın sevgisini düşürür.
Ya ilâhi!. Atabei ülûhiyetine yüzlerimizi sürerek niyaz ey¬leriz ki, biz nâçiz kullarını bütün ashabı kiram hakkında hürmetkar olan ve kalbleri onların muhabbetleriyle dolmuş bulunan ebrar zümresinden ayırma. Amîn. Bihürmeti seyyidilmür-selîn.
***

*   (13)   Soru:
Resuli Ekrem Efendimiz, Muaviye hakkında: «Allah onu doyurmasın» diye dua etmiş, bu onun aleyhine bir delil değil midir?.

Cevap:

Asla. Bu bir iltifatı peygamberidir. Kıssa şöyle cereyan et¬miştir: Nebiyyi zîyşan hazretleri henüz çocuk bulunan Abdul¬lah ibni Abbase: «söyle Muaviye bana gelsin» diye emretmiş, Hazreti Muaviye görünmeyince Resuli Ekrem Hazretleri, ibni Abbasa tekrar emretmiş,   Hazreti Muaviye yine görünmemiş, bunun üzerine Resuli Efham Efendimiz, «Muaviye nerede kaldı» diye sormuş. îbni Abbastan «yemek yiyor» cevabını alınca: (لااشبعه الله = Allah   onu doyurmasın) diye buyurmuş.

Bir kere bu rivayette ibni Abbasın emri nebeviyi Hazreti Muaviyeye tebliğ ettiğine dair bir işaret yoktur. Bu cihetle Hazreti Muaviye mazur olabilir. Sonra tebliğ etmiş olsa da alel'acele istenildiğini zannetmemiş olduğu cihetle yemeğini bitirmek için huzuri saadete gitmesini biraz te'hîre bırakmış olabilir.

* Resuli Ekrem Sallallâhü aleyhi vesellem Efendimizin bu yoldaki duasına gelince bu, mahzi rahmetdir. Hazreti Muaviyenin birçok niami ilâhiyye ile aleddevam mütena'im olmasına vesiledir. Çünkü Şifai şerifte ve Aliyyilkarinin şerhinde vesair kitaplarımızda yazıldığı üzere Resul Efham Efendimiz, ümmeti hakkında kemali şefkatından dolayı Cenabı Hakka dua etmiş, onunla ahdleşerek şu mealde tezarruatta bulunmuştur:

«Yarabbi! Şüphe yok ki, Muhammed de beşerdir, o da her hangi bir beşer gibi gazap edebilir. Fakat indi ülûhiyetinden ahd almış bulunmaktayım, sen bana olan ahd ve vadında — haşa — hulf etmezsin. Her hangi kimseye — hattı zatında müstehık olmadığı halde zahiri haline binaen sebb veya la'net edersem, bed duada bulunursam onu kıyamet gününde o kimse için zekât kıl.

Ya'ni: Günahlarından taharatına, feyz ve berekete nailiyetine, rahmet ve kurbiyete mazhariyetine vesile buyur [Şerhi Şifa. s: 109. Sahihi müslim.].
îşte hazreti Muaviye hakkındaki o dua da, onun için afv-ü ve mağfirete, i'tilâi kadre bir vesile olmuş olacaktır.

* Hazreti Muaviye aleyhinde görülen bu duayı ileri süren bir sâilin gözlerine acaba hazreti Muaviye lehinde olan Ahadisi şerife çarpmış bulunmuyor mu?. Onlar, işine gelmediği için mi meskût bırakılmış? yok, yok öyle değil, insan daima hakikatin tecellisini gaye bilmelidir. Yoksa her hangi bir iddiayı delil olmaya elverişli bulunmayan şeyler ile isbata çalışmakta faide yoktur.

*   (14)   Soru:
İmam Ali Hazretleri: (الا فجران من قريش بني اميه) Kelâmiyle Muaviyenin ecdadiyle beraber fâcir olduğunu söylemiş ve bu kelâmı İbni Abbas ile Ömer radıyallahü anhüma da tasdik etmiş ve bunları Kastalânî ve Eğani sahipleri yazmış değil midir?.

Cevap:

Kastelânîde veya Eğani gibi bir edebiyat ve muhazarât ki¬tabında bir şey yazılmış bulunursa hemen bir hakikat mı olmak lâzım gelir?. Bir kitapta muhtelif şeyler yazılır, fakat bununla o şeyin iltizam ve tasdik edilmiş olması lâzım gelmez. Bahusus bir hadîsi şerif kitabı şerhinde müteaddid rivayetler nakl edilerek bunlar intikade tâbi tutulur. Bunların sahihleriyle gayri sahihleri, kuvvetlileriyle zayifleri gösterilir, yanlış bir zehabe kapılmaması ciheti te'min edilmiş olur.
Maamafih bu sualde de hakikat, tahrif edilmiş, olduğu gibi nakl edilmemiştir. Mes'elenin aslı şudur:

Sahihi buharîde şu hadîsi şerif rivayet olunuyor:
عن عطاء سمع ابن عباس: ألم ترإلى الذين بدلوا نعمةالله كفرا  قال هم كفار اهل مكة
Ya'ni: Atâ' ibni Abbas'tan işitmiş, sormuşlar ki, bu âyeti kerimede ni'meti ilâhiyeyi küfre tebdil ettikleri beyan edilen kimseler kimlerdir?. İbni Abbas da: Bunlar Mekkedeki kâfirlerdir, demiş.
İşte ibni Abbas'tan meşhur olan, sahih bulunan kavil, budur. Bunu Kastalânî merhum, muhaddis ibni Kesir'den naklen kaydediyor.
Sonra Kastalânî, bu hususta ibni Abbas'tan bir kavil daha rivayet ediyor. Bu kavil de Teberanîde mezkûrdur. Şöyle ki: ibni Abbas, Hazreti Ömer'den sormuş, bu âyeti kerimede kendilerinden haber verilen kimseler kimlerdir?. Hazreti Ömer de:

هم الا فجران من بني مخزوم ومن امية اخوالي واعمامك diye cevap vermiştir.
Ya'ni: Onlar, dayılarım ve amicaların benî Mahzun ile benî Ümeyyeden iki facirdir. Amma dayılarımı Allah Taalâ Bedir gününde kökünden söküp attı, amicaların ise Allah Taalâ onlara bir müddete kadar mühlet verdi.

Kastalânî, Fethten naklen diyor ki: «Bu iki kabileden murat, bazılarıdır. Çünkü beni Mahzum Bedirde tamamen istisal edilmiş değildir. İhtimalki Hazreti Ömer, bununla benî mahzumdan Ebu Cehli ve benî Ümeyyeden Ebu Süfyan'ı kastet¬miştir.»
Hazreti Ömer, vaktiyle Ebu Süfyanı daha islâm olmadığı için sevmezdi. Fakat islâm olduktan sonra artık onun hakkında böyle düşünmesine ihtimal kalmamıştır.
İşte ibni Abbas'tan rivayet edilen bu ikinci kavil, yukarıdaki meşhur kavline muhalif olduğu için bunun ehemmiyeti ikinci derecededir.

Bakınız! ibni Abbas hazretlerinden şöyle bir rivayet olun¬muştur: Bu âyeti celîledeki kimselerden murat, irtidat eden Becile ile Araplardan ona tâbi olanlardır.
Kastalânî, bunun da zayıf bir rivayet olduğunu kaydediyor.
Görülüyor ya, Kastalânî merhum, bunları hikâye ediyor, yoksa iltizam etmiyor, Hazreti Muaviyeden ise hiç bahis yok! [Kastalânî c: 7. s: 181.].

Bir de «Envarüttenzil» tefsirine bakalım, Kazi Beyzavî şöyle yazıyor: «Hazreti Ömer ile Hazreti Ali'den mervîdir ki bu âyeti kerîmedeki kimselerden murat:
الا فجران من قريش بنوالمغيرة وبنوامية فامابنوالمغيرة فكفيتمو هم يوم بدر واما بنوامية فمتعوا الي حين
Ya'ni: Bunlardan murat, benî Mugıyre ve beni Ümeyye Kureyşlerinden iki facirdir. Amma benî Mugiyreye siz Bedir günü kifayet ettiniz, benî Ümeyye de bir müddete kadar mutemetti' oldular [Haşiyeli Tefsiri Kazi c: 3. s: 160.].

Görülüyor ya, burada da Hazreti Muaviyeden bir bahis yok.
Sonra bu tefsirin en muteber muhaşşilerinden olan ve Haz¬reti Sıddikin sülâlesinden bulunan Ebulfazlı Kâzirunî diyor ki: «Bu veçhile tefsir, âyeti celiledeki küfürden murat, küfranı ni'met olup imana mukabil olan küfür olmadığına göredir. Çünkü benî Ümeyye kâfir değildiler [Haşiyeli Tefsiri Kazî c: 3. s: 160.].

Artık böyle zayıf, kabili te'vil, âyeti celîledeki umumiyete münafi sözlere istinat edip de sahabei kiramdan oldukları sabit bulunan zatlara dil uzatmaktan sıkılmalıdır. Tefsire, Hadise, Ilmikelâma, Fıkha ait bir mes'eleyi, bir takım hikâyeleri ve Hatîe gibi şâirlerin medhiyelerden, hicviyelerden ibaret olan hatâalûd manzumelerini ihtiva eden Egâni gibi bir edebiyat kitabiyle isbata kalkışmak da ilmî usuller ile asla kabili te'lif olamaz.
Maamafih gerek Kastalânîde ve gerek Eganide Hazreti Muaviyenin lehine kıymetli yazılar bulunduğu ileride görülecektir.

*   (15)   Soru:
Kitabülbügat kimin için açılmıştır?. Ammar ibni Yasır hakkındaki
 (تَقْتُلُكَ الْفِئَةُ اَلْباَ غِئَةُ ) hadîsi şerifi, Muaviye tarafının bugattan olduğunu göstermiyor mu?.

Cevap:

Ne garîb bir sual!. İslâm hukukunu teşkil eden müdevvenatı fıkhiyedeki yüzlerce kitap kimler için açılmış ise “Kitab-ülbügat” da onlar için açılmıştır. Kitabüssalât, Kitabüzzekât nasıl müslümanlara dinî mes'eleleri bildirmek için yazılmış ise Kitabülcihad, Kitabülbügat, Kitabülcinayat da yine müslümanlara bu husustaki dinî hükümleri bildirmek için yazılmıştır. Eğer Cemel ve Sıffıyn vak'aları olmasaydı, yine Kitabülbügat yazılmış olacaktı.

Bu, İslâm hukukunun ebediyyülcereyan bir kısmını teşkil etmekledir. Şu kadar varki Cemel ve Sıffiyn hâ¬diseleri, fukahaı kiram için bir tetebbu' sahası mahiyyetinde bulunarak bunlardan Bügat ahkâmma dair misaller göstermiş olabilirler.

* Hazreti Ammar ibni Yasir radiyaüâhü anhın şehadetine gelince: Bu zatı âli, İmam Ali ordusunda bulunuyordu, Hazreti Muaviyenin kuvvetlerine karşı kendisinde dehşetli bir adavet hissediyordu, herkesi harbe teşvik ederek herkesten evvel mukateleye atılmak istiyordu. Hikmeti bilinmez, mukatelede bulunacak iki İslâm taifesinin aralarını sulha çalışmak, emri İlâhîye daha muvafık olacaktı, bu yapılamamış, Cidal başlamıştı. Her ne ise takdiri İlâhî böyle imiş, Hazreti Muaviye tarafındanki kuvvetlerden biriyle muharebe esnasında Hazreti Ammar şehid düşmüş, Resuli Ekrem Efendimizin bir mucizeleri de bu vesile ile tebarüz eylemiştir. Bu hâdisede Hazreti Muaviye, bir içtihad ne¬ticesi olarak harp ettiği için bağî sayılsa da yine bir müctehidi muhtı olacağından harekâtı, İndallah mafüvdür. Biz buna dair evvelcede ma'ruzatta bulunmuş bulunuyoruz.

Maamafih Hazreti Muaviye, kendi tarafındaki kuvvetlerin Hazreti Amman şehid etmelerini elbette istemezdi. Fakat o muhterem zat, harbe atıldığı için ister istemez bu şehadet hâdisesi vücude gelmişti. Bu cihetle Hazreti Muaviyeye taraftar olan kuvvetin bir fi'ei bagiye olduğu anlaşılmış oluyor. Bununla beraber Hazreti Amman bu harb badiresine kimler sevk etmiş ise şehadetine asıl onlar sebebiyet vermiş oldukları Hazreti muaviye tarafından dermeyan edilmiş, bu fikri doğru bulanlar da bulunmuştur. Her ne olursa olsun bugat adını alan müslümanlar, bundan dolayı ne İslâm dairesinden çıkmış olurlar, ne de kendilerini tahkire, tefsika kimsenin hakkı olabilir.

* Biz burada bügat hakkında şer'î hükümlere dair kısaca malûmat vereceğiz. Şöyle ki: Bagy, lûgatta kesb, taleb = bir şey istemek manasınadır. Böyle bir şey isteyene Bâği denir, cem'i bügattır.
Örfi şer'îde Bâgy: «Muhik olan bir veliyyülemrin itaati dairesinden bir te'vile mebni haksız yere çıkarak tegallübte bulunmak» demektir.

Binaenaleyh: «Muhik olan bir veliyyülemre veya naibine karşı bir te'vile, ya'ni: Kendince doğru görülen bir delile isti¬naden isyan ederek itaat dairesinden çıkan bir müslüman, bağı olmuş olur.
Demek ki bagyin tahakkuku için haddizatında haksız yere olması lâzımdır. Yoksa bir hakka müstenit olan bir muhalefet, bagy sayılmaz. Uhdesine düşen vazifeleri ifaden âciz bir veliyyülemre muhalefet eden de bâgi sayılmaz. Belki öyle bir veliyyülemr azle mustahık olur. Meğer ki azli bir fitneye badi olsun.

Maamafih Fethülkadirde vesaire de beyan olunduğu üzere bügat, bir müslüman cemaattir, âdil imame = veliyyülemre karşı huruç etmekle beraber müslümanların kanlarını dökmeyi, çoluk çocuklarını esir etmeyi, mallarının müsaderesini mubah görmezler. Hariciler ise bunları mubah görmüşlerdir [Hidaye şerhi fethülkadir c: 3. s: 40]. Bagy bir ismi zem değildir [Tathirülcenan s: 79.].

* Şerhi mevakifde de yazıldığı üzere muhtar olan mezhebe nazaran bâgi, fâsik değildir. Bâgi, müslümandır ve muhasanata kıyamı bir te'vile müstenit olduğu için muhtı olsa da yine
fasik, zâlim değildir. İmam Alinin: (اخواننا بغواً علينا = Kardeşlerimiz bize karşı serkeşlik ettiler, tecavüzde bulundular) demesi de buna şahiddir. Zaten:
 
(...  وان طاءفتان من المؤمنين اقتلو)(mü’minlerden iki zümre çarpışırlarsa..)[Hucurat S. 49/19] âyeti kerimesi de her iki tarafa, aralarında bagy ve kital bulunduğu halde mü'min adını vermiştir.
Yine şerhi Mevakıfda deniliyor ki: Ashabı Kiram birbirine karşı sinan ile mukatelede, lisan ile münazaada bulunmuşlardır.

Bunların hareketleri aralarındaki mubayeneti kaldırmak, yekdiğerini ülfet ve içtıma'a davet etmek içindi, başka türlü yol bulunmadığı cihette bu hareket iltizam edilmişti, onlar hayırdan ve dinde salahdan başka bir şey kasdetmiş değillerdir. Amma şimdi ise onların haklarında dil uzatma için manâ yoktur. Onlara dil uzatmak, dini islâmı bizlere nakil eden, nefiserini ve mallarını dine yardım uğrunda bezletmiş olan ve hayrül'beşerin sohbet ve muhabbetile  mükerrem bulunan  zatlar hakkında tehavün göstermekten başka değildir [Şerhi Mevakıf c: 1 s: 306.].

* Artık Hazreti Ammarm kendilerine karşı harbe atıldığı fiei bâgiyeye irtidad isnat etmiş olduğu hakkındaki bir iddianın da bir iftiradan ibaret olduğu anlaşılmış oluyor. Öyle muhterem bir sahabî, büğatdan olan din kardeşlerini irtidad ile yâdederek bu babdaki nassı Kur'anîye muhalif söz söylemiş olamaz.
Evet... O mübarek zat, belki haricîlerden küfrüne kail olduğu bazı şahıslara karşı bir seb ve şetm maksadile ve harp halindeki bir tehevvür sâikasile böyle bir şey demiş olabilir. Fakat biz bununla hiç bir kimsenin küfrüne kail olmak için bir dini delil elde etmiş olamayız, dînî esaslarımız buna manidir.

*  îbni Abidîn merhumunda yazmış olduğu veçhile değil büğati, haricîleri bile tekfir etmek caiz görülmemektedir. İbnülhümam merhum, Fethulkadîr de diyor ki: Haricîlerin hükmü, fukahanın ve muhaddislerin cumhuruna göre buğat hükmüdür, bazı ehli hadis, haricîlerin mürted olduğuna zahib olmuşlardır. İbni Münzir demiştir ki: Bir kimseyi bilmem ki haricîleri tekfir hususunda bu ehli hadise muvafakat etmiş olsun. Müctehid olan fukahadan başkasına itibar olunamaz. Müctehidlerden menkul olan ise bizim zikretdiğimizdir ki, ademi tekfirden ibarettir. İbni Münzire gelince o, müctehidlerin sözlerin nakil hususunda çok bilgi sahibidir [Tenbihül'vülât s: 68.].

Haricîler, bir kısım, müslümanların katlini helâl görmüşler ise de bu itikatları bâtıl olmakla beraber bir te'vile müstenit olduğundan küfürlerini müstelzim. görülmemiştir.
Demek oluyor ki, ehli kıbleyi öyle tekfir etmek, tefsik etmek kolay bir şey değildir. Bunun manevî mes'uliyetinden en¬dişe etmeli, her hangi bir müslümanm aleyhine hemen hüküm vermeğe cür'etten kaçınmalıdır. (المسلم من المسلمون من يده ولسانه)

 * (16)  Soru:
Muaviye dededen itibaren Haşimî sülâlesine düşman değil mi idi?.

