Şunu (iyi) bil : Şeriat (62), dâima ibadetle emretmiştir. Hakiykat, (63) Tarikatın (64) neticesi (nde ulaşılacak yüce bir mertebe) dir. Tarikat, şeriatın mizanıdır ve ayn-ı hakikattir.
Tasavvuf (65) kapısını açtığın vakit, hakikatin sırları açığa çıkacaktır. Şeriatın her hükmü, hakikatle müeyyed bulunmaktadır. Hakiykat, şeriat ile mukayyet olmaz ise asla kabul olunmaz. Her hangi bir yol ki onun hakiykat   (ile alâkas) ı yoktur; o hükümsüzdür.

Herbir tarikat ve hakiykat (iddiası taşıyan yol) ki şeriatle ilgisi yoktur; bâtıldır.
Şeriat, süt gibidir. Tarikat ondaki kaymak; hakiykat da kaymaktan çıkarılmış (tere) yağ gibidir. Süt olmadıkça diğerlerini elde etmek mümkün olamaz.
Şeriat, tarikat ve hakikat (lâfızların) dan  murad; ibâdet, ubudiyet ve ubûdet (66) vazifelerini dosdoğru yapmaktır.
Şeriat, hak (yolu) dur. Hakiykat de o yolun hakiykatıdır. Şeriat, Şâri'i Hakîm'in emrini (îfaya) kıyam etmektir. Hakikat da, Allah'ın emrindeki inceliği gözüyle (görürcesine) müşahede etmektir. Bunları, Allah Teâlâ'nın :

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

kavl-i celîli toplamaktadır. Mânâsı :

«Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.» (67)

«Ancak sana ibadet ederiz» kavli, şeriatdır. «Ancak senden yardım dileriz» cümle-i mübârekesi hakiyyattir.
Bu dereceye iki yokuşu aşmadan ulaşılamaz. Onlar :   Faydalı ilim ve hâlis ameldir.
«Ancak sana ibadet ederiz» cümlesinde; işin yapılması ve kazanılmasının kula isbatı, ibadetlerin Allah'a izafesi bulunmaktadır.
«Ancak senden yardım dileriz» cümlesinde ise, işi Allah Teâlâ'ya isbat vardır. (Her türlü yardım ve hattâ) ibadeti yapabilmek bile Allah'ın tevfikı ve yardımı iledir.

Birincisinde iş, Allah içindir ve sevabı gerektirir; bu, tefrik makamıdır. İkincisinde ise fiil, Allah (in yardımı) iledir; yakınlığı icab ettirir. Bu (Cemu'l-cem)   (68), yâni yaratılmış  olmadan Hakk'ı müşahede etmektir. Bu, «Fenâ»dan sonra «Bakâ» (69) dır.
«Ancak senden yardım dileriz» derecesinsine yedi yokuş çıkmadan ulaşılamaz.

Bunlardan birincisi, «Ancak sana ibadet ederiz» derecesine ulaşmakta (karşılaşılan) il yokuşu (faydalı ilim ve hâlis emel) i aşmaktadır.

İkincisi, şeriata muhalif hareketleri uzuvlarından uzaklaştırmaktaki engeli aşmaktır.

Üçüncüsü; nefsi, alıştığı âdî şeylerde kesmektir (70).

Dördüncüsü; kalbi, beşerî (arzular) uçurumundan kesmektir.

Beşincisi, tabiat (-ı bedeniyye)nin bulanık (ve karanlık) larından sırrı kesmektir.

Altıncısı; aklı, boş vehimlerden kesmektir.

Yedincisi; ruhu, Rabbül âleminden gayı şeylerden uzak tutmaktır.

Bu temsilî yokuşları aşmaya başladığında, ilk yokuştan sonra ilme dayanan ameller karşılığında (hâsıl olan) hâlis niyyetle müşerref olursun.
İkinci yokuş (aşıldığın)da senin kalbinde hikmet (71) çeşmeleri açığa çık (ip ağzından taşmaya başl)ar.
Üçüncü yokuşu aştıktan sonra dinî ilimlerin inceliklerine muttali olursun.
Dördüncü yokuşta (n sonra) meleklere mahsus münâcatın işaretleri gösterilir.
Beşinci yokuş (aşılmak)la sana sevgi müşahedelerinin kamerleri parlamaya başlar.
Yedinci yokuştan (aşıp) kudsî yakınlık bahçelerine inersin.