Cevap:

Malûmdur ki, Bi'seti Nebeviyeden evvel bütün cihan zulmet içinde kalmış, bütün kabileler, aşiretler birbirine düşman kesilmiş, dünyanın her tarafında ve bahusus Ceziretül'arabda ne kanlı, vahşiyâne mücadeleler vücude gelmekte bulunmuştu. Vakta ki Nebiyyi Zîşan hazretleri meb'us oldu, vakta ki onun muazzam şeriatı afaki tenvire başladı. Bu zulmet yerine nur, bu düşmanlık yerine dostluk, bu kanlı mücadeleler yerine sulh ve salâh kaim olmaya başladı. Evvelki maceralar, müslümanlığı kabul eden cemiyetler arasında tarihe karışıp gitti. Artık hiç bir kimse, kablel islâm olan bu maceralardan dolayı mes'ûl tutulamaz.

Ne hacet Medinei Münevverede Evs ile Hazrec kabileleri bir asıldan teşa'ub etmiş, iki aile evlâdı değil miydiler. Buna rağmen aralarında asırlarca husumet devam etmemiş mi, idi? Fakat bunlar islâmiyeti kabul edince bu husumet; muhabbete, meveddet ve uhuvvete munkalib olmuştu.
Nitekim: واعتصموا بحبل الله جميعا ولا تفرقوا واذكروا نعمة الله عليكم إذ كنتم أعداء فألف بين قلوبكم فأصبحتم بنعمته إخوانا  Âyeti Kerimesi de bu hakikati nâtıktır.

Ya'ni: Hepiniz birden Allah Taalânın dinine sımsıkı sarılınız, biribirinizden ayrılmayınız, Allah Taalânın size olan nimetini ya'd ediniz, ve hatırlayınız ki: Sizler bir zaman birbirinize düşman idiniz, Allah Taalâ sizin kallberinizi uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz.

Binaenaleyh vaktile Emevîler ile Haşimîler arasında bir adavet bulunmuş olabilir. Emevîler, Resuli Ekremin ceddî âlâsı olan Abdi menafdan teşa'ub etmişlerdir, hepsi de bir asıldandır, aralarında büyük bir karabet vardır. Fakat bunlar, islâmiyeti kabul edince o melhuz düşmanlıktan şüphe yok ki eser kalmamıştır. Bir taraftan diyanet rabıtası, bir taraftan karabet alakası aralarında lâyezal bir muhabbet uyandırmıştır.

Bilâhare beyinlerinde bir ictihad neticesi veya her hangi bir sebeble vuku bulan elim mücadeleler ise beşeriyet âleminde emsaline çok tesadüf edilen vekayidendir. Bu hâdiseler, yalnız Emevîler ile Haşimîler arasında değil Hazreti Alinin muhterem evlâdile Abbasîler arasında da maal'esef daha ziyade, daha şiddetli surette devam etmiştir.                                       

Velhasıl: Sıffiyn muharebesi ve ondan sonraki vekayi', kablel' islâm olan bir bürudet ve adavetin bir neticesi değildir. Hele Hazreti Muaviyenin ba'delislâm Haşimî sülâlei tahiresine düşman olduğu asla iddia edilemez. Onun diyaneti buna mani'dir. Ve bu düşmanlığa bir sebeb de yoktur. Hazreti Ali ile aralarındaki münazaat ise defaat ile arzettiğim üzere bir ictihad eseridir. Bir hakkın yerine getirilmesi arzusuna müstenittir, islâm varlığına daha ziyade hizmet edebilmek meşru'unun bir neticesidir.

* Şunu da ilâve edelim ki: Bazı kalblerde kablelislâm mevcud olan bir adavet ve bürudet, ba'delsilâm bilkülliye zail olmuştur. Bu, bir hakikatir.
Bunu: عسى الله ان يجعل بينكم وبين الذين عاديتم منهم مودة والله قدير والله غفور رحيم âyeti kerimesi, bir mu'cize olarak haber vermiş ve bu va'di ilâhî tahakkuk etmiştir.

Evet... Kur'anı kerimde: «Pek umulur ki Allah Taalâ sizin ile onlardan adavet ettiğiniz kimseler arasında bir meveddet vücude getirir, Allah hakkiyle kadirdir, Allah mağfiret ve rahmet edicidir.» Buyurulmuştur. Filhakika o düşman sayılanlardan bir çoğu bilâhara islâm olmuş, dost kesilmiş, kalblerde adavetten eser kalmamıştır. Bu bir hakikati Kur'aniyedir, buna kail olmayanlar, hâşâ Kur'anı tekzib etmiş olurlar.

*    (17)    Soru:
Süfyan oğlu Müaviye, saltanatı uğurunda Peygamber Efen¬dimizin torunu cenabı imam Hasanla ashabtan Hazreti Abdürrahmam zehir ile öldürmüş ve cenabı imam Alinin dostlarından ve ashabın kıymetlilerinden Hücribni Abdilkindî'yi ve yedi arkadaşını ve bunların hizmetlerinde bulunmuş olan yüzlerce müslümam Şamın Azra mevkiinde taammüden katlettirmiştir. Bunları imam Süyutînin Mısır tarihi, imam Şa'ranînin Mineni kübrası, Taebri tarihî, Ravzatül’ebrar, Elisti'ab, Mürucüzzeheb, Tarihikâmil, Habnamei Veysi yazıyor. Bunlar doğru değil midir?

Cevap:

Hazreti Muaviyenin imam Hasan Hazretlerini vesair zatları zehir ile öldürdüğü asla sabit değildir. Diğer bazı kati vak'aları hakkında da muhtelif tarihî rivayetler vardır. Bunlardan hiç biri bizim için kat'î bir hüküm vermeğe kâfi değildir. Maamafih biz, bu hususları biraz izah edeceğiz. Şöyle ki:

Yukarıda gösterilen kitapların bir kısmı, meselâ: Mineni kübra, bu hadiseleri kaydetmemektedir, zaten bunlar onun mevzuundan hariçtir. Bu eserin müellifi olan imam Şa'ranî, bütün hanedanı nübüvvete ve bütün ashabı kirama muhabbetin, hürmetin lüzumunu kayıt ve tavsiye etmiştir.

Ebulfida tarihinin me'hazi olan Tarihi Kâmilde de Hazreti Hasanın şahadeti hususunda Hazreti Muaviyeye bir şey isnat edilmemiştir. Diğer tarih kitaplarında dahi kat'î bir şey yoktur. Bir müverrih, duyduğu bir haberi, bir şayiayi kitabına kaydetmekle onun bir hakikat olduğunu iltizam etmiş olmaz ve kendisi iltizam etmiş olsa da o başkaları için bir hüccet teşkil etmez. Bu gibi hususlarda Habnamei Veysî gibi hayalî, edebî eserler ile istidlale kalkışmak ise asla doğru olamaz. Elisti'abın ve sualde isimleri yazıcı, sair bir kısım kitaplarm hazreti Muaviye hakkındaki hüsni şahadetlerini de ileride ayrıca kaydedeceğiz.

*  îddia edilen vak'alara gelince bunların hülasası şöylecedir:

(1)Hazreti Hasanın şahadeti, Eş'as İbni Kaysın kızı ve kendisinin zevcesi «Cade» nin içirmiş olduğu zehirden vuku bulmuştur. Güya bu kadın, bu cinayeti Yezidin sevkile yapmış, diğer bir rivayete göre buna hazreti Muaviye de muttali' imiş!.

Bütün bunlar, kuru iddiadan ibaret, vakıa ortada bir şahadet mes'elesi Var, fakat bunun hakikî sâiki nedir? Müsebbibi kimdir? Bu tarihte meçhul kalmıştır.
Cevdet paşa merhum, Kısası Enbiyasında diyor ki: «Amma Ca'de her ne sebepden nâşi ise andan dilğir olarak canına kıymıştır.»

îbni Teymiye merhum da şöyle diyor: «Hazreti Muaviyenin hazreti Hasanı tesmim ettirdiğini bazı kimseler söylemişlerdir. Bu ise bir şer'î beyyine ile veya muteber bir ikrar ile sabit değildir. Bu hususda kat'î bir nakl de yoktur. Bu bilinmiyecek bir şeydir. Buna kail olmak bilâ ilm hükümdür. Biz zamanımızda gördük ki, filan hükümdar, filan kimseler tarafından tesmim edilerek ölmüştür diye söylenildi durdu, Halk bu hâdisenin mahalli vukuunda bile ihtilâf gösterdiler: Kimisi şurada filan şahıs tarafından, kimisi de hayır filan yerde diğer bir şahıs tarafından tesmim edildi diye iddiada bulundu. Artık bu gibi rivayetlere bir hüküm nasıl bina edilebilir?»
«Bazıları demiştir ki: Hazreti Hasan, mıtlak idi, ya'ni: zevcelerini sık sık boşardı, Ca'de bundan dolayı onu zehirlemiş olabilir.»
«Hazreti Muaviyenin emrile tesmim edildiğini iddia, bir zannı mahzdir. Nebiyyi Zîşan efendimiz ise: اياكم واظن فان الظن اكذب الحديث = zandan sakınınız, çünkü zan, lakırdının en yalanıdır) buyurmuştur. Velhasıl: Bu gibi şeylerde zann ile hükm edilmesinin şer'i şerifçe caiz olmayacağında bütün müslümanların ittifakları vardır» [Minhacüssûnne c: 5. s: 525.)].

Abdülvehhabi Şâra'nîde «Mineni Kübra» sinde diyor ki: «Müslümanların haklarında güzel zanda bulunmalıdır. Allah Taalâ mümin kulları hakkındaki hüsni zandan dolayı bir kulu¬nu ahirette asla muaheze etmez. Belki onların haklarındaki sui zandan dolayı muaheze eder.»
«Bir kimsenin müslümanlar hakkında güzel zanda buluna¬bilmesi, içerisini rezailden temizlemek suretile kabil olabilir. Taki kendisi için kötü bir serire tabiat kalmasın. Kötü bir serire, onu dünyada da ahiretde de rusva eder.

Fezahata uğratır. Bir kimse de bu kötü tiynet devam ettikçe kendi şahsî vasıfla¬rına kıyasen başkaları hakkında kötü zanda bulunmak, kendi¬sinin bir lâzimei fıtreti olur.»
«Ey kardeşim! Eğer müslümanlar hakkında güzel zanda bulunabilmek istersen evvelâ içerini rezailden temizle. Ve illâ senin için halâs yolu yoktur» [Mineni Kübra s: 180.].

(2) Halid ibni Velid Radıyallahü anhm oğlu Abdurrahmana gelince bu zatı «Hums»de «İbni Âsâl» adında bir İsevînin zehirli bir şerbet ile tesmim ettiği ve bilâhare Abdurrahmanın oğlu Halidin de Medinei Münevvereden Humse gidip îbni Âsâli katleylediği ve bu yüzden yakalanıp hapsedilen Halidin — Haz-reti Muaviye tarafından îbni Asâlın diyeti verilip — kurtarıldığı tarih kitaplarında yazılıdır.

Güya Abdurrahman, zî nüfuz bir zat olduğundan Hazreti Muaviye bunun isyanından korkarak kendisini İbni Âsâl vasıtası ile zehirletmiştir [Tarihi Kâmil: c: 3. s: 180.].

Fakat bu da bir rivayetden, bir sui zandan ibaret, hazreti Muaviyenin diyaneti, hilm ve merhameti, hüsni adaleti herkesçe müsellemdir. Bu muhterem zatı bir İsevî elile zehirletmesi gayet müsteb'addir. Böyle bir şey olsa da bunun ledünniyyatı bizce meçhuldür. Tarihî bir habere bakıp da hemen hüküm vermek ihtiyata, şer'i şerifin usulüne münafidir. Hazreti Muaviye aleyhinde bir cereyan vücude getirilmesi için böyle bir şayiaya, meydan verilmemiş olduğu nasıl iddia edilebilir. Hazreti Muaviyenin bir çok alenî hüseması hakkında ne kadar afv-ü safh ile muamele yapmış olduğunu tarihler yazıp durmaktadırlar.

(3) Hücribni Adiy ile arkadaşlarının katilleri mes'elesine gelince: Bunun hakikati de ancak Allah Taalâya malûmdur. Tarih kitapları bu hâdiseyi muhtelif şekillerde yazmakta, buna muhtelif sebepler göstermektedirler. Hâdisenin hakikî mahiyetini ta'yin etmek, bizce kabil değildir. Hazreti Muaviyeye adavetkâr olanlar, bu hâdiseyi de vesile ittihaz ederek buna bir
çok şeyler ilâve etmiş olabilirler. Çünkü tarihî hâdiselerde bunun pek çok emsali görülmüştür. Bu baptaki rivayetler muhteliftir. Hazreti Hücrin, Hazreti Muaviye ile görüşüp ona: «Ya Emirelmü'minîn» diye. hitap ettiği bir rivayette mevcuttur. Diğer bir rivayette ise Hazreti Muaviyenin yanına celbedilmeksizin şehid edilmiştir. Bu rivayetleri kadri müştereki şöyledir:

Hücribni Adiy, pek mübarek bir zattır, Hazreti Aliye pek meclûbtur, hasımlarına karşı her vesile iIe adavet izharına müheyyadır. Hazreti Muaviyenin Kûfe'ye gönderdiği valilerine karşı muhalefetten, tenkitten geri kalmaz, valiler ise bu muh¬terem zatın yüksek makamına hürmetle hakkında cemile ve mülâyemet göstermekten geri durmazlar. Meselâ: Cuma günleri emîrin hutbeyi uzattığını görür, vakit geçtiğini söyler, elini yerlere vurur, vali bulunan hatibi kendisiyle etbaı, taşlar, hatib yine bir şey demez, [Elhakaık. s: 215.] cemaati namaz kılmaya kaldırır, hatibi sükûta mecbur eder. Etrafında kendisine müzahir bir çok kim¬seler vardır, icabında başına toplayacağı bu kuvvetle ihtilâl çı¬karacağı melhuz Hazreti Osmana karşı da tezkiyeden kaçınır, ta'rizden hali kalmaz.

İşte Hübribni Adiy, böyle bir zatmış, nihayet görülen lüzum üzerine Kûfe'den Şama gönderildi, maiyetinde de epeyce arkadaşları vardı. Şama yakın «Azra» denilen mevkie gelmişlerdi. İdamlarına lüzum görülmüş, fakat arkadaşlarından bir kısmı vukubulan şefaatlerden dolayı serbest bırakılmışlar, bu muhterem Hücribni Adiy hakkında da «Mâlik ibni Hübeyre» şefaatte bulunmuş;, fakat bu şefaat kabul edilmeyip katledilmesi hususu ihtiyar edilmiştir.

Hazreti Muaviye, Mâlik'e demiş ki: «Hücr, kavminin başı¬dır. Korkarım ki sebilini tahliye edersem memleketini ifsad eder de onun için Iraka gitmeğe muhtaç oluruz,.» Mâlik'e gönderdiği bir mektupta da şöyle yazmış: «Senin şefaatini kabul etmedim, buna sebep, şu olmuştur: Korktum ki bize karşı mu¬harebeyi iade eder de bu yüzden müslümanlar üzerine gelecek belâ, Hücr'in katlinden daha azîm olur» [Tarihi Kâmil.].

Görülüyor ki bu elîm hâdise de, yukarıdaki ifadelere nazaran bir siyaset icabı bulunmuştur, melhuz bir fitnenin defi maksadiyle iltizam edilmiştir. Bunun kimbilir daha nice ledünniyatı da vardır, bunlar bizce meçhuldür. Bütün dünya tarihinde bu gibi hâdiseler vukubulmuştur.
Biz, rızaı Hakka muhalif olan hiç bir muameleyi —haşa— tasvib etmeyiz, edemeyiz. Fakat şimdi biz bin üç yüz sene ev¬veline ait bir hadise hakkında tarihlerin, muhtelif, bir takım şayialara müstenit yazılarına bakıp da Ashabı Kiramdan veya sair efradı müslimînden, her hangi bir zata karşı husumet göstermeğe, dil uzatmaya da asla selâhiyetdar olamayız.Zaten böyle bir hareketden biz ne kazanırız?. Bilakis bu hususta yanlış bir hüküm verirsek yarın indallâh mes'ul olmaz mıyız?.

Hülasâi mekal: Bizimnbu gibi hususlarda vazifemiz, — bil¬hassa ahirete intikal etmiş olan — dindaşlarımıza karşı hüsni zanda bulunmaktan, hepsinin afv-i ilâhîye mazhariyetini, lûtfi sübhanîye nâiliyetini temenniden başka değildir.
ولاتجعل في قلوبنا غلاً للذين آمنوا ربنا انك رؤف رحيم

 *(18)   Soru:
Bir mümini  amden katleden   cehennemlik değil   midir?

 وَمَن يَقتُل مُؤمنا مُتَعَمِّدًا فَجَزَاؤُه جَهَنم ُخلِدًا فِيها) âyeti kerimesile,

 قاتل المؤمن عمداً لاتوبة له) hadisi şerifi bunu göstermiyor mu? O halde bu cinayeti irtikâp edenler, katiyen şakî ve cehennemidirler?

Cevap :

Malûmdur ki, Âyâti Celileden, Ahadisi nebeviyeden şer'î hükümleri istinbat için büyük bir kudreti ilmiyeye ihtiyaç vardır. Usuli fıkh kitabları buna dair malûmatı muhtevidir. Müc-tehidîni kiram hazaratı, bu vazifeyi görmüş, bizlere şer'î hükümleri açıkça beyan etmişlerdir.

Bu gibi dinî nasslar, deliller, diğer dinî nasslar ile, deliller ile muhassas, mukayyet, müevvel olabilir. Bunların hemen zahirlerine göre hüküm edilmesi, diğer delilleri nassları terk ve ihmal etmek ve tenakuz vukuuna meydan vermek olur ki asla caiz olamaz. Binaenaleyh biz bu gibi hususlarda müctehidîni izamın beyanatına tabiyiz.

Bir kerre şüphe yok ki, bu âyeti kerime ile bu hadisi şerif, haklı yere veya hata yol ile olan katillere şamil değildir, bun¬lara nazaren muhassasdır. Ve illâ başkalarını öldüren bir çok cinayetleri işleyen bir mümini kıssasen veya siyaseten katletmek de bir küfür olmak lâzım gelir ki, buna hiç bir kimse kail olamaz. Sonra haksız yere bir mümini ve hattâ her hangi bir insanı öldürmek, şüphe yok ki bir kebiredir, büyük bir cinayet¬tir, cezası indallah pek ağırdır. Fakat böyle bir katil, istihlâl tarik ile olmadıkça küfür değildir, cehennemde ebedî surette kal¬mak ise yalnız küfrün cezasıdır. Diğer günahlardan dolayı afv-i ilâhî tecelli etmezse mücrim muvakkat bir zaman için cehennem azabile ta'zib olunur, kendisinde eseri iman olan her mücrim nihayet cehennemden çıkar.

İşte bütün islâm ulemasının itikadı böyledir.
Kezalık: Katilin tevbesi de makbuldür. Küfrün tevbesi makbul olduğu halde katilden dolayı tevbe neden makbul olmasın? şu kadar var ki maktulün hakkı af ve iktiran etmezse katilden istifa olunur.

* Tefsiri Kazıda deniliyor ki: «Cumhurı müslimîne göre katil hakkındaki bu azab, tevbe etmeyene mahsusdur. Yoksa Hak taalâ, tevbe edenin tevbesini kabul buyurur. Nitekim:
 (اني لغفارلمن تاب) Âyeti Kerimesi bunu natıktır. Cehennemdeki hulud hali, bizce ya bu katli istihlâl edene muhsustur veya bu huluddan murad, uzun bir müddet cehennemde kalmaktır. Çünkü âsî müslümanların azablarının devam etmeyeceği hakkında birbirini takviye eden bir çok delliler vardır. Nitekim bir hadisi şerif de şu meâldadır: Her kimin kalbinde hardele mıkdarı iman var ise ateşten çıkar.*
«Vakıa bir mümini amden katledeni tevbesinin kabul edilmiyeceği İbni Abbas hazretlerinden mervidir. Fakat o, bununla teşdid kast etmiş olmalıdır. Çünkü ondan bunun hilafı da, ya'ni: Bu tevbenin makbuliyeti de rivayet edilmiştir» [Kazı ve haşiyesi kâzirunî c: 2. s: 109.].

Demek oluyor ki bu gibi âyetler, hadisler; muhassasdır, öyle umumî üzere câri değildir. Camiüssağirde de şöyle bir ha¬disi şerif vardır: قتال المسلم اخاه كفر وسبابه فسوق = Bir
müslimin kardeşini öldürmesi küfürdür, ona söğmesi de fısıktır. (Bunun şerhinde demliyor ki: «Bu kıtalin küfür olması, bunun helâl itikat edilmesi halindedir. Veya bundan murat, böyle bir hareket, kâfirlerin işlerine benzer demektir. Yahut bundan maksat, küfri lügavîdir, Nimeti ilâhiyeyi örtmek, imha etmek manasınadır» [Azizi: c: 3. s: 56.].

* Şunu da kaydedelim ki, bu gibi nusus ile yalnız hazreti Muaviye ve taraftarları aleyhine istidlal de doğru değildir. Katiller, mukateleler, bir taraftan değil, iki taraftan da vaki olmuştur. Hazreti Ali ile hazreti Muaviye taraftarları arasında bir ictihad neticesi olarak bir mukatele vücude gelmiştir. Diğer katiller de birer te'vile müstenit bulunmuştur. Hiç birisi esasen bir müminin katlini helâl görmüş değildir. Onlar, ictihadlarmda hata etmiş olsalar da yine afv-i ilahîye mazhar olacakları eltafi süphaniyeden muntazardır.
Binaenaleyh bu gibi nususi Celîleye istinaden her hangi muayyen bir müminin mücerret katle tasaddi etmesinden dolayı asla afva mazhar olmayarak her halde muazzap olacağını, cehennemde muhalled kalacağını idida etmek, asla caiz değildir.

* Allah Taalâ ile kulları arasına, o biribiri ile birer te'vile mebni mukatelede bulunup da ahirete intikal etmiş olan din kardeşleri arasına kim karışabilir? Bunların birbirini afv etmiyeceğine, de biz nasıl hükmedebiliriz?
Müslümanların arasında ilk asırlardanberi vakit vakit ne kadar mukateleler maalesef vuku bulmuştur. Şimdi biz bunla¬rın küfrüne mi, şekavetine mi hükmedeceğiz? Böyle bir itikat, dinimizin yüksek esasatına tamamen muhaliftir.

ان الله لا يغفر ان يشرك به ويغفر مادون ذلك لمن يشآ
Velhasıl: dini nüsusi yanlış tevcih ve tefsir ederek bunlar ile hazreti Muaviye ve emsali gibi Ashabı Kiramdan bulunan zevatın aleyhine hüküm vermeğe kalkışmak muvafık değildir. Biz kendi ahvalimizi ıslaha çalışalım,, başkalarının aleyhinde bulunarak onların manevî hayatına Kastetmek cineyetini irtikâb etmiyelim. طوبي لمن شغله عيبه عن عيوب الناس

 *(19)   Soru:

Vaktile Peygamber Efendimiz hazretlerini «Ebter» likle zem eden As oğlu Amr katili de Mısır valiliğinde bulunan hazreti Ebu Bekrin oğlu Muhammed Radiyallahü Anhümayı Mısırda katletdirip ölü bir eşek cesedi içinde hayvan gübresile yakdırdığı kitaplarda, tafsilâtile yazılı değil midir?.

Cevap :

Evvelâ şunu arzedeyim ki, Amribnil'as iltifatı nebeviye nail olmuş sahabei kiramdandır, yüksek menakıb sahibidir. Bu hususa dair ileride biraz malûmat vereceğiz.
Hazreti Ebubekirin mahdumı mükerremleri Muhammed ise sahabeden değildir, tabiînden bulunmaktadır.
Sonra Resuli Ekrem, Sallâllâhü aleyhi vesellem Efendimize «ebter» demek fezahatinde bulunan şahsın As olduğu sabit değildir. Nebiyyi zîyşanımızm muhterem mahdumları vefat et¬tiği için nesli şerifinin münkati' olacağım zanneden müşriklerden bazıları, böyle bir fazihaya cür'et etmişlerdi. Bunların kimler olduğu hakkında muhtelif rivayetler vardır. Maamafih bu şahıs; «As» dahi olsa bundan dolayı oğlu Amr Radiyallahü anh mes'ul olamaz. Gayri müs'lim bulunan bir babanın suihali, müslüman bulunan oğlunun kadrini tenzil için bir vesile ittihaz edilemez.

*   Simdi hâdiseyi biraz izah edelim. Hazreti Sıddik Radıyallahü anhın mahdumu muhterem Muhammedin garip bir mazhariyeti vardır. Bu zat, maal'esef Hazreti Osmanın şahadetiyle alâkadardır. O mübarek halifenin sakalını tutup kendisini tehdit etmek cür'etinde bulunmuştur. Biz bu elim hâdiseye yukarıda işaret etmiş bulunuyoruz. Artık Zinnureyn gibi en yüksek bir sahabinin, bir Emirülmü'minînin katilleri arasında bulunan bir zatın sureti katlini kendi garezine medar ittihaz eden bir kalem, bunun Hazreti Osmana yaptıklarım da biraz düşünerek bu akıbete mintarafillâh bir ceza veya bir keffareti zünûb olmak üzere uğramış olması ihtimalini de nazara almalı değil midir?.

Maamafih biz, bu hâdiseden dolayı dilhûnuz, böyle bir hâdise olmamalıydı. Şu kadar var ki, tarihlerde mu'tat olduğu üzere bu mübarek zatın katli şekli de — herkes üzerinde fazla tesir yapsın diye — böyle dilsûz bir tarzda tasvir edilmiş olabilir. Böyle bir katle Mısır valisi bulunan Amribnil'as, Radıyal¬lahü anhın razı bulunmuş olduğu da isbata muhtaç bir mes'e-ledir.

* Cevdet Paşa merhumun da Kısası Enbiyasmda yazdığı üzere Amribnil'as, Radıyallahü anh, Mısır hududu üzerinde bulunuyordu. Hazreti Osman, Radıyallahü anhın taraftarları onun başında toplanmışlardı. Muhammed ibni Ebibekre — Radıyallahü anhüma — yazdığı mektupla şöyle demişti: «Benden sana bir zarar gelmesini istemem, bu memleket ahalisi, senin aleyhine düşmüşler, seni teslim edecekler, sana nasihat ederim, buradan savuş, dilediğin tarafa git.» Hazreti Muaviyeden de bu mealde gelen bir mektubu kendisine göndermişti.

Muhammed ibni Ebibekir — Radıyallahü anhüma — ise nâsı cenge davet ve teşvik etmiş, nihayet harp vukua gelmiş, «Muaviyet ibni Hudeyç» tarafından idam edilmiştir.
İmam Ali, Radıyallahü anh, Muhammed ibni Ebibekre asker göndereceğini va'd etmiş, bu hususta Mısıra imdat için nâsı pek çok teşvikte bulunmuş, fakat sefere rağbet etmemişler, sonra bu zata imdat gönderilemediği cihetle Kûfelîleri tevbih etmiş. İşte Hazreti Ali taraftarları, o mübarek zata karşı bile böyle müşkülât çıkarmadan geri durmamışlardır.

* Bitaraf bir zat, bu hâdiseyi şöyle de düşünebilir: Muhammed ibni Ebibekir — Radıyallahü anhüma — Hazreti Osmanın katilleri arasında bulunmuştu. Bu katiller hakkında ise henüz kısas icra edilmemişti. Buna rağmen Mısırın fâtihi olan bir sahabî, Amribnil'âs gibi kudretli dirayetli bir mücahid, Mı¬sır valiliğinden azledilmiş, onun yerine Hazreti Osmana karşı isyan bayrağı açanlar arasında bulunan bu genç zat, sanki hakkında bir mükâfat olmak üzere Mısır valiliğine ta'yin edilmişti. Bu hoş görülemezdi, zaman ise zamanı fitne idi, artık ahzı intikam veya tatbiki ceza maksadiyle böyle bir hareketin vukua geleceği istib'ad olunamazdı. Vakıa asla tasvip edilemiyecek elim, hazin bir hâdise. Ne çare ki zamanın icabatı bu dilsûz neticeye müncer olmuş. Pek ümit edilir ki o muhterem zatın, o necli necibin bu şehadeti, bir keffareti zünub olup ukbadaki derecelerinin itilâsına sebep olacaktır. Rahmetüllâhi aleyh.

*   (20)   Soru:
İmam Şafii hazretleri, Muaviye ile Amribnil'ası, bunların  dostları olan diğer rezilleri makbulüşşehade saymamakta değil midir?. Hanefi âlimlerince pek sahih addedilen Hidaye adındaki kitapta dahi bu herif fâsiklîkle yâd edilegelmekte değil midir?.

Cevap:

Böyle bir suale cevap vermeği bir bedbahtlık eseri sayarım, böyle lisanı edebe yakışmayan bir sualin şeametinden Allah Taalâmn zati akdesine sığınırım, ki büyük sahabî ile onların milyonlarca hakikî müslüman olan muhibleri hakkında böyle bir lisan kullanmanın fezahatinden, mes'uliyetinden titrerim. Ne çare ki bazı kalblere düşüreceği tereddütleri izale maksadiyle buna cevap vermek mecburiyetinde bulunuyoruz.

*   Evvelâ: Şunu arzedeyim ki imam Şafiî Hazretleri pek büyük, pek muhterem bir müctehid olduğu halde en son mer¬tebede bulunan bir sahabînin kabine yetişemez ve onların hiç birini fisk ile, adaletsizlikle yâd ederek şahadetini gayri makbul sayamaz.

Şüphe yok ki İmam Şafiî, her veçhile âdabı diniyeye riayetkardır. Bütün ashabı kiram hakkında hürmeti bir vecibe bilir. Onun lisanından her hangi bir sahabî hakkında hürmete münafi bir söz sudurunu biz pek müsteb'ad görürüz. Bu büyük müctehid namına böyle bir şey isnat edilmiş ise de bu, kanaatimize göre bir iftiradır veya bir sûitefehhüm neticesidir.

Evet... İbni Şehnenin «Ravzatül'menazir» adındaki tarih kitabında şöyle bir rivayet var. Güya İmam Şafiî tilmizlerinden Rabîa gizlice demiş ki «sahabeden dördünün, Muaviye ile Amr-ibnü'asın ve Mugire ile Ziyadm şehadetleri kabul olunmaz» [îbni Esir tarihinin kenarında c: 11. s: 133.].

Bu, bir kerre meçhul bir rivayetten ibarettir. Sonra İmam Şafiî, bir müctehiddir, kanaati ictihadiyesini daima açıkça söy¬lemek vaziyetindedir, buna rağmen öyle ashabı kiramdan bazı zatlar hakkında ona buna sırran söz söylemesi, yüksek seciyesiyle kabili te'lif olamaz.

Saniyen: İmam Şafiînin şehadet hususundaki mezhebi, bütün Şafiî fıkıh kitaplarında yazılıdır. O bir çok mübtedi'lerin, ehli ihvanın şehadetlerini bile makbul görmektedir. Meselâ: Şafiî fıkhına ait, pek mu'teber bir kitap olan «Minhacüttalibîn» de (تقبل شهادة مبتدع لا نكفر " = Kendisini küfre nisbet etmediğimiz bir mübtedinin şehadeti de kabul olunur) denilmektedir.

Yine Kütübi Şafiiyenin en kıymetlilerinden olan «Muhta¬sarı Müzenî» de: ولا ارد شهادت الرجل من اهل الا هواء اذ كان لا يرى ان يشهد لموافقه بتصديقة  denilmiştir ki: Bu da ehli hevadan, mezahibi bid'iye ashabından olan bir kimsenin — kendi gibi ehli he¬vadan olanı tasdik ederek hilafı hakikat olmak üzere lehine şehadet etmedikçe — şehadetinin makbul olacağını göstermektedir. Artık bir kısım ehli nevanın bile şehadetini kabul eden bir müctehid, ashabı kiramdan olan bir zatın şehadetinin ademi makbuliyetine kail olabilir mi?

Salisen: İmam Şafiî, Hazreti Muaviyenin, Amribnil'as Hazretlerinin rivayet etmiş oldukları ehadisi şerifeyi kabul etmiş, kendi kitaplarına derceylemiş, onlardan dini hükümler istinba-tında bulunmuştur ki, bunlar kısmen ileride gösterilecektir.

Bir hadis râvisinin ise müslim, âdil olması şarttır. Resuli Ekrem namına rivayet ettiği bir hadisi kabul etmek, onun Peygamberi Ziyşan hakkındaki şehadetini, kabul etmek demektir. Artık bu rivayet ve şehadeti kabul edilen bir zatın nasıl olur da alelade işlerde şehadeti kabul edilmez?. Artık İmam Şafiînin böyle bir iddiada bulunamayacağı tebarüz etmiş olmuyor mu?.

Rabian: Böyle bir rivayet, İmam Şafiî Hazretlerinin Ashabtan olup olmayanları tanımamış olduğunu gösterir ki, bu o büyük imamın şanına bir nakise demektir. Çünkü Ziyad sahabeden değildir. Artık o muhterem imam, bunu nasıl sahabeden saymış olabilir?.
Doğrusu budur ki, bütün müctehidlere ashabı kiramın hepside uduldûr müştehidlere bunun hilafını isnad eden, fekahetten mahrum, islâmiyetin ruhuna infazı nazar etmiş olmaktan bî-nasib, yanlış tesirler altında zebûn bir zavallıdan başka değildir.

Biz müteaddit kitaplarda görüyoruz ki, İmam Şafiîden «Sıffiyn» hâdisesi sorulmuş, bunun hakkında kanaatine müracaat edilmiş, o ihtiyatkâr, muhterem müctehid ise: Allah Taalâ bizim ellerimizi onların kanlarına bulaşmaktan korumuştur, artık dillerimizi de onların kanlarına daldırmak istemeyiz» demiştir.
Artık böyle bir müctehid, vaktiyle âhirete irtihal etmiş, bilfiil şehadetlerini istimaa imkân kalmamış olan ashabı kiramdan şu zatın şehadeti makbuldür, şu zatın şehadeti makbul değildir, demeğe cür'et edebilir mi?.

* Hidayeye gelince bu kitap, Muaviye Hazretlerini —haşa— fâsiklikle yâd edegelmemiştir. Eğer böyle bir fezahete cür'et etmiş olsaydı islâm âleminde hiç bir kıymeti olamazdı. Hayır hayır, sahibinin yüksek fekaheti, böyle bir fazihayı irtikâba mani'dir.
Hidayede yalnız bir meselei fıkhiyeye temas dolayısiyle de¬niliyor ki: «Bir hükümdar âdîl olsa da, câir olsa da kendisinden taklidi kaza caiz olur, ya'ni: ta'yin edeceği kazıların memuriyet leri, hükümleri sahihdir.

Çünkü sahabe Radıyallahü anhüm, Muaviye Radıyallahü anhdan kazayi tekallüd etmişlerdi, hak ise kendi nevbetinde Ali Radıyallahü anhın elinde idi.»
Görülüyor ki, Hidaye sahibi, bu sözleriyle Hazreti Muaviyeyi —hâşâ— tefsik etmiyor, sahabei kiramın ondan kazılığı kabul etmiş olduklarını gösteriyor, bu Hazreti Muaviye lehine bir hükümdür. Daha sonra «Hazreti Ali kendi nevbetinde haklı idi» diyor. Bu da diğer zatların da ve bu arada Hazreti Muaviyenin de kendi nevbetinde haklı olduğuna bir hükümdür.

Şu kadar var ki, Sıffiyn vak'asında Hazreti Ali haklı idi. Hazreti Muaviye ise bir çok ulemaya göre içtihadında muhtî olduğun¬dan haksız idi. îşte bu cihetle ona «câir» denilmiş oluyor.
Maamafih Hidayenin yüksek sarihi ibni Hümam, Fethül'kadirinde diyor ki:- «Hazreti Muaviye câir olduğu halde ondan tekallüdi kazanın caiz olması, Hazreti Muaviyenin evvelce, ya'ni: imam Ali zamanında kazi ta'yin etmiş olduğuna göredir. Hazreti Hasanın hilâfeti Hazreti Muaviyeye teslim ettikten sonra ise bu câiriyet iddiasına mahal kalmamıştır. Muaviye, sahabei kiramdan Ebüdderdayi Şama kazı ta'yin etmişti. Radıyalla¬hü anhüma [Fethülkadir c: 5. s: 461.].