Burada üns (billâh) lütuflarmı müşahede ile kendini gayb edip huzur vaktinde, tehay-yürde; zuhur hâlinde, dehşette kalırsın. Bu nuru müşahede ile hiss(-i basar)mdan sen gayb olursun. Zâtın, (bu hâl içinde) fânî olur, sıfatın da (silinir) giderse fena bulan zâtın, onun başkası ile,  sıfatların da onun sıfatları ile kaaim olur. Bu hâlde sana bir hü'at giydirilir. «Ancak benimle işitir ve sadece benimi görür»  (72) sırrı tecelli eder.

Ancak O'nun zikriyle konuşur; sadece O'nun envârı ile bakarsın. Hareket edeceğindi ancak O'nun kudret vermesiyle; yapıştığın za man, O'nun iktidar vermesiyle kıpırdarsın, tu tarsm. Bu halde iken, kullar (a mahsus taba kalar)ın en yükseğinde olursun.
Fakat insanlar bir ırmakta imtihan olunurlar. Bu, cismânî tabiat pınarıdır. Kim ondan kanmak için hırsla ve ifrat (a vararak içerse, o kimse hakıykat ehlinden değildir. o tabiatının ehli ve Allah (a kulluk) dan meşgul eden şehvetin kuludur. Dünya metâmdan, ancak, zaruret mikdarı ile kanâat eden kimse müstesnadır. Bu kimse Allah'ın velîlerinden (ve marifet(73)  ehlinden)dir. O da azın azıdır. Ehl-i dünyâ'nın adedi, sayılamayacak (kadar çok) tur. Allah Teâlâ bizi, kanâatle rızıklandırsın ve bizi ehl-i sünnet vel-cemâat (yolun) dan ayırmasın.

(Bir gün) ölecek olan kimseye kâfi miktardaki rızık, çoktur. Dünyâ, tuz gibidir. Fazla olursa susatır. Akıllı olan, dünyâ menfaatini toplamakta nefsine zahmet vermez. Şiir :

«Rızık taksim olunmuştur»
«Kötü zanna kapılmak fayda vermez»


Kendisinde fena (fillâh) ve baka (billâh) sırrı (74) tahakkuk eden kâmil bir mü'min, mümkinâtın kendisi tarafına yönelmesine açıktan şahid olur.
Bundan sonra, Kur'ân-ı Mecîd'in hakıykâtini murakabe gelir.  Bu  hakikat,  Kur'ân'ın münşi'i bulunan, misli bulunmayan zât-i ilâhî deri feyzin vücudunu mülâhaza suretiylediı Bu makamda kelâm-ı ilâhînin esrarı zahir oluı Allah Teâlâ'nın kelâmından her bir hari Kâbe-i maksûde ulaştıran bir deniz; kırâe edenin dili, okuduğu sırada, Asâ-i Musa git olur da kalbinin tamamı Kur'ân-ı okuyan bi dil hâline gelir.
Kur'ân-ı Mecîd'in nurlarının inkişâfın alâmet, çok kere, arifin içine bir ağırlığın çöl mesidir. Allah Teâlâ'nın kavlinden (Kur'ân Kerîm'de)  şöyle vahy olunmuştur :


اِنَا سَنُلقىِ عَلَيْك قَوْلاً ثَقِلاً

Mânâsı :
«Hakıykat biz sana ağır bir söz vahyedi yoruz»  (75).

Bundan sonra, cidden büyük bir mertebe vardır. O da namazın hakıykati(ne ulaşmakdır. Burada murakabe, salâtın hakıykatını münşi'i bulunan, misilsiz zât-i ilâhîden kemâl vüs'atle gelen feyzi mülâhaza ile olur.Bu makamın genişliği ve yüceliğinden, hakıykat-i Kur'ân, namazın bir cüz'ü; hakıykat-i Kabe de diğer cüz'ü oldu diyoruz. (76)