İleride de yazacağımız üzere Hazreti Muaviye yüksek bir makam sahibidir, islâmiyete hizmeti pek büyüktür. Bütün bü¬yük fakıhlar, muhaddisler onu sahabeden tanıyor, onun hakkında tarziyede bulunuyorlar. Ashabı kiramın hepsi de «udûl» dur, makbulüşşehadedir. Artık Hidaye sahibi, o büyük sahabîyi nasıl fisk ile yâd edebilir?. Böyle bir iddia, ilim namına bir bühtan değil midir?.

* Amribnil’as, Radıyallahü an'he gelince o da şüphe yok ki, pek büyük bir sahabîdir, bir çok yüksek meâsire sahiptir. Hayber senesi veya feth senesi huzurı nebeviye gelerek islâmiyetini izhar etmişti. Resuli Ekrem, Sallâllahü aleyhi vesellem Efendimiz, kendisini «Zatüsselâsil» gazvesine emir ta'yin buyurmuştur, sonra da tarafı nebeviden iman valisi tayin edi¬lerek irtihali nebeviye kadar orada vali olarak kalmıştır.

Bilâhara Hazreti Sıddik tarafından Şama emir gönderildi. Bir ara¬lık bir ordu ile hareket ederek Mısır’ı fethetti, Hazreti Ömerin irtihaline kadar Mısırda vali bulundu, daha sonra Hazreti Os¬man zamanında da dört sene Mısır valiliğinde kaldı, ba'dehû azledildi, Sıffiyn vak'asında Hazreti Muaviye tarafında bulun¬muş, onun tarafından tekrar Mısır valiliğine ta'yin edilmiştir.

* Amribnil'as, Radıyallahü anh, dühâtı arabtandır, Resuli Ekrem Efendimiz onun hakkında: (ان عمرو بن العاص من صالحى قريش ) buyurmuştur. Ya'ni: Amribnil’as Kureyş kavminin salihlerinden bir zattır. Ne güzel şehadet!.

Sahibi buharı şârihı Aynî merhum diyor ki: Amribnil'as, Kureyşin zâhidlerindendir. Resuli Ekremden otuz yedi hadisi şerif rivayet etmiştir. Bunlardan üçü sahihi buharîde münderiçtir. Mısır valisi iken 43 senei hicriyesinde yevmi fıtırda vefat etmiş, cenaze namazını oğlu Abdullah kıldırıp sonra da sâna Bayram namazını kıldırmıştır. Radıyallahü anhüma [Aynî c: 2. s: 190.].

* «El'isâbe» de de deniliyor ki: Resuli Ekrem, Amribnil’ası malûmatından ve şecaatinden dolayı mukarrebleri sırasına geçirmişti, onu Zatüsselâsil gazvesine emîr ta'yin buyurmuştu. Sonra Şam orduları kumandanlarından oldu. Kınneserini fethetti. Halep ve Antakya ahalisiyle musalehada bulundu. Hazreti Ömer de onu Filistine vali ta'yin etti. Bir gün Ömer Radıyalalhü anh, yürümekte bulunan Amribnil'asa bakarak dedi ki: «Ebu Abdillah için yeryüzünde ancak emîr olarak yürümek lâyıktır.» Ebu Abdillah, onun künyesidir [İsabet fî temyîzıs sahabe.].

* «Üsdülgabe» de de şöyle deniliyor: Amribnil'as, Arabın en şeci'lerindendi. Ömrünün sonunda muttasıl: اللهم لا قوى فانتصر ولا برئ فاعتذر ولا مستكبر بل مستغفر لا الآله الا انت diye diye ruhunu hâlikine teslim etmiştir.
Yani: Allahım! Güçlü değilim ki kendime yardım edeyim, kusurdan berî değilim ki itizarda bulunayım, müstekbir de de¬ğilim, belki mağfiret dileyiciyim, senden başka ma'bud yoktur.

Bu zattan bir çok hadisler rivayet edilmiştir,   اذا حكم الحاكم فاجتهد فأجطاء فله اجر واحده hadisi şerifi de bu cümledendir [Cilt: 3. sayfa: 115.]
Ya'ni: Hâkim, ictihad ettiği halde hükmedip de isabet edemese kendisine yine bir sevap hasıl olur.

* Görülüyor ya, Sâilin bahsi mevzuu ettiği kitablar, bütün bu zatların lehlerine şehadet edip duruyor.
İslâm âlemine kıt'alar ilhak eden, Allahın Kelimei Tevhidini i'lâ için senelerce çalışmış bulunan bu gibi muhterem zatları, ictihadlarındaki bir isabetsizlikten dolayı muttasıl muahaze edip durmak, kendilerini fisk ile, hakaretle yâd etmek, artık islâm şeâirine, müslümanlık âdabına yakışır mı?. (الانصاف نصف الدين )

 *(21)   Soru:
Amribnü'as, bir hile olmak üzere Sıffiyn ordularını hükmî Kur'ane müracaate davet ettirmiş, ve hakem mes'elesinde Hazreti Ali aleyhine olarak Muaviyeye hizmet eylemiştir. Bu muvafık mıydı?.

Cevap:

Biz defeatle arzetmiş bulunuyoruz ki: Bu Sıffiyn vak'asında hak, imam Ali tarafında idi, bu sırada hilâfete imâm Ali Hazretleri başkalarından daha lâyık idi. Bütün müslüman kuvvetleri onun etrafında elbirliğiyle toplanmış olsalardı elbette islâm menfaatine daha uygun olurdu. Bu, böyle olmakla beraber buna muhalif kanaat ve ictihadda bulunmuş olan sair as¬habı kirama da dil uzatmaya hakkımız olamaz. Onlar bu babta savaba isabet etmemiş olsalar da yine ma'zur, yine ma'füv bulunurlar.
Maahaza bu hâdise hakkında bir bitaraf görüşiyle şöyle bir mutalea da yürütülebilir: Amribnil’as ile Muaviye (Radıyallahü taalâ anhüma) için bu hususta itizara medar olabilecek cihetler vardır.

Bir kere Hazreti Muaviye taraftarları bu mukateleye mecbur bir vaziyette kalmışlardı. Çünkü ilk evvel Hazreti Ali ordusu tarafından tecavüz başlamıştı. Hattâ imam Ali tarafında bulunan Eşteri Neha'î: «Muaviye taraftarları bize galip olacaklar, zira kitale evvelâ  biz başladık» demişti [Minhacüssünne c: 2. s: 203.].

Bu mukatele neticesinde maatteessüf  Hazreti Alinin ordu¬sundan yirmi beş bin, Hazreti Muaviyenin ordusundan da kırk beş bin müslüman şehid düşmüştü. Hazreti Muaviyenin ordusu inhizama, indırasa mahkûm bir vaziyette idi. O ordu ki, Roma hududunun muhafızı, islâm kuvvetinin büyük bir rüknü idi. Bunu da inhizamdan kurtarmak yine islâm menâfii icabatından idi.

İşte bu orduyu bu inhizamdan kurtarmak için iki kardeş ordu mensuplarını Kur'anı Mübinin hükmüne davet etmek, bir halâs çaresi olmak üzere iltizam edilmiş sayılabilir. Zaten imam Alinin taraftarları da böyle beynel'müslimîn vukubulan bir mukatelenin şeametini anlamış olmalı idiler ki, hemen silâhlarını bırakmaya koşmuşlar, Hazreti Alinin müessir nutuklarını dinlememişlerdi.

* Evet... İmam Ali Hazretleri: «İşin içinde hile var, aldan¬mayın, harbe devam ediniz. Zaten, biz de Kitabullaha riayet edilmesi için çalışıyoruz» mealinde bir çok şeyler söylemişti. Fakat bunları dinlememişlerdi.
Filhakika Minhacüssünnede yazıldığı ve Hazreti Ali'ye nisbet edilen «Nehcülbelâğa» daki nutuklardan da anlaşıldığı üzere imam Ali, Kerremallahü vecheh, Hazretlerinin ordusunda tam bir itaat kalmamıştı, kendi taraftarları kendisinin emirlerine muvafakat etmez olmuşlardı. Hazreti Muaviyenin taraftarları ise onun emirlerine itaat ediyorlardı.

Artık böyle bir badireden kurtulmak için Amribnil'as Radıyallahü- taalâ anhın bu babtaki tedbiri, tavsiyeleri, kendisi için bir ma'zeret, belki de takdire şayan bir hareket teşkil edebilir. Zaten (    الحرب خدعة) buyurulmuş değil midir?. Harbin fecayiinden kurtulmak,    müslüman kanlarını akmaktan korumak, harpten matlûp gayeye varmak için muhtelif çarelere başvurulur. Bu, harbin icabatındandır.

* Hakem mes'elesine gelince: Madem ki Amribnil'as Hazretleri, Hazreti Muaviye tarafını iltizam etmiş, onun kazanmasını her hangi maksada mebni ise muvafık görmüş, artık onun kazanmasına çalışacağı pek tabii görülebilirdi.

İmam Ali Hazretleri tahkimi kabul etmişti. Mütareke ypılmış, hakemleri tayine sıra gelmişti. Hazreti Alinin taraftarları bu hususta da o mübarek zatın tavsiyesine muhalefet etmiş, o yüksek düşünceli zatın istemediği bir zatı hakem ta'yin et¬mekte ısrar göstermişlerdi. Neticede imam Ali Hazretlerinin düşündükleri vücude geldi, hakem meselesi diğer bir tarafın lehine halledildi. Demek ki mukadder olan bu imiş.

İhtimal ki, Amribnil'as Hazretleri, imam Ali Kerremallahü vecheh Hazretlerinin ulüvvi kadrini ve Hazreti Muaviyeden daha ziyade fezaili haiz bulunduğunu bildiği halde zaman itibariyle ve imam Alinin etrafındaki bir takım âsî ruhlu kuvvetlerin mevcudiyeti itibariyle Hazreti Muaviyenin âmme riyasetinde bulunmasını daha muvafık görmüştü. Bu kendisince bir kanaat mes'elesi olabilir. Şimdi biz, «Amribnil'as, bunu mutla¬ka kendi şahsi menfaati icabatından olarak yapmıştır.» diye nasıl hükmedeceğiz?. Onun zâhid, ya'ni: dünya varlığına temayülden beri olduğuna şehadet ediliyor. O halde onun valilikte vesairede bulunmak istemiş olması, mahaza müslümanlığa, müslümanhğın tevessüüne hizmet maksadına müstenit olabilirdi. Bunlar bütün ihtimal dahilindedir. Maamafih bu Mısır fâtihi¬nin hâkimiyeti islâmiyenin tevessüüne hizmetleri tarihan sabit bir hakikattir.      

* Evet... Bütün hareketleri, kendi şahsî menfaatlerine münhasır olan ve bu gaye uğurunda renkten renge, meslekten mesleğe girip çıkan kimseler, kendi nefislerine kıyasen o zatların da mücerred dünya için mücerred vilâyet ve riyaset heve¬siyle böyle harekette bulunmuş olduklarını zannedebilirler. Ni¬tekim bazı tarih kitaplarında bu gibi iddialara tesadüf olunuyor. Fakat biz böyle bir zanna, bir iddiaya cesaret edemeyiz. O eazımı kendi nefsimize kıyas etmekten haya ederiz.

* Şunu da arzedelim ki, bu tahakküm mes'elesi haddizainde meşru' bulunmuştur. İbni Hazmin de dediği veçhile: imam Ali, Kur'an ile tehaküme davet edilince icabet etmişti ve bu tehakûmün hak olduğunu haber vermişti. Eğer bu tehaküm, bâtıl ve İmamülmü'minînin huzurunda gayri câiz olsaydı Haz¬reti Ali, buna icabet eder miydi?. Onun bâtıla icabet etmeğe yüksek sıfatı mani' idi [Kitabülfasıl, filmilel c: 3. s: 95.].

Bu hakem mes'elesini ancak haricîler caiz görmemişlerdi.
Velhasıl: Bir iki mes'eleyi de behane ederek iki mübarek sahabî aleyhinde hürmetsizliğe cür'et etmek hiç bir kimse için caiz olamaz. Bahusus Resuli Ekrem Sallâllahü aleyhi vesellem Efendimizin: «Amribnil'as Kureyşin salihlerindendir» [Süneni Tirmizî.] diye tezkiye ettiği bir zatı efradı ümmetten bir şahıs kalkar da nasıl tezyif ve tahkir edebilir?. Biz böyle bir cür'etten Allaha sığınırız.

*   (22)   Soru:
من قاتل علياً علي الخلا فة فاقتلوه كاءنا ماكان) Hadisi şerifi, hazreti Ali'ye muhalefet edenlerin katledilmelerini emrediyor. O halde onun muhalifleri katle mustahık olmuş olmazlar mı?.

Cevap:

Mu'teber hadis kitaplarında böyle bir hadis yoktur, bunun mevzu olduğu şüphesizdir. Bir kerre Hazreti Alinin hilâfeti hakkında sarih bir nass bulunmadığında ammei ulemanın ittifakı vardır. Sonra böyle bir hadîs bulunsa bile bu her hangi bir muhalif, bir mukatil hakkında bizim hakarette bulanmamıza bir delil olamaz.
Vakıa bir Emîrülmü'mînine tam bey'at vukubulduktan sonra diğer bir Emîrülmü'mînine de bey'at edilse bu ikinci bey'at mu'teber olmaz, islâm birliğini muhafaza için bu ikinci Emîrülmü'minînin vücudunu izale etmek, indelicab caiz olur, bu babta bazı ehadisi şerife vardır.

Artık bu ikinci Emirülmü'minînin vücudunu izale caiz olunca buna mani' olacak taraftarlarına karşı da mukatele caiz olmak lâzım gelir. Fakat bu mukateleden dolayı muhalif tarafın islâm dâiresinden çıkmış olması, lâ'nete hedef ittihaz edilmesi lâzım gelmez. Bahusus bu muhalefet bir içtihada, bir te'vile müstenid olursa; Emirülmü'minîn olduğu iddia edilen zatın âmme tarafından kabul ve intihap edilmiş olduğu müsellem bulunmazsa.

Şunu da ilâve edelim ki âlemi islâm pek ziyade tevessü ettiğine nazaran bir zamanda iki Emirülmü'minînin bulunma¬sını caiz görenler de bulunmuştur, nitekim vaktiyle Bağdat'ta Abbasiye, Endülüste de Emeviye hilâfeti bulunmuştur. Bugün de islâm âleminde başka başka islâm hükümetleri vardır.

Velhasıl: İmam Ali Hazretleri bu babtaki şer'î müsaadeye mebni, selameti âmmeyi, vahdeti siyasiyeyi temin için muhalif¬lerine karşı mukatelede bulunmuş olduğundan indallah ma'zur olabilir. Diğer taraf da onun zatına, hükümetine karşı değil, onun etrafındaki âsî kuvvetlere karşı ve bir hükmi şer'înin ye¬rine getirilmesi maksadına mebni harbe lüzum görmüş olduklarından onlar da indallah ma'füv olabilirler.
Artık bizim böyle umumî hükümlere ve gayri sabit veya zayıf delillere bakıp da muayyen zatlar hakkında kat'î karar vermeğe ve bunu behâne ittihaz ederek onlara dil uzatmaya asla hakkımız olamaz.
طوبى لمن عرف قدره ولم يتعد طوره 

 * (23) Soru:
     اذا رأيتم المعاوية على منبرى فاقتلوه ) hadisi de Künûzüddekaikde mezkûrdur. Bu da Muaviyenin katle lâyık olduğunu göstermi¬yor mu?

Cevap:

Resuli Ekrem hazretlerinin ulüvvi cenabını, siyaseti diniyesindeki azamet ve hikmeti mülâhaza edenler, lisanı Nebevi¬den böyle bir hadisin suduruna imkân veremezler.

Bu hadis, Muaviyetibni Ebi Süfyan, radıyallahü anhüma hakkında değil, münafıkların başı bulunan Muaviyetibni tabut hakkında varid olduğu Künûzülhakaıkın kenarında ve «El'leâlil'masnua> da yazılmıştır. Fakat bu da doğru görülmüyor, naklen sabit değildir. Doğrusu şudur ki: Bu hadis, mevzudur, hazreti Muaviye aleyhinde bulunanların uydurmasıdır. Ravileri arasında «Emribni Übeyed> vardır ki, yalan söylediği tasrih ediliyor [Elleâlil'mesnua. s: 221.].                              

Bakınız en yüksek bir muhaddîs olan ve kendisinin bilmediği bir hadis yok gibi sayılan Şeyhul'islâm îbni Teymiye, diyor ki: Bu hadis ilim nakli itibarile kendisine müracaat edilecek islâm kitaplarından hiç birinde mevcut değildir. Bu, Ehli hadis yanında kizbi mahzdır, Nebiyyi Zişan lisanından uydurulmuştur, bunu nakil eden bunun için bir istinad zikretmemiştir ki ona bakılabilsin.»

«Ebülferecil' Cevzî bu hadisi mevzuatında zikretmiştir. Bunun yalan olduğunu şu da açığa vurur ki, mücerret minberi Nebevviye çıkmak, katli icabetmez, o minberi Şerif ki, ona hazreti Muaviye kendilerinden hayırlı bulunan nice kimseler çıkmıştır. Eğer mücerret minbere çıkmakla katli lâzım gelse idi bütün bu kimselerin de katli lâzım gelirdi.»

«Evet... bu, bilızdırar dini islâmdaki malûm esasın hılâfınadır ki, mücerret minbere çıkmak, bir müslimin öldürülmesini mubah kılmaz. Sonra böyle bir katil, her hangi bir zalimin velayetinden daha büyük bir fesada, bir karşılığa sebep olur. Artık Aleyhissalâtü vesselam efendimiz, yapılması fesatça terkinden daha büyük olan bir şeyi emretmiş bulunur mu?» [Minhacüssünne c: 2. s: 202.].

* Evet... Şunu da düşünmeli ki: öldürmeğe lâyik olan bir şahıs, neden vahyi ilâhîye ve hususâtı Nebeviyyeye kâtip tâyin edilmiş olsun?. Neden böyle bir şahs hazreti Ömer ve haz¬reti Osman gibi zatlar tarafından milletin başına vali ta'yin olunsun?
Böyle bir hadîs olsa idi hiç bu zatlara gizli kalır mı idi? Bahusus Resuli Ekrem Efendimiz, Muaviye radıyallahü anhın bir zaman sonra vali, emirül'mü'minin olacağını kendisine haber vermiş, (فاذا ملكت فاحسن ) diye tavsiyede bulunmuştu. Artık böyle bir kimsenin katli için Nebiyyi Zişan hazretleri emr etmiş olur mu? İslâm milleti arasında bu yüzden bir ihtilâl çık¬masını hiç Resuli Ekremin yüksek siyaseti terviç eder mi? Ya böyle bir emir var iken bunu infaz etmeyen binlerce Sahabei Kiramın, asfiyai ümmetin vaz'iyetleri ne olacak? Bütün bu muhterem zatları Resulüllahm emrine muhalefet etmiş olmakla mı itham edeceğiz?. «Bunu kabili infaz görmediler» denilirse ya Resuli Ekrem hazretleri böyle infazı kabil olmayan bir şeyi neden bilmemiş de böyle muhal bir şey ile emirde bulunmuş denilmez mi?.. Haydi öldürülmesi kabil olmasın, Ya Hazreti Ömer gibi bir zat tarafından vali ta'yin edilmesi nasıl te'vil edilebilir?..

Yok yok, hakikati hal öyle değil. Vaktile din düşmanları, islâm dinini yıkmak, islâm cemiyetini dağıtmak için en evvel Ashabı Kiramın mevkiini sarsmağa lüzum görmüş, onları nazar¬lardan düşürmeğe çalışmış, bu gayeyi te'min için de böyle ya¬lan yanlış hadisler uydurup neşretmişlerdir.

* İyice düşünülürse bu uydurma hadis ile yalnız hazreti Muaviye değil, bütün Ashabı Kirama suikast edilmiş oluyor. Ancak en acınacak şey, şimdiki bir takım safdil Müslümanla¬rın bir tetkika lüzum görmeksizin bu gibi uydurma, islam menfaatına muzır şeylere inanmaları, aldanmalarıdır.
Şunu da ilâve edelim, bu hadis, hazreti Muaviye lehinde ol¬mak üzere şöyle de rivayet olunmuştur   اذا رأيتم المعاوية على منبرى فاقتلو فانه امين مأمون Ya'ni: Muaviyeyi minberim üzerinde gördüğünüz zaman onu kabul ediniz. Çünkü o emindir, me'mundur. Maahaza bu hadis de Tavilerine nazaran metruk sayılmıştır [El'leâlil mesnua. s: 221.].

Velhasıl: Mevzu, metruk hadislere istinat edilemez. Hele esasâtı diniyemize  aykırı rivayetlere   bakıp da her hangi bir

Sahabî hakkında söz söylemek asla doğru olamaz
اَللَّهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اْلاِتِّبَاعَ  وَاَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اْلاِجْتِنَابَه

 * (24)   Soru:
(   معاوية في تابوت من ناريوم القيمة), başka bir rivayette فى الهاوية hadîsi şerifine ne dersiniz?

Cevap:

Bu hadis de tamamen mevzu'dur. Bunun tarzı beyanı bile uydurma olduğunu isbata kâfidir. Bir kerre düşünmeli, Resuli Ekrem, Sallâllahü aleyhi vesellem Efendimiz, ehli cehennem
olan bir kimse hakkında (اللهم اجعل هاديا مهدياً) diye dua eder mi?. Halbuki bu, bir hadisi hasendir. Artık Resulüllahın böyle dua ettiği bir zat, hiç cehennemde bir tabut içinde kalır mı?. Resuli Zîşan Hazretleri, kendi kainbüraderi olan, kendisinin; kitabetiyle, sahabetiyle şerefyab bulunan bir zatı hiç ümmeti arasında böyle teşhir eder mi?

Sonra düşünelim, böyle bir hadîs bulunsa bile bunun he¬men Muaviyet ibni Ebi Süfyan Radıyallahü anhümaya ait olduğuna nasıl hükmedilebilir? Zamanı nebevide islâm şerefine nail olmamış Muaviye adında kimbilir ne kadar kimse vardı. Ezcümle münafıkların reisi olan Muaviyet ibni Tabut malûmdur. Bu hadisin bunlardan birine aidiyeti muhtemel iken ve bahusus «Tabut» tâbiri buna bir karine teşkil etmekte iken bunu hemen Hazreti Muaviyeye hamletmek muvafık mıdır?

Hadîs ilmine vakıf, biraz basiret nuruna sahib olan zatlar, mevzu' hadislerin mahiyetini ve ne gibi gayri meşru' maksat¬lar ile uydurulmuş bulunduğunu pek güzel bilirler. Artık bun¬lara bakıp da eazimi ümmet aleyhine söz söylemek asla caiz olamaz.
(Hadisi şerif من كذب علي في حديث جآء يوم القيمة مع الخاسرين )

 * (25)  Soru:
(   اول من يبدل دبنى رجل من بنى امية) Hadîsi Tırmizîde, Şerhi şifada, Künuzüddekayikde yazılıdır, buna ne dersiniz?.

Cevap:

Bir kerre bu hadis de sıhhat bakımından tetkike muhtaçtır. Sonra bu hadis de Benî Ümeyyeden lâalettayin bir şahsın dini islâmı tebdil edeceği ifade ediliyor. Benî Ümeyye ise bir çok «efraddan müteşekkildir, bunlardan bir kısmı, hükümet mevkiinde bulunmuştur. Bu hadisdeki şahıstan murat, hangisidir. Bu meçhul, o halde bunu hazreti Muaviye gibi bir sahabîye hami etmek elbette caiz olamaz.

Dini islâm, lehül'hamd kıyamete kadar bakidir. Ayniyyeti mahfuzdur, bunu kimse tebdil edemez. Bunun ahkâmına mu¬halefet edenler bulunabilir, fakat bu ahkâm kendi varlığını, kendi kudsiyetini tebdil ve tahriften vareste olarak kıyamete kadar muhafaza edecek ve bununla bir çok müslümanlar amil bulunacaktır: (انا نحن نزلنا الذكر واناله لخفظون) Ayeti celîlesi de bu iddiamızı te'yid etmektedir. O halde bunu tebdilden maksat nedir?. Bu da tetkike muhtaç.

*   Daha sonra bu hadis:  اول من يبدل سنتى رجل من بنى امية يقال له يزد  diye rivayet olunmuştur. O halde Benî Ümeyyeden Yezidin sünneti Nebeviyyeye muhalefet edeceği beyan buyurulmuş oluyor, yoksa onun dini islâmı tebdil edeceği beyan buyurulmuş değildir. Zaten Yezid değil, hiç bir kimse bu tebdile muktedir olamaz.

Dinî esaslarımıza göre de haberi ahad kabilinden olan hadislere istinaden muayyen bir kimsenin dünyevî ve uhrevî ha¬yatı hakkında kat'î bir hüküm verilemez. Maamafih mevzuat kitaplarında ve bilhassa Aliyyülkarînin mevzuatında deniliyor ki: Hazreti Muaviyenin, Âmribnü'asın, Benî Ümiyyenin, Yezi¬din, Velidin, Mervanibnilhakemin zemmi hakkındaki bir takım hadisler, mevzu'dur, yalancılar tarafından uydurulmuştur [Mevzuatı Aliyyilkari s: 123.]. الله اعلم بحقيقة الحال

Hasılı: Bu gibi rivayetlerle hazreti Muaviye aleyhine istidlal asla doğru olamaz. Onun dini mübine sadık, islâmı yükseltmeğe hadim olduğu tarihan sabit bir hakikattir.
كفى بالمرء اثماً ان يحدت بكل ما سمع مسلم 

 * (26) Soru:

(  الا ان آل ابى سفيان ليسو الى وليا انما ولي الله وصلح المؤمنون ) hadisi  hakkında ne dersiniz?.

Cevap:

Biz böyle bir hadis bilmiyoruz. Muteber hadis kitaplarından böyle bir şey yoktur. Sahihi Buharîde:
ان آل ابى فلان ليسوا باوليأى انماو لي الله و صالح المؤمنين ولكن لهم رحم ابلها ببلالها )diye rİvayet olunmuştur. Sahihi Müslimde de: ان آل ابى يعنى  فلانًا  ليسو الى باوليسآء انما ولي الله وصالح المؤمنين ) diye rivayet edilmiştir. Görülüyor ya, bunlarda Ebu Süfyandan bahis yoktur.

Bu hadîsi şerif hakkında şerihlerin müteaddit tevcihleri vardır. Bundan asıl murat, şudur: Resuli Ekrem Hazretleri bu¬yurmuş oluyor ki: Ben kimse ile mücerret karabetten dolayı muvalâtta bulunmam, kimseyi kendime dost ittihaz edinmem, ben ancak Allah Taalâyı severim. Çünkü onun kulları üzerinde vâcib olan hakkı vardır ve mü'minlerin salihleri livechillah severim, kendileriyle dostlukta bulunduğum kimseler ile imanlarından, salahı hallerinden dolayı dostlukta bulunurum, bunlar ile aramızda karabeti rahimiyye bulunsun bulunmasın müsavidir, şu kadar var ki aramızda karabeti rahimiyye bulunanlara mücerret bir silei rahim olmak üzere riayet ederim [Ayni c: 1. s: 334.].

* Bu hadîsi şerifteki fülân ile “Hakemibni Ebil'as” kaste¬dildiğine kail olanlar vardır. Kezalik «Ali ebi» ile «Ali Ebil'as ibni Ümeyye» irade edildiğine kail olanlar bulunduğu gibi «Ali Ebi Talib» kastedildiğine kani olanlar da vardır. Hattâ bununla «Ali Ebi Talib» kastedildiği diğer bir hadis ile de te'yit ediliyor. Bu hadîsteki Âl ile bunların gayri müslimleri kastedildiğine, ya'ni küllisini zikr eyleyip bazısı irade olduğuna kail olanlar da bulunmuştur [Kastalânî c: 1. s: 315.].

* Bu hadîsi şerif, sâilin yazdığı veçhile sabit olsa da bu Ebu Süfyanın hanedanı hakkında alelıtlak bir mezemmeti ihtiva etmez, belki iyi düşünülürse bir iltifatı mutazammın bulunur. O halde buyurulmuş olur ki: «Biliniz ki, Ebu Süfyanın âli, benim için alel'ıtlak velî, dost değildirler. Benim velim, dostum ancak Allah Taalâ ile mü'minlerin salihleridir. Salih olmayanlar ise velîlerim değildir.

Demek ki bu hadîsi şerif, Ebu Süfyan hanedanının Resulâllaha karabeti dolayısiyle ve mücerret bu karabetin faida vermiyeceğini beyan maksadiyle irad buyurulmuş oluyor. Bu karabete işaret zımnında ise onlara bir iltifat vardır.
Nitekim bu yalnız Ebu Süfyan âline mahsus değil, bilhassa ali nebevi hakkında da varit olmuştur. Şöyle ki bir hadisi şerifte: ان اهل بيتى هولآء يرون انهم اولى الناس بى وليس كذلك انما اولياءى منكم المتقون من كانوا وحيث كانوا buyrulmustur [Taberanî, Savaiki muhrika s: 93.].

Ya'ni: Şu ehli beytim! Sanarlar ki nâsın bana en yakini, en sevgilisi kendileridir. Halbuki öyle değildir. Benim sizden dost¬larım — kimler olurlarsa olsunlar, ve nerede bulunurlarsa bu¬lunsunlar — ancak müttaki olanlardır.

* Bütün bu mealdeki ehadîsi şerîfe, Resuli Ekrem Sallâllahü aleyhi vesellem Efendimizin ulvî maksatlarını izah etmektedir. Onun kudsî nazarları, ümmeti merhumesini tam bir müsavat üzere görür, bunlardan kimler muttaki salih iseler işte Nebiyyi Zîşanın asıl dostları onlardır. Nitekim bir hadisi şerifte de: ان اوليائ يوم القيامة المتقون = Benim kıyamet gününde dostlarım, şübhe yok ki muttaki olanlardır.) Buyurulmuştur. Zaten (  ان اكرمكم عند الله اتقاكم) âyeti kerimesi de bunu müeyyit değil midir?

* Bütün bunlar gösteriyor ki: Resulüllaha intisap için, onun muhabbet ve velayetine nâiliyet için yalnız karabet kâfi değildir. İman ve salâhı hal lâzımdır. Nitekim:
( و انذر عشرتك الاقربين âyeti kerîmesi nazil olunca Nebiyyi Ziyşan Hazretleri kavmini ve bilhassa akrabasını toplamış, kendilerine irat ettiği hitabede ezcümle şöyle buyurmuştur: [Sahihi Müslim c: 1. s: 133.]
 يا بنى عبدالمطلب انقذوا انفسكم من ا لنار يافاطمة انقذى نفسك من النار فانى لااملك لكم من الله شياً غيران لكم رحماً سأ بلها ببلالها

Ya'ni: Ey Abdülmuttalib oğulları! nefislerinizi ateşten kurtarınız. Ey Fatma! nefsini ateşten kurtar. Çünkü ben sizin için Allahtan gelecek bir azabı defetmek hakkına malik değilim. Şukadar ki sizin için bir karabeti rahim vardır, ben onun hukukuna silei rahime riayet edeceğim.
Velhasıl: Bu gibi ahadisî şerifteki maksadı Nebevi pek ulvîdir, bir ikaz ve irşat hikmetini mutazammındır. Bunlar ile Ebu Süfyan ve Muaviye (Radıyallahü anhuma) gibi zavatı âli¬ye aleyhine istidlâlda bulunmak asla doğru olamaz.

*   (27)   Soru:
يا على لايحبك الا مؤمن ولايبغضك الا منافق ) hadisi şerifi bir çok hadis kitaplarında yazılı değil midir?..

Cevap:

Evet... Yazılıdır. Fakat bundan Hazreti Muaviyenin Hazreti Aliye buğz ettiğine ve binaenaleyh — hâşâ — münafık olacağına istidlal asla doğru değildir. Hazreti Muaviye, şüphe yok ki Hazreti Aliyi hanedanı nübüvvete mensup ve bir çok fezail ile muttasıf olduğu için ve bir müslüman kardeşi bulunduğu için severdi. Ona buğz etmezdi. Nitekim Hazreti Ali hakkındaki bir çok taktirkârane sözleri de buna şahittir. İmam Âlinin şahadetini haber aldıktan sonra menakıbım zikrettirerek ağlamış olduğunu da yukarıda kaydetmiştik.
Zaten hazreti Muaviyenin pek meşhur olan halım selim, âlicenap fıtreti de böyle bir buğza musaid değildi.

* İmam Ali ile aralarındaki münazaata gelince bu bir ictihad neticesi idi. Bir hükmi şer'înin yerine getirilmesi gayesine müstenitti. Her iki kardeş arasında dünya hayatı itibarile bazan mücadeleler olabilir. Fakat bu, onların birbirine karşı olan fıtrî veya dinî muhabbetine münafi, kalben buğz ve adaveti müstelzim olmaz. Bunun içindir ki, mübarek İmam Ali de hasımları¬nın ıslâhına dua edip «onlar kardeşlerimizdir, bize serkeşlik ettiler» demekle iktifa buyurmuştu.

* Hazreti Ali, Kerremellahü vecheh Efendimiz haklarında sair müminlerin muhabbet ve ihtiramları da malûmdur. Artık bu gibi ahâdisi şerife ile yanlış istidlale kalkışmaya mahal yoktur.

*    (28) Soru
من آذا علياً فقد آذانى       Hadisi şerifi de Hazreti Aliye eza ve cefanın Resuli Ekreme karşı eza ve cefa olduğunu göstermiyor mu?.

Cevap:

Evet... Hazreti Aliye haksız yere, bir te'vile müstenit olmaksızın eziyet veren, o mübarek zatın kalbini kıran kimse, Resuli Ekrem Efendimize karşı hürmet ve muhabbette noksanlık göstermiş, o Nebiyyi zîşana eza etmiş gibi olur. Çünkü îmam Ali Hazreti peygamberin amıca zadesidir, damadıdır, pek sevgili bir sahabîsidir.

Şu kadar var ki onunla bir hakkın tecellisini te'min için yapılan bir münazaa ve mücadele, onun muhterem şahsına müteveccih bir eza değildir. Her hangi bir zatın müteezzi olacağı mülahazasile bir hakkın takibi terkedilemez. Bundan gaye, eza değildir, belki bihakkın zuhuruna hizmettir. Bu husustaki hareket, ezayı müstelzim olsa da bir hüsni niyete, bir içtihada müstenit olduğu için, Resulüllaha karşı yapılmış bir eza sayılamaz. Velev ki o ictihadda bir isabet bulunmasın.

* Evet... Bu bir eza da olsa bunun bir te'vile, bir ictihade mükterin olduğundan dolayı indallah bir özür sayılması pek me'muldür. Bunu Resuli Ekrem ile muhterem halifesi imam Alinin karabet ve sahabet dolayısile afv etmeleri de kuvvetle ihtimal dahilindedir. Bu ezayı edenlerin bilahâre taib ve müsteğfir olmuş bulunmaları da her halde melhuzdur.

Nitekim Resuli Ekrem Sallallâhü aleyhi vesellem hazretleri, kendisine senelerce eziyet vermiş, kudsî hayatına kastetmiş olan nice kimseleri bilâhare afv ederek haklarında bir çok iltifatlarda bulunmuştur.

* Bir de düşünmeli ki bu hâdisî şerifteki hüküm, Hazreti Aliye mahsus bir imtiyaz değildir. Her müslümân hakkındaki haksız yere yapılan eza ve cefadan Resûli Ekremin müteezzi olacağı   müteaddit   ahâdisi   şerife ile beyan   buyurulmuştur.

(من آذا مسلماً فقد آذانى ومن آذانى فقدآذى الله) Hadisi şerifi de bu cümledendir [Camiüssâğir.].
Demek ki her müslümana eza, Peygamberi Zişana ezadır. Peygamberi Âlişanımıza eza da gazabı ilâhîyi câlib, azaba istih¬kaka bais bulunmuştur. Hazreti Muaviyeye ve emsali kiranına zebandrazlık da bu eza cümlesindendir.
Artık yukarıdaki hadisi şerifi sened ittihaz ederek her hangi muayyen bir sahabînin aleyhine hüküm vermeğe kalkışmak, bizim için caiz olamaz.

* (29) Soru:
بغض على سئة لا ينفع معها حسنة Hadisi şerifine ne dersiniz?

Cevap:

«Hazreti Aliye Buğz ve adavet, bir günahtır ki o bulundu mu, artık hiç bir hasene, sahibine fâide vermez.» mealinde bulunan bu hadîsi şerif, müsnedi Deylemîde mevcuttur. Fakat ra-vileri bakımından incelenmesi lâzımdır.   Maahaza bu haberi ahad kabilinden olduğu cihetle tefsire, tahlile tabi'dir. Biz ahkâmı diniyemize nazaran katiyyen biliyoruz ki, küfürden başka her hangi bir günah, hasenatın fâidesiz kalmasına sebep olmaz. Bir şahsda hasenat ile seyyiat ictima edebilir ve hasenat çok kerre bir kısım seyyiatı izale eder. Her hangi bir müslüman, büyük bir günah işlediği zaman azaba müstehık olur, fakat aynı zamanda işleyeceği bir haseneden,  bir ibadetten dolayı da sevab kazanır. Artık hazreti Aliye mücerret buğz eden bir Müslüman için sevap kapılarının kapanmış olduğu neden icap etsin, hatta Ashabi Kiramdan her hangi birini şehid etmek bile pek büyük bir günah, bir kebire olduğu halde küfür sayılmamaktadır. Hazreti Ali ise peygamber değildir ki, ona buğz, küfür sayılsın.

O halde bu hadîsi şerîf eğer hakikaten sabit ise bundan malsat, — Allahü 'alem — Hazreti Aliye mücerret dini islâm ile müşerref, sahabei kiramdan madud, kurbiyeti Nebeviyyeye nail olduğundan dolayı buğz edenlerin halini beyandır. Zaten yalnız hazreti Aliye değil, her hangi bir müslümana, mücerret Müslüman olduğundan dolayı buğz etmek, küfür sayılır, artık sahibine hasene suretinde olan sair amelleri fâide vermez.

* Bir de bu gibi bir kısım ehâdisi şerife, insanları bazı mühim günahlardan tahzir ve o günahlara mukarin olan hesenatm fazla sevaba vesile olamıyacağını beyan için vârid olmuştur, yoksa hasenatın büsbütün fâidesiz kalacağını beyan için varit olmamıştır. «Zekâtını vermeyene namazı fâide vermez» denilmesi bu kabildendir.                            

*   Maahaza bu hadisi şerif böyle ıtlakı üzere alınsa da bunun Hazreti Muaviye ile yine bir ilgisi yoktur. Çünkü yukarıda  yazdığımız veçhile Muaviye Radıyallahü anhın İmam Ali — Kerremallahü vecheh — ye şahsen bir buğzu yoktu, bilâkis onun muhibbi ve senakârı idi. Aralarındaki mücadele ise, be¬yinlerinde teati edilen ve «îkdulferit» ile diğer bir çok kitaplarda yazılı bulunan mektuplardan da anlaşılacağı üzere hazreti Osmanın heder olan kanından dolayı idi. O mazlumen katledil¬mişti. Onun velileri için kısas icra ettirmek salâhiyeti, sültei şer'îyesi var idi.

Nitekim: (   ومن قتل مظلوماً فقد جعلنا لوليه سلطاناً) âyeti celilesi de bunu natıktır. Halbuki bu kısas icra edileme¬mişti, canilerin cezasız kalması, Cemel ve Sıffiyn mücadelelerine sebebiyet vermişti.
Binaenaleyh Hazreti Muaviyenin bu babtaki hareketini bir şahsî buğz ve adavet eseri saymak doğru değildir.
Artık bu gibi Ahâdisi Şerifenin Hazreti Muaviyeye ve emsaline asla şümulü olamaz.

*   (30)   Soru:
لكلل نبى وص ووارث وعلى وصى ووارثى  Ve     ( . من كنت مولاه فعلى  مولاه)
Hadisleri, Hazreti Alinin nezdi Nebevideki yüksek mevkiini göstermiyor mu?

Cevap:

Evet... Bu iki hadisi şerif, İmam Alinin yüksek mertebe¬sine, ve zatı risaletpenahîye olan kurbiyetine iki delildir. Bunu inkâr eden yoktur. Hazreti Muaviye de bunu mu'teriftir. Fakat bu hadisler, muhtelif tefsirlere tabi' tutulmuştur. Bunlar ile Hazreti Alinin hilâfetine istidlal olunamaz.
Bu iki hadisi şeriften anlaşılmış oluyor ki: Resuli Ekrem Efendimiz, kimin dostu, yardımcısı ise hazreti Ali de onun dostudur, yardımcısıdır. Ve her peygamberin bir vasisi, bir vârisi vardır, İmamı Ali de Hatemül'enbiya efendimizin vasisidir, vârisidir.

O halde her müslümanın dostu, nasiri, Resuli Ekrem Hazretleri olduğundan her müslümanın İmam Ali de dostudur, nasiridir, kıyamet gününde şefaatcısıdır. Binaenaleyh, bir müslüman olan ve aynı zamanda Ashabı Kiramdan bulunan hazreti Muaviye ile hazreti Ali arasında da bu dostluk, bu dini nüsret câridir.                                                                             

* Vesayet cihetine gelince: Bir zatin vasisi, kendi terekesi veya evlâdı sigari hakkında tasarrufa salâhiyetdar olan zat demektir. Yoksa onun âmme hakkındaki riyasetini de deruhte edecek zat demek değildir. Çünkü vasilerin salâhiyeti şer'iyyesi muayyendir, bu vasilik, cemaati müslimîn hakkında câri olamaz.
Binaenaleyh bu gibi ehâdisi şerife ile Hazreti Alinin hilâfetine işaret edilmiş olduğunu iddiaya mahal yoktur.

*Veraset cihetine gelince: Resuli Ekrem Efendimizin tebliğ etmiş olduğu şeriatı garra ahkâmına nazaran bir mütevef¬fanın erkek evlâdı bulunmayınca amicalarını, amicaları da bulunmayınca acima zadeleri asabiyet cihetiyle kendisine vâris olabilirler. Bu bakımdan Hazreti Ali de vâris olabilirdi. Ancak:
(نحن معاشر الا نبياء لانورت ماتر كناه صدقة) hadisi şerifi mantukunca enbiyai izamın terikeleri kariblerine intikal etmez, belki sadaka olarak mustahık olanlara tevzi edilir. Bu cihetle bu hadîsi şerif¬teki verasetten maksat, mal itibariyle bir veraset değildir. Zaten irtihali nebevide amicası Hazreti Abbas berhayat bulunduğundan Hazreti Alinin asebe sıfatiyle vâris olmasına da imkân yoktu.

Bundan maksat, hükümet reisi veya nübüvvet vârisi olmak üzere bir veraset de değildir. Çünkü dini islâmda hükümet riyaseti kimseye mevrus olmaz, bu riyasetin hanedanı nübüvvete mevrus ve münhasır olduğuna dair hiç bir nass yoktur. Öyle olsaydı artık intihaba vesaireye ne lüzum kalırdı?. Hazreti Sıddikın, Hazreti Farukun hükümetleri gayrimeşru  olmaz mıydı?. Halbuki buna hiç bir müslüman kail değildir.

Nübüvvete gelince o, Resuli Ekrem Hazretleriyle nihayet bulmuştur. O «Hatemülenbiya» dır.
O= لانبى بعدى ) Benden sonra peygamber yoktur.) buyurmuştur.
O halde bu hadîsi şerifteki verasetten maksat, Allahü a'lem, Hazreti Alinin ulumi nebeviyyeye vâris olmasından ibarettir. Filhakika imam Ali Hazretlerinde Resuli Ekrem Efendimizin ilminden, fezailî âliyesinden bir çokları. tecelli etmişti. Bu da Hazreti Muaviyece ve bütün müslümanlarca ma'lûmdur, müsellemdir. Radıyallahü Taalâ anhümâ.

*   (31)   Soru:
  احب اهل البيت الحسن والحسين ) Hadisi şerifi, Hasreti Hasan ile Hazreti   Hüseynin   nezdi nebevideki   mevkilerini göstermiyor mu?

Cevap

Şüphe yok ki Hazreti Hasan ile Hazreti Hüseynin (Radıyallahü anhüma) mevkileri, gerek nezdi nebevide, gerek ehli beyt arasında ve gerek bütün islâm cemiyetleri arasında pek büyüktür. O iki risâlet gülkoncasının mehasinine meftun olmayan, onların nesîmi muhabbetleriyle kalblerini ıtırnâk etmek istemiyen bir müslüman yoktur. Şüphe yok ki, Hazreti Muaviye de vesair ashabı kiram da onların haklarında çok muhabbetli, çok hürmetli bulunmuşlardı. Bahusus Hazreti Hasan, hilâfeti kendi arizusiyle Hazreti Muaviyeye devretmiş, aralarında bir ittihat, bir meveddet ve muhabbet vücude gelmiştir.

* Malûmdur ki Resuli Ekrem Sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz, birgün ashabı kiramının huzurlarında minbere çıkıp bir hutbe irat ederek:
 ان ابنى هذا سيد ولعل الله ان يصلح به بين طائفتين من المسلمين » buyurmuştu. Hazreti Hasan, riyaseti âmmeyi Hazreti Muaviyeye teslim etmekle peygamberimizin bu haberi bir mu'cize olarak tahakkuk etmiş, müslümanların arasında yeniden bir ittihat vücude gelmiş,   o seneye (Ammül'cema adı verilmiştir [Sahihi Buharı, Nakdi Nesaihilkâfiye s: 39.].      

Dikkat edilmeli! bu hadîsi şerifte her iki zümrenin Müslüman olduğu gösteriliyor. Ve bu hâdise takdir edilmiş oluyor. Artık bunun hilafını düşünmek hangi müslümanın aklından geçer.
Bir kerre düşünmeli. İmam Hasan Radıyallâhü anh Efendimizin diyaneti, şecaati, selâbeti ahlâkıyesi herkesçe malumdur Artık o, kendi diyanetine, kanaatine, âmmei müsliminin menafiine muhalif bir harekette bulunabilir miydi?.. Onun maiyyetinde bir çok kuvvetler vardı, buna rağmen riyaseti ammeyi Hazreti Muaviyeye devretti. Bunu caiz görmeseydi böyle bir teşebbüste asla bulunmazdı. Harp etmeye muktedir olmasaydı istifa eder, bir tarafa çekilir, âmme riyasetini ümmete bırakır, bunu kendi eliyle lâyık görmediği bir şahsa tevdi ve teslim etmezdi.

Evet münsifâne düşünmeli! Hazreti Hasan gibi bir zat, âmme riyasetini kendi eliyle - hâşâ - gayri müslim veya fâsik, zalim bir şahsa teslim eder miydi?. Hiç onun bey'atı altında bulunur muydu?. Halbuki Hazreti Hasan, senelerce Hazreti Muaviyeyi Emirilmü'minîn   tanıyıp onun   hürmetleriyle karşılanmıştır.

Bİnaenaleyh biz bütün ashabı kiramın ve bilhassa ehli beyt ile sair sahabei güzînin birbirine karşı mütekabil hürmet ve muhabbette bulunmuş olduklarına kaniiz. Allah Taala hepsinden razı olsun, kalblerimizi onların sevgilerinden halî bulundurmasın. Âmîn.

*  (32)   Soru:

Bir hadisi şerifte: شفاعتى لا متى من احب اهل بيتى  buyrulmuştur. Bu da ehli beyte muhabbetin lüzumunu göstermiyor mu?.                                                                              

Cevap:

Bu hadisi şerif, rivayet itibariyle tetkike tâbi'dir. Fakat, meâlen doğrudur. Zaten ehli beyte muhabbet etmeyen, ümmeti Muhâmmedden sayılamaz ki şefaate mahal olabilsin.
Ehli beyte muhabbet, bir diyanet nişanesidir, bir hidayet semeresidir, peygamberimizin şefaatine nâiliyet için bir vesiledir.
Artık bu muhabbetten hangi bir müslümanın ve bilhassa Hazreti Muaviyenin vesâir sahabei güzînin mahrum olduğuna kim hükmedebilir?.

Defeat ile arzetmiş olduğumuz veçhile Hazreti Muaviye, ehli beyte ve bilhassa Hazreti Ali'ye karşı çok hürmetkardı, çok muhabbeti vardı. Fakat aralarındaki mücadele, bir içtihada, bir hakkın zuhurunu te'min maksadına müstenit olarak ister istemez vuku' bulmuştu. Biz bu yüzden hiç birini diğerinin muhabbetinden mahrum sayamayız. Binaenaleyh bu hadîsi şeriften Hazreti Muaviye aleyhine bir hüküm çıkarılamaz. Kalblere âlim olan, ancak Allah Taalâdır.

Şunu da ilâve edelim ki, muhterem ehli beyte muhabbet iddiasiyle şâir ehli imana adavet göstermek caiz değildir. Biz ümmeti merhumeden hiç biri hakkında adavet ve hakaret gös¬termekle mükellef bulunmuyoruz. Mahalline müteveccih olmayan bir adavet ve hakaretten dolayı indallah mes'ul olacağımız ise kat'iyyen ma'lûmdur.

Artık asıl halleri Cenabı Hakka ma'lum, efradı ümmetden oldukları sabit ve bilhassa sahabeden bulunmak şerefini hâiz olan her hangi bir zat hakkında, her hangi bir vak'a behanesiyle bizim adavet ve hakarete cür'et etmemiz asla caiz olamaz.
Biz, maahaza Resuli Ekrem ile dini islâma mensubiyetlerinden dolayı bütün ashabı kiramı sever, hepsini hürmetle yadederiz.    Radiyallahu anhüm ecmaın

*    (33)    Soru:
Sahihi Müslimde mezkûr bir hadisi şerifte: انه ستكون هنات وهنات فمن ا رادان يفرق امر هذه الامة وهي جميع فاضربوه بالسيف كائناً من كان buyurulmuştur.[ Müslim c: 6. s: 22.] Bu hadis, imam Ali'ye muhalif olanlara karşı kılıç istimalini emretmiş olmuyor mu?.


Cevap:
Bu hadîsi şerifte buyurulmuş oluyor ki: «İleride muhakkak bir takım hâdiseler zuhur edecektir. Bu ümmet, içtimaî bir vahdet halinde iken bunun bu varlığını her kim dağıtmak, perişan etmek kasdinde bulunursa onu kılıçlarınızla vurup yola getiriniz.»

Evet... Ümmeti merhumenin vahdetini ihlâl etmek isteyenler, böyle bir te'dibe mustahık olurlar. Tâ ki islâm cemaatinin varlığı, birliği tefrika belâsından vareste kalsın.
Artık eski tarihleri karıştırıp milleti islâmiye arasına bir mezheb ihtilâfı, adaveti düşürmek tehlikesine şuurlu veya şu¬ursuz bir surette âlet olanlar, bu hadîsi şeriften bir intibah hissesi almalıdırlar.
Bazan insan, kendi aleyhine yazı yazar, delil ihzar eder de hiç haberi olmaz. Feyyazı Kerim Hazretleri hepimizi hatâdan sıyanet buyursun.

* Bu hadîsi şerif ile Hazreti Zübeyr, Hazreti Talha, Haz¬reti Muaviye gibi zatlar aleyhine istidlal edilmek isteniyor. Fakat düşünmeli, bu mubaret zatların Hazreti Aliye karşı muhalefeti ümmeti merhume arasına tefrika düşürmek için miydi?. Bunu hangi müslüman, yüreği sızlamadan iddia edebilir?. Böyle bir iddiadan, iftiradan Allaha sığınırız.

Sonra bu mübarek hadîsi şerif, umumî bir hükmü havidir. Bunu yalnız Talha, Zübeyir, Muaviye hazerâtile bunların mai¬yetlerine âid gibi telâkki etmek nasıl doğru olabilir?
Şüphe yok ki bu hadîsi şerife Hazreti Ali taraftarları istinad edebilecekleri gibi muhalif taraflar da istinat edebilirlerdi.

Meselâ: Hazreti Muaviye taraftarları diyebilirlerdi ki: «Ümmeti merhume Hazreti Osman’ın çevresinde toplanmış, bir vahdet vücude getirmişlerdi. Bil'ahare Küfeden, Basradan, Mısırdan gelen kuvvetler, o muhterem zatı haksız yere şehid ettiler, islâm birliğini tefrikaya düşürdüler, ekâbiri ashabın sözlerini dinlemediler. Artık bu kuvvetleri kılıçlarımızla te'dib etme¬miz, bu hadîsi şerif icabatından olmaz mı?

Filvaki İmam Ali Hazretleri bu hadise esnasında etrafında bütün müslümanları henüz toplamış değildi. Ashabı Kiramdan bir kısmı, yaptıkları heyâte rağmen bu kuvvetler arasındaki caniler hakkında hükümi şer'înin tetbik edilmemesinden dolayı muhalefete başlamışlardı. Cemel vak'ası bunun neticesidir. Şam tarafındaki müslümanlar ise yine bu maksatla muhalefet¬te bulunup mubayeade bulunmamışlardı. Binaenaleyh bunlar da bu hadîsi Nebeviye istinad iddiasında bulunabilirlerdi.

* Beri taraftan imam Ali (Kerremallahü vecheh) hazret¬leri de kendi sırasında makamı hilâfeti herkesden daha ziyade müstehık olarak ihraz etmişti, kendisine müslümanların büyük bir kısmı bey'atta bulunmuşlardı. Bu suretle yeniden bir vahdeti islâmiye vücude gelmiş bulunuyordu. Artık bu vahdeti vikaye, islâm menfeatini siyanet için buna muhalif bir durum alanlara karşı bu hadîsi şerife istinaden kılıca sarılmış olabilirdi.

Her ne ise şimdi aradan bin üç yüz sene geçmiştir. Artık biz bu büyük zatlara karışamayız, onları tenkid edemeyiz. İki kar¬deş zümre arasında vuku bulmuş bir macera..
Ancak şunu arz etmek isteriz ki, her iki taraf için de bu babta içtihada, ma'zeret beyanına imkân vardı. Biz bunun kat'î hükmünü ancak ehkemülhakimîn olan Hak taalâ hazretlerine havale ederek her iki taraf hakkında hürmete münafi bir mütalaada bulunmamayı bir vazife biliriz. ( Rıdvanulahi Teala aleyhim ecmeın)

*   (34)    Soru:
Muaviyenin fazileti hakkında bir çok hadisler vardır. Fakat bunların içinde sahih isnad yolu ile vârid olmuş bir hadis yoktur.
Ishak ibni râhveyh, Neseî ve başkaları bunu tasrih etmişlerdir. Bunun içindir ki, Buhari «Babı zikri Muaviye» demiş, «Babı fazileti Muaviye» veya «Babi menakıbı Muaviye» dememiştir. Bunu Buharı şârihı Aynî yazmaktadır. Artık Muaviye nasıl müdafaa edilebilir.

Cevap:

Hazreti Muaviyenin yüksek fazilet ve kemali kendisini başkalarının müdafaasından müstağni kılmıştır. Ancak biz bir hakikati ilmiyyenin tecellisini te'min ve mücerret bir sahabîye karşı ritakâb edilen hakaretin islâm şiarına yakışmıyacağını isbat için bazı mutalealarda bulunmaya vicdanen bir mecburiyet görmüş bulunuyoruz.

* Evvelâ: Şunu arzedelim ki, Hazreti Muaviyenin fezaili hakkında bir kısım sahih veya hasen olmak üzere kabul edilmiş Ehâdisi şerife mevcuttur. Sonra onun lehinde olan ehâdisi şe¬rife, isnad bakımından sahih görülmese bile, onun aleyhinde bazı tarih kitaplarının yazmış oldukları şeylerden bin kat daha kuvvetlidir, itimada lâyıktır.

«Usuli hadis» ilmine az çok muttal'i olanlar, bilirler ki esasen en doğru, şer'i şerife en muvafık olan bazı haberler, hadisler bile rivayet edenlerin bazı ahvalinden dolayı zayıf veya muallel sayılarak sahih addedilmez. Böyle bir hadise «sahih» denil-memesi mücerret bir ıstılahı ilmîden ibarettir, yoksa onun hakikaten sahih olmadığına hüküm demek değildir.

* Saniyen: Ashabı Kiramdan yalnız hazreti Muaviye değil. Belki birçoklarının fezaili hakkındaki bir kısım hadisler, ya zayıf veya büsbütün mevzu'dur. Eğer mevzuat kitapları ve bilhassa Aliyyilkarinin “mevzuat” iyle imam Suyutînin «Kitabül leâlil'mes'nu'a filehadisil'mevzua» ünvanlı eseri okunursa görü¬ür ki gerek hazreti Alinin ve gerek hazreti Muaviyenin fezaili hakkında ne kadar mevzu hadisler vardır.
İmam Ali hazretelerinin ve muhterem ehli beytin fezaili hakkında pek çok ehâdisi sahihe vardır. Bunlar mevcut olduğu halde Rafızıler tarafından Hazreti Ali  ile Ehli beytin fezaili
hakkında, üç yüz bin kadar hadis vaz' edilmiş olduğu kitabül'irşadda mukayyeddir [Mevzuatı Aliyyülkari. s: 123.],

Fakat bu mevzu hadislerin bulunması, o muhterem zatla¬rın kadrini tenzil, haklarında dil uzatmayı müstelzim olamaz. Zaten islâm uleması, bütün bu mevzu hadisleri tesbit etmiş bulunuyorlar.

* Salisen: Aynî merhum, Sahihi Buharîde «Babı Fazileti Muaviye» denilmemiş olduğunu Hazreti Muaviyenin kadrini tenzil, onun sehabeden olduğunu inkâr maksadile söylemiş değildir. Yazılan bir şeyi anlamamak bir kusur ise onu yalan yan¬lış tefsir etmek, onun evvelindeki veya âhirindeki yazılan ört bas ederek sahibinin maksadını yanlış göstermek ise daha bü¬yük bir kusurdur.

* Aynî merhum, Sahihi Buharîde Hazreti Muaviyeden rivayet edilen bir hadisi şerifin, onun faziletini beyan maksadile değil, muayyen bir mes'elei şer'iyyenin şerh ve izahı maksadile yazılmış olduğunu göstermek istemiştir. Yoksa ne Aynî merhum, ne de İshakibni Râhveyeh gibi bir muhaddis hazreti Muaviyenin hâiz olduğu fezaili inkâr edemez. Zaten inkâr etse de ne çıkar. Bir kerre imamı Buharî gibi en büyük bir muhaddis, Sahihi Buharîsinde:
(ذكر معاوية بن ابى سفيان رضى الله تعالى عنهما) diye haklarında tarziyehan bulunuyor, onların Resuli Ekremden ri¬vayetlerini naklederek onların sahabei kiramdan olduğunu göstermiş oluyor.
Sonra imam Büharînin bu tezkiyesi olmasa bile kendisinin nakl ettiği hadîsi şerif, Hazreti Muaviyenin faziletini isbata, kadrini ilâya kâfi.

Evet... Resuli Ekremin amica zadesi, Ashabı kiramın pek fakihi bulunan İbni Abbas hazretlerinden şöyle rivayet ediyor:
  قيل لابن عباس هل لك فى اميرالمؤمنين معاوية فانه مااوتر الا بواحدة قال اصاب انه فقيه   Ya'ni: İbni Abbas hazretlerinden soruluyor ki: Müminlerin emîri Muaviyeye ne dersin, o yatsı namazından sonra vitir na¬mazını yalnız bir rek'at olarak kılıyordu?. İbni Abbas hazretleri de diyor ki: İsabet etmiş, o şüphe yok ki fakîhdir.»

Ne büyük şehadet! Bununla Hazreti Muaviyenin Emirül-mü'minîn olduğu ve büyük bir din âlimi bulunduğu ibni Abbas Hazretleri tarafından itiraf edilmiş olmuyor mu?. Bunun içindir ki müctehidîni izamdan bazıları vitirin bir rek'at olduğuna kail bulunmuşlardır.

* Maahaza Aynî merhum da Hazreti Muaviyenin fazile¬tini kaydediyor, ayni sahifede şöyle diyor
: وفيه دلالة ايضاً على فضله من حيث انه صحب النبى صلى الله عليه وسلم
Ya'ni: Bunda da Hazreti Muaviyenin faziletine delâlet vardın Çünkü o, Nebiyyi Zişan Efendimize müsahib olmuştur [Aynî. c: 7. s: 664.].
İşte Aynî merhumun görüşü, işte onun kanaat ve şehadeti! artık insaf!

* Şunu da ilâve edelim ki, yüz binlerce sahabei kiram vardır. Bunlardan bir çoklarının fezailine dâir hadis kitaplarında bir kayde tesadüf edilemiyor, şimdi bunların fezaili hakkında hadîsi şerif yok diye faziletlerini inkâr etmek mi lâzım gelir?, delilin ademinden medlulün ademine hükmedilebilir mi? Zaten onların sahabeden bulunmaları kendileri için fazilet olmaya maaziyadetin kifayet eder.
Maamafih evvelce de arzettiğimiz veçhile ba'delkur'an en sahih olan ve «Kütübü Sitte» denilen hadis kitablarımızda Hazreti Muaviyenin fezailini gösterir bir kısım ehâdisi şerife de vardır. Bunlar isnad bakımından sahih, hasen bulunmaktadırlar, bazılarını kaydetmiş bulunuyoruz, bazılarını da kaydedeceğe.

* Velhasıl: Bir zatın sahabei kiramdan olması, onun için en büyük bir fazilet teşkil eder. Bunu inkâr etmek ise hiç bir müslümana yakışmaz.
Artık öyle muhterem bir zata, «büyük bağî, kocaman fâsık, zâlim, katil> demek gibi bir fazîhai lisaniyyeden Allaha sığını¬rım. Ashabi kirama dil uzatanların yarın âhırette Mahkemeyi Kübrayı İlâhiyyede nasıl cevab vereceklerini düşündükçe tit¬rerim.   (نعوذ بالله من شرور انفسناه)     

*   (35)   Soru:
Muaviye için ashabın ve müfessirlerin beyanlarını nakleden kimseyi yukarıda isimleri yazılı  kitaplara bakmadan ağrazda bulunarak tahkir etmek günah değil midir?.

Cevap:      
                                    
Her hangi bir müslümanı haksız yere tahkir etmek, şüphe yok ki bir günahtır. Bir tarihî hâdise hakkında muhtelif zat¬ların sözlerini bir yere toplamak, nakletmek, böyle bir tahkire sebeb olamaz.
Fakat bir kerre yazılan mektubu, neşredilen makaleleri, yapılan nakilleri, rivayetleri bîtarafâne okumalı, münsıfâne dü¬şünmeli. Bunlar, öyle bir ilim sahibinin yapacağı veçhile müteaddid akvalin bir sadakat ve nezahet dairesinde toplanmasından, nakledilmesinden ibaret bir halde midir?

* Malûm olduğu üzere bizde mübahaselerin bir samimiyyet ve nezahet dâiresinde cereyan etmesi için bir ilim tedvin edilmiştir ki, ona «İlmi edeb, İlmi münazare» denir. Bu ilimdeki münazare kaidelerinden biri de şudur ki, bir kimse ihtilaflı bir mes'ele hakkında her hangi bir kavli bî taraf ane olduğu gibi rivayet ederse kendisine bir vazife, bir mes'uliyet teveccüh etmez, kendisi bir nâkilden ibaret kalır. Fakat bir kimse böyle mücerred  nakl ile kalmaz da naklettiği şey'in bir hakikat olduğunu iltizam ederse o zaman nâkil olmaktan çıkar, münazare icabları kendisine teveccüh eder. Bahusus her hangi bir kavle sarılarak ötekine berikine saldırırsa kendisini mes'uliyetten kurtaramaz.
Sonra nakledilen şeylerin asıllarına uygun olması lâzımdır. Yoksa bir maksadı terviç için her hangi bir sözü yanlış tefsir etmek, her hangi bir eserde görülen bir şeyi onun müellif ince de mültezem imiş gibi hikâye etmek ve o müellifin maksadını izah eden şâir sözlerini nazara almamak asla doğru olamaz, işte böyle bir hareket de mes'uliyeti müstelzimdir.

İş bununla da kalmaz da milyonlarca ehli imanın ve bahusus Ashabı kiramdan, Tabiînden, Müfessirlerden, muhaddisler den, İlmi kelâm ulemasından yüz binlerce zevatın on üç asır¬dan beri tezkiye ve tarziye edegeldikleri zatlar aleyhine bir takım elfazı tahkiriye istimal edilmek suretiyle onların aleyhindeki yazılar, dedikodular mültezemâne nakledilirse artık bunun manevî mes'uliyetini düşünmeli, öyle bir nâkilin milleti islâmiye tarafından tahkiri bile tenezzül sayılır. O, zaten mücessem bir hakaret kesilmiş olur.

Evet... Öyle bir nâkil, milyonlarca ehli İslama karşı hasma-ne bir cephe almış, onları techil, tadlil, tahmik etmiş bir mücrim demektir. Fakat ne diyelim, Allah Taalâ hiç bir kimseyi öyle bir derekeye düşürmesin.

* Yalnız şunu da ilâve edelim ki, bazan en düşünceli in¬sanlar bile her hangi bir dedikodudan muğber olarak muvazenesini kaybedebilir. Ve bu cihetle ister istemez ağzından, kale¬minden hiç de ruhan istemediği sözler çıkmış olabilir.
Bir de muhakemei akliyyeye değil, yalnız hissiyyâte müs¬tenit olan muhabbetler, insanı fazla galeyana getirmeye, insanın ağzından hiç de istemediği sözlerin çıkmasına sebebiyet verebilir. Sonra insan itidal haline dönünce bu sözlerinden; yazılarından nedamet duyar, tâib ve müstağfir olmaya başlar.  
İşte her hangi bir heyecana kapılarak bir kısım zevatı âliye hakkında hürmete münafi şeyler yazmış olan sâilin de bu yazılardan dolayı nedamet hissedeceğini tahmin etmekle müteselli olmaktayım.

(36) Soru:
Peygamber Efendimiz Hazretleriyle ashabı kiramın, müfessirlerin, muhaddislerin, müverrihlerin emir ve nakillerinden bir kısmını hâvi olan ufacık eserimde şer'e ve edebe muhalif hiç bir söz yaktur ve her hangi bir kimse aleyhine lâ'net ve hakaret anlatan bir kelimecik kat'iyyen yoktur. Vardır diyenler müfteridirler, bunlar insafa davet edilmeye lâyık değil midirler?.

Cevap:

Böyle bir iddiada bulunan zat, bir kerre yazdıklarını heyecandan hâli, hissiyyâte galip mağlûp bir halde okuyacak olsaydı şüphe yok ki âmmeye karşı böyle bir iddiaya, böyle bir suale kalkışamazdı.
Bu zat, öyle bir takım zevatın emirlerini, sözlerini nakl ile kalmamış, belki bu sözleri kısmen yanlış tefsir etmiş, bunların içine bir çok mevzu şeyler karıştırmış, kendi kendine en hakaret âmiz hükümler vermiş, bu hükümleri de güya o âli zevatın sözleriyle te'yide çalışmıştır. Nitekim bunlara evvelce işaret et¬miş bulunuyoruz.

Biz bu hakaret âmiz hükümleri burada yazmaktan büyük bir hicab duymaktayız. Fakat kendisinin belki intibahına tvesile olur diye bunlardan bazılarını kaydedeceğiz.
Bütün müslümanlarca ashabı kiramdan oldukları müsellem bulunan Ebu Süfyan, Muaviye, Amribnil'as gibi zatlar hakkında bakınız ne gibi müstehcen ta'birler kullanıyor:
(Şüpheli müslüman, cehennem kütüğü, şecerei mel'une, ısırıcı köpek, katil, münafık, Muaviye ile Amribnil'as ve bunla¬rın dostları olan diğer reziller!! Cinayet ve şekavet sahibi olan Süfyan oğlu Muaviye yaramazı, yaramaz herifler!!)
Şimdi insaf ile düşünmeli, bunlardan daha büyük hakaret, sebb-ü şetm olur mu?, ne cür'et Yarabbi! ne cür'et! biz o zatla¬rın kadirlerini bu gibi vasıflardan tenzih ederiz, Yarabbi şahid ol!..

* Lâ'net mes'elesine gelince ma'lûmdur ki, bir kimse bi¬rine lâ'net etmek isteyince ya leanehullah» gibi bir hikâyei hali mazi sıygası kullanır veya «la'netullahi aleyh» gibi bir cümlei ismiye irad eder.
Maamafih böyle bir ta'bir ile ya lâ'net vukuu haber veril¬miş olur veya lâ'net vukuu istenilmiş olur. Halbuki — evvelce de yazmış olduğumuz veçhile — muayyen bir müslim hakkında zilim olsa da, fasık olsa da böyle bir ta'bir isti'mali caiz görülmemektedir. Çünkü bu, ya bir mü'minin rahmeti ilâhiyeden mahrumiyetini istemektir ki, asla muvafık değildir. Olabilir ki o mü'min, tâib olmuştur ve olabilir ki o mü'min, afvi ilâhîye mazhar olacaktır. Artık Allah Taalâmn bir kulu hakkında bunu istemeğe ne selâhiyetimiz olabilir?

Yahut bu, bir mü'mine Allah Taalânın lâ'net etmiş olduğunu haber vermektir ki bu da caiz değildir. Zira biz, o mü'mine Allah Taalânın lâ'net edip etmediğini bilemeyiz, onu ancak kendisine vahyi İlâhî nazil olan bir peygamberi Zîşan bile¬bilir.
O halde ma'hud mektuba bakılsın, o mektupda Ebu Süfyan ve Muaviye Hazretleri gibi zatlar kasd edilerek şöyle deniliyor: «Zâlimlere, katillere, münafıklara, korucuyularına Cenabı Hakkın lanet ettiğini biz kâfi görüp edeben sükût edenlerdeniz.
Şimdi bu söz ile o zatlara lanet edilmiş, onların la'neti ilâhiyeye uğramış oldukları iddia edilmiş olmuyor mu?. Bütün sibak ve siyak buna şahid değil mi?.

Artık. «Her hangi bir kimse aleyhine lâ'net ve hakaret anlatan bir kelimecik katiyyen yoktur.» ididasına nasıl cür'et ediliyor.
Bahusus mektubun sonunda bir manzume var; bu manzu¬mede Hazreti Muaviye ve emsali kast edilerek onların Ashapdan oldukları inkâr ediliyor ve onlara «Ehli beytin katili» denilmiş oluyor. Ve böyle bir katile mü'min ve müslim diyenin iki cihanda fark ve kezzap olduğuna hükm ediliyor.
İşte bütün bunlar, Müslümanlara, hem de müslümanlann bütün eazimine hakaret değil midir?.. Bir kerre Hazreti Muaviyenin, Hazreti Ebu Süfyanın Ashabdan olduğuna bütün hakikî müslümanlar kaildirler. Biz bunu aşağıda yine eazimi islâmiye-nin sözlerile bir kerre daha ısbat edeceğiz. O halde bütün bu eazime fasik, kezzab denilmiş olmuyor mu?

* Sonra Hazreti Muaviye ve emsali — hâşâ — Ehli beytin katili değildirler. Bunların ehli beyte ve bilhassa Hazreti Aliye, Hazreti Hasen ve Hüseyin efendilerimize şahsî bir adavetleri bulunmamıştır. Nitekim bunları evvelce izah etmiş bulunuyoruz.
Hazreti Muaviye Hazreti Aliye şahsî bir adavetten dolayı değil, belki o mübarek zatın başında toplanan, o muhterem zata da vakit vakit isyan eden ve hazreti Osmanın katilleri bulunan


bir taifeye karşı adavet göstermiş, mukatelede bulunmuştur. Eğer bu hareketinde hata etmiş ise afv edilip edilmemesi Hak Taalâya aiddir. Şimdi onun taraftarlarının haklarında yukarıda kayd ettiğimiz hürtmete bilkülliye münafi sözleri sarf etmek birer hakaret değil midir?. Bu sözler, edebe, şer'i şerife muhalif sayılmaz mı?.. Artık bunları hoş görmeyenler, müfterimi olmuş olurlar. Artık insafa kimlerin davet edilmesi lüzumu tebeyyün. etmiş olmuyor mu?.

*  (37)   Soru:
Fâtih camii şerifi vaızlarından Ehli Beyt düşmanı olan bir herif, Muaviyeyi sevmiyenlerin piç olduklarını söylemiş ve yazılan bir kitabın bütün müslümanları rencide ettiği de iddia edilmiş, bu insafsızca bir iftira değil midir?

Cevap:

İşte bu sualde yukarıda arzettiğim veçhile hissiyyâte mağlûbiyetin, heyecanın bir neticesidir. Bilmem ne diyelim, ne yazalım, Allah Taalâ cümlemize insaf versin, insan için yaptığının, yazdığının, söylediğinin farkında bulunmamak ne kadar acınacak bir hal!..
Çok niyaz ederim ki, Hak Taalâ Hazretleri, naçizane yazdığım, söylediğim şeyler de hatalarım var ise onlardan dolayı beni afv etsin. Kezalik: Eâzimi ümmet hakkında en cüz'î bir hürmetsizliği işrab eden sözlerim, yazılarım var ise — kasde mukarin olmadığı cihetle — Onlardan dolayı da beni afv-ü mağfiret buyursun.

Kalemim varmıyor ki, müslümanları rencide eden sözleri tekrar burada yazayım, zaten o sözlerin mahiyeti müslümanlarca malûm, benim tekrar yazmama lüzum yok. Bunları yazan zat ise bilmem ki, yukarıdan beri olan halisane işaretlerimi ka¬bul edecek mi! Her ne ise burada şunu arzedeyim ki: Fâtih ca¬mii şerifinde vaaz eden zatlar, bu yurdun yüksek din âlimlerindendirler. Onların içinde Resuli Ekrem sallallahü aleyhi vesellem Efendimizin mübarek,   kutsi beytine düşman olan bir fert yoktur. Bil'akis hepsi de Ehli Beyte karşı en büyük bir mu¬habbetle, mutahassis bulunmaktadır.

Onların diyanetleri, faziletleri umumca müsellemdir. Kendisine tarîz edilen zat da işte onlardan biridir. Bu mümtaz, halûk zatlar, yüksek tahsillerini bitirmiş, senelerden beri müderrislik payei ilmiyesini ihraz etmiş, vatanımızın ilim ve irfanına hizmet etmekte bulunmuşlardır. Gayeleri, bütün müslümanlara hizmet etmektir,    bütün müslümanlar arasındaki islâm kardeşlğiini te'yide çalışmakdır, bütün din büyüklerini tebcil ederek ihtilâflara sebebiyet vere¬cek sözlerden, yazılardan halkımızı korumaktır.

Artık böyle zatlardan her hangi birine herif, Ehli Beyt düşmanı demek, islâm adabına münafidir ve iftiraların en büyüklerinden maduttur. Başkalarına iftira isnadında bulunan bir zatın, böyle aleni bir iftiraya cür'eti, yapmış olduğu isnadının ken¬di hakkında manevî bir cezası olsa gerektir.

* Muaviye Hazretlerini sevmiyenlerin piç olduğuna dâir olan söze gelince: Biz böyle bir söz söylenilip söylenilmemiş olduğunu bilmiyoruz. Bizim anlayabildiğimize göre bu söz şu mes'elenin bil'münasebe nakl edilmesinden ibaret bulunmuştur.
Şöyle ki:

Kaderiyyenin bir şu'besi olan Nezzamiyye taifesi, şer'î de¬lillerden bazılarını inkâr etmişlerdir, kuruışeriyyede kendi ictihadlarına göre fetva vermiş olan sahabei kiram hakkında ta'na cür'at göstermişler. (429) tarihinde vefat etmiş olan Abdülkahiri Bağdadî, (Usulüddîn) unvanlı eserinde bunlardan bahse¬derken diyor ki: اطا عن فيهم مطعون فى دينه ونسبه = Ashabı Kiram hakkında ta'n ve teşnide bulunan kimse dini ve nesebi husu¬sunda ma'tundur. Ya'ni:Bunlardan dolayı tayir ve tayib edilmiştir.              
Bu kıymetli kitapi İlahiyat fakültesi tarafından tabedilmiştir. Nakl ettiğimiz parça yirminci sahifesinde mukayyettir.
İmamı Gazâlî de «Ashabı Kiram, a'lâmı dindir, din imamları dini onlardan telâkki etmişler, onlara ta'n eden, metfundur, ken¬di nefsi ve dini hakkında ta'n etmiş olur.» diyor [Sevaiki Muhrika. s: 133.].

İşte vaiz efendi, bunları nakl etmiş. Ashabı Kiram hakkında dil uzatanların dinen, neseben, nefsen metun olduğunu bu zatlardan rivayet eylemiş? Hazreti Muaviyenin Ashabı Kiramdan olduğu ümmetin icmaile sabit olduğundan onun için italei lisanda bulunanlar hakkında da bu hükmün cereyanını söylemistir.

* Camiler, mukaddes mahallerdir, oralarda nezahati lisaniyeye riayet etmek herkes için bir vazifedir, buna riayet etmiyenler indallah mes'ul olurlar.
Maamafih bir vâız, bilfarz iddia edildiği veçhile bir söz söylemiş ise ondan dolayı yalnız kendisine karşı tenkidimsi bir cephe alınabilir, yoksa ona kızarak Ashabı Kiramdan her hangi bir zata ve onun muhiblerine hakaretde bulunmak doğru olur mu? işte sâil, bu hakareti maalesef iltizam etmiştir. Bundan evvelki suval münasebetile bunları kısmen göstermiş bulunuyoruz. Bilâhare neşrettiği yazılar ile de bu hakarete devam etmek¬te bulunmuştur. Bizim vazifemiz, vaki olan sorgularına mebni bunları halisane ihtardan ibarettir. Red ve kabuli kendisine âiddir. Bizim kanaatımıza göre bu hakaretlerinden dolayı tâib ve müstegfir olmazsa indallah mesuliyete müstehık bulunmuş olur. Allah Taalâdan hakkımızda Afüvler niyaz eylerim.

*   (38)   Soru:
Ey Türk, Arab âlimleri!. Bu hadisler, bu nakiller doğru ise o halde evet.. Değiller ise bunları imha etmek size farz değil midir?.

Cevap:

Biz yukarıdan beri yazıp gösterdik, o hadis diye rivayet edilen şeylerin, nakillerin doğru olanları da, olmıyanları da, ya'ni: başkaları tarafından uydurulmuş bulunanları da vardır. Maamafih doğru olanları da sual sahibinin iddiasını isbata kâfi değildir. Hattâ bunların bir büyük kısmının o iddia ile asla münasebeti yoktur. Bunların uydurma, yanlış olanlarım imha etmek ise Türk ve Arab âlimlerinin vazifeleri değildir. Zaten bunları imha etmek isteseler de buna imkân bulamazlar.

Bin şu kadar seneden beri yazılmış türlü düşünce ve maksat sahiblerinin kalemlerinden çıkmış, dünyanın her tarafına dağıtılmış olan o gibi yazıları imha etmek sültasi, imkânı, îlmiyyede mevud değildir. Artık ulemâ için bunları imha bir vecibe olmaz.  لا يكلف الله نفساً الا وسعها
Ulemanın vazifesi; yazılan, nakl edilen şeyleri kemali şev¬ketle incelemektir, ilmî, dinî esaslar dairesinde sabit olanlarını kabul etmek, ilmî esaslara mugayir, ve dinimizin tevatür ile veya şöhret ile sabit hükümlerine münafi olanlarını da göstermektir. İslâm uleması, bu hususda harikulade bir gayret sarfetmiş, muvaffak da olmuşturlar. Bütün rivayetleri, bütün an'aneleri tetkik, bunların sahihini sakîmini ta'yin için yazılmış nice ana kitaplarımız mevcuddur. Bir ilim adamı, bunların rehber¬liği sayesinde hakikate pek güzel muttali olabilir. Biz de bu gibi kıymetli, cumhurı müslimînin tastik ve tebciline mazhar olan kitaplara istinaden bu cevablarımızı yazıyoruz, ve me'hazlerimizi gösteriyoruz.

Şimdi hakikati araştıran her hangi bir zatdan beklenilen şey; bu pek mevsuk men'balara i'timad etmektir, Dinî ve ilmî tetkikat bakımından kıymetleri olmayan bir kısım tarihî, edebî kitaplara, mevzu' sözlere, yanlış tefsirlere bakıp da âmmei müslimince kabul edilen esaslara aykırı hareketde bulunmaktan kaçınmaktır.( الحق احق ان يتبع)

*    (39)    Soru:
Sofular!. Eğer Süfyan oğlu Muaviyenin hakikî dostları iseniz, o halde neden hiç biriniz çocuklarınıza Muaviye, Süfyan» Yezid adı koymuyorsunuz ve size Süfyan Muaviye, Yezid, vahşî diyenlere neden hiddet ediyorsunuz? [Hazreti Muaviye, Süfyanm değil, Ebu Süfyan Hazretlerinin oğludur.].

Cevap:

Hazreti Muaviyenin Ashabdan olduğunu bilen her müslüman, onun dostu gınayı bir şeref bilir, bu cihetle onu müdafea eden zatlar, sofu olmakla iftihar ederler.
Sofu olmak, bir diyanet şiarıdır, bir saffeti kalb eseridir. Fakat bu mübarek vasf, bir tahkir ve tezyif maksadile istimal edildiği takdirde insan şüphesiz ruhunda bir isyan duyar, ken¬disine böyle hitab edilmesini istemez, böyle bir hitabda bulu¬nan kimse, içtimaî edebe kardeşlik şiarına aykırı harekette bu¬lunmuş olduğu için bu hürmetsizliği kendisine red olunur.

Demek ki, kusur, ta'birde, isminde değil, onu isti'mal edenin niyyetinde.
İşte Süfyan, Muaviye ve saire tâbirleri de böyledir. Bunlar birer isimdir. Bu isimlerde bir çok tarihî muhterem zatlar vardır. Bahusus Süfyan isminde halâ aramızda yaşayan din kardeşlerimiz var.

* Ashabı- Kiramdan, sair evliyadan, ulemadan Süfyan adında nice zatlar olduğu malûmdur. Yalnız «Üsdülgabe fimarifeti sahabe» de Yedi aded Ebu Süfyan, yirmi yedi aded de Süfyan isminde sahabe mukayyeddir. Resuli Ekremin amica zadesi Süfyan ibni Haris de bu cümledendir. Süfyanı Sevrî de malûmdur.

Muaviye adında da kırk kadar Sahabei Kiram, on dokuz kadar da muhaddis vardır. Yezid ismini taşıyan bir çok zatların varlığı da teracimi ahval kitaplarına bakılınca görülür. Hattâ Üstülgabede sahabeyi kiramdan Yezid isminde doksan dokuz zatın tercümei hali mevcuttur.
Vahşi ise sahabeden bir zatın ismidir. Bu zat, şerefi islâma nail olmadan evvel Hazreti Hamzayı şehid etmişti. Bilâhara nadim olmuş, kalbinde iman nurları parlamaya başlamıştır.

Fa¬kat evvelce yapmış olduğu cür'etten dolayı imanın kabule şa¬yan olup olamıyacağında tereddüde düşmüş, bu ciheti Resuli Ekrem Efendimize sordurmuş, ve nihayet: ان الله لا يغفر ان يشرك به ويغفر ما دون ذلك لمن يشاء) ve : يا عبادالذين على اسرفوا على انفسهم لا تقنطوا من رحمة الله ayetleri nazil olmuş Vahşide kendisinin mazhari mağfiret olacağına kani' olarak islâmiyeti kabul etmiş, sonra da dini islâmın en büyük hasmı olan «Müseylemetül kezzab* ı katlederek islâmiyete büyük bir hidmette bulunmuştur. [İmamı Azamın müsnedi]. Artık hasbel beşeriye başka günahları da olsa Allah Taalânın mağfiretine uğrayacağı kuvvetle me'muldür. Radıyallahü anh.

* Artık bu zatların isimlerini bugün kimsenin evlâdına vermemesi, bunların haddizatinde fena isim olmalarından ve o zatlara husumetlerinden dolayı değildir. Büyüklerine mu'tekid olduğumuz daha nice zatlar vardır ki biz, onların da isimlerini asla kullanmamaktayız.
Binaenaleyh bu cihet, ilmî, dinî, bir mes'ele hakkında bir delil teşkil edemez.
Ashabı kiram arasında mertebeleri daha yüksek zatlar vardır ki, onların isimleri tercih edilerek müslümanlar tarafından teberrüken alınmaktadır. Artık diğer isimlerin alınmaması, onların sahihlerine karşı bir nefret hissedilmekte olduğuna delâlet etmez. Yalnız «Yezid» ismi bilâhara fena tanınmıştır. Yezidin devri hükümetinde Hazreti Hüseynin hazîn şehadeti, kalblerde Yezide karşı haklı olarak bir infi'al uyandırmış ve bu şe-hadetin Yezid zamanında vukuu, onun için bir şeamet alâmeti bulunmuş olduğundan bu isimden bir nefret duyulur olmuştur. Yoksa esasen isimlerden nefret etmek, bilhassa bir kısım muhterem sahabei kiramın isimlerine — kalblerindeki husumetle¬rinden dolayı — hakarette bulunmak, Peygamberi Ziyşanın yolunu takib eden müslümanların değil, dalâlet ehlinin şiarıdır. Nitekim bunların aralarında Hazreti' Ebubekir, Hazreti Ömer gibi zevatı âliyenin bile isimlerinden nefret duyanlar vardır.

* Velhasıl: Herhangi bir isim, tahkir makamında bir kimseye isnad edilirse bundan, bittabi' insan müteessir olur. İşte Ebu Süfyan, Muaviye,Vahşî gibi isimlerde bir kimseye tahkir için isnad edilirse elbette o kimsenin hiddete hakkı olur. Nite¬kim yukarıda işaret ettiğimiz veçhile her hangi bir güzel isim olursa olsun onun kendisine bir tahkir, bir alay maksadiyle isnad edilmesini insan istemez, bundan incinir?"

Yukarıda kendilerine «sofiler» diye hitab edilen zatlar ise, Yezidi müdafaa değil, ashabı kiramdan olan Hazreti Muaviye ile emsalini müdafaa etmekte, onları nihayet birer müctehidi muhtî tanımakta olduklarından, ve bu gibi zevata dil uzatmanın bugün hiç bir fâidesi olamıyacağım halisane ihtar ettiklerinden artık haklarında böyle bir sual teveccüh edemez.

*    (40)    Soru:
Ey Türk âlimleri! Eğer Süfyan, Muaviye, Hint kadın, ve Vahşî ashabtan iseler o halde neden bin küsur senedenberi Samda ve islâm şehirlerinde bulunan yüz binlerce camilerin hiç birinde, hususiyle Mekke ve Medinede ve müslüman evlerinde «Hazreti Süfyan ve Muaviye Radiyallahü anhuma» diye bir levha asılmamış ve astırılmamış?

Cevap:                    
 
Suallerin ne kadar vâhiyane bir tarz aldığına elbette okuyucularımız hayret edeceklerdir. îlmî, dinî bir mes'elenin isbatı hususunda böyle sözlerin bilmem ne kıymeti olur!. Bir kerre ma'bedlerimizde veya evlerimizde her hangi bir zatın ismini yazıp başımızın üzerine asmak, bizim için dinî bir vecibe değildir. Sonra islâm muhitine vücutleriyle şerefbahş olan zevatın adetleri tahminlerden daha ziyadedir. Böyle olduğu halde bun¬lardan kaç zatın ismini levha halinde yazarak onunla ma'bedlerimizi, hanelerimizi tezyin etmekte bulunmuyoruz. Yanhz ashabı güzînın birinci tabakasını teşkil eden ve bir hadirri şerif ile birlikte cennet ile tebşir edilmiş bulunan on zat ile Nebiyyi Ziyşanımızın muhterem torunları Hazreti Hasen ve Hazreti Hüseyn Efendilerimizin mübarek isimlerini yazıp bunlarla cevamii şerife kubbelerini tezyin etmek, sonradan bir âdeti hasene halini almıştır.

Şimdi diğer ashabı kiramın isimlerini yazıp bir levha ha¬linde camilerimizde, hanelerimizde asmadığımız için bu zatların — hâşâ — kadirlerini takdir etmediğimize mi hükmedilecek?
Biz müslümanlar, Hazreti Muaviyenin de, Hazreti Ebu Süfyanın da vesair bütün sahabei kiramın da isimlerini hür¬metle karşılarız. Bunların isimleri binlerce, yüz binlerce islâm kitaplarının sahaifi ihtiramını bin üç yüz senedenberi tezyin ve bu kitaplar kütüphanelerimizi tenvip ediyor. Bu kitaplarda hepsi de (Radıyallahu anhu )diye terziye edilip durmaktadır.

* İsimleri sualde yazılı muhterem zatların ashabı kiramdan olduğu, bütün müslümanlarm icma'iyle tevatüren sabittir, bunu inkâra mecal yoktur. Nitekim bu hususta bir numune ol¬mak üzere bazı yüksek zevatın şehadetlerini kaydettik ve edeceğiz.
Artık öyle mantık bakımından, hakikati araştırma bakımından hiç bir kıymeti olmayan deliller ile müddeayı isbata kalkışmamalıdır.

*    (41)    Soru:
Bu suallerimize sözle değil, yazı ile lütfen cevap vermenizi faziletinizden beklerim, bizi hatâdan kurtarmanızı dileriz.

Cevap:

Biz mektub sahibinin bu son sualini samimî ve hakikati araştırmakta olduğuna bir delil telâkki etmek istiyoruz. İşte bu telâkkimiz de bu cevapların yazılmasına saik olan sebeblerden biri bulunmuştur.
Filhakika her mes'eleyi hüsni suretle tetkik etmek, hakikatin tecellisini temine çalışmak her mütefekkir ilim adamı için bir vazifedir. En yüksek düşünceli âlimler bile vakit vakit hatâya düşebilirler. Hattâ bunun vukuu pek çoktur, ilim tarihi buna şâhiddir. Elverir ki insan münsif olsun, hakkı takib etsin, hak zahir olunca hatâsına nihayet versin.

*  Yukarıdanberi yazılan suallere irca'ı nazar edilirse bunların hülâsası: «Ebu Süfyan, Muaviye ashabtan mıdırlar?. Bun¬lar âdil midirler, yoksa — hâşâ — fâcir, zalim midirler?. Bun¬ların haklarında isimleri yazılı kitapların beyanatı doğru mudur, değil midir?.» Tarzındaki sözlerden ibaret bulunmuş olduğu görülür. Biz de bunlara lâzım gelen cevabları ilmî, dinî esaslara istinad ederek halisane bir surette vermiş bulunuyoruz. Artık bunların kabul edilip edilmemesi bize âid değildir, biz kimse¬nin kanaatine cebren müdahele edemeyiz.
Ancak biz bu cevablarımıza bir ilâve olmak üzere bu hususta islâm âleminin istinad ettiği en kudsî, en kıymetli kitabların ve en mübeccel, muhterem simaların bir kısım beyanatını da kaydedeceğiz. Sual mektubunda adları yazılı bazı tarih ve edebiyat kitablarından da parçalar alacağız. Artık isteyen münsifâne düşünsün, kararını ona göre versin.

   
© incemeseleler.com