Bu kudsî hakıykate ulaşan sâlik, (77) namaz kıldığı sırada bu fâni yurttan çıkar ve baki bir yurda girer. Kendisine, kâmil bir surette  ve  şübheye  mahal olmaksızın, «Allah'a

sanki sen O'nu görüyormuşçasına ibâdet edersin» (78), hâdis-i şerîfindeki incelik açılır Peygamber efendimiz «Namaz, mü'minin mırâcıdır» hâdis-i şerifinde bu şerefli ibâdete ve yüce rütbeye işaret buyurmuştur. Kulun Rabbine (manen) en yakın olduğu zamanın, namazda bulunduğu vaktin olduğu haber verilmistir.
Namaz olmasa, maksudumuzun, yüzünde nikaab açılmazdı. Namaz olmasaydı, (rızâ ilâhiye) talip olan kimseye, sevimli matlubun (vuslatta) hangi şey yol gösterirdi?
Namaz, (ilâhî) yolda yürüyenlerin tad aldıkları, hastaların rahatladıkları bir ibâdettir.

بِلاَلُ يَا اَرِحْنَا

 

«Bizi râhatlandır yâ Bilâl (79)  hâdîs-i şerifi,   bu   mânâya  bir  remzdi:r

 وَجُعِلَتْ قُرَّةُ عَيْنىِ فىِ الصَّلاَة

«Benim gözümü parlaklığı  namazdadır»  (80),  mealindeki  hi dîs-i şerifi arzulanan şey’e bir pırıltıdır.
 


 

(62)    Şeriat:   Allah tarafından vaz edilen ve Peygamber vasıtasiyle tebliğ olunan hükümleri hâvi ilâhî kanun;
. itikâd, ibadet ve muamelâta müteallik dinî hükümlerin hey'et-i mecmuasıdır. Şeriat» din manâsında da kullanılmaktadır.

(63)    Hakiykat:   Tasavvuf erbabınca dörde ayrılan mertebelerin üçüncüsü hakkında kullanılan bir tâbirdir. Bunlar; şeriat, tarikat, hakiykat ve marifet'tir.

(64)    Tarikat:   Allah yoluna sâlik olanların menzilleri aşması ve makamlara yükselmesine tahsis olunan bir seyr'dir.

(65)    Tasavvuf :   Ahlâkı ilâhî ile tahallûk etmeyi tâlim eden manevî yol.    

(66) İbâdet, avam için tezellülün nihayeti ve Allah Teâlâ-ya kul olmanın zahirdeki faaliyetidir. İbadet, umurr mü'minlerin; ubudiyet, havassın; ubûdet, havassüi havass'ın yaptığı kulluk vazifelerine verilen isimdir. Asılları aynı fasılları ayrıdır. Hepsi ibadet fakat derece ve değerleri farklıdır. Ebû Ali ed-Dakkâk demiştir ki: İbadet, ilm-i yakîn sahibine; ubudiyet, aynü'l-yakîn erbabına; ubûdet, hakku'l-yakîn ashabına mahsustur.   (Risale-i Kuşeyriye)

(67)   Sûre-i Fatiha. 4.

(68)   Cemu'l - cem' :   Hak  ile kâim  olduğu halde, halkı müşahede etmektir.

(69)   Baka :   Devam ve karar manasınadır. Tasavvuftı mevhum varlıkları nazardan ve fikirden kaldırdıktan sonraki hâle verilen isimdir.

(70)   Buradaki kesmek,   çocuğu emzikten   ayırmak git vaz geçirmek manasınadır.

(71)   Eşyanın  hakikatlerini;   vasıflan,   hâssaları ve  hükümleri ile olduğu gibi bilmektir.

(72)
كنت سمعه الذى يسمع به وبصره  الذى يبصر به ... الخ
hadisi kudsisine telmih (işaret) vardır.

(73)   Marifet:   İnsanı gayriden ayırıp Allah'a döndüre: şeydir. Marifet, bir şey'i tefekkür ve eserini tedet bür ile bilmek   manasınadır.   Fakat ilimden  daha hususidir. Bunun mukabili inkâr ve ilmin karşılığı cehildir. İlim, küllî vecih ile. ma'rifet, cüz'î vecih-le bilmektir. Bu itibarla Cenâb-ı Hakk'a Âlim denir fakat Arif denmez. Marifet, tasavvufta dört mertebenin sonuncusudur.

(74) Sır: İnsanın göğsünde vedla-i Rabbâniye ile
(76) Hakikat-i Kâ'be : Maneviyat erbabının kemâle ulaşmasından sonra, suluk iki kola ayrılır. Bu, mürşidin ihtiyarına göre olur. Biri «Hakayık-ı ilâhiye» tarafı, diğeri de «Hakayık-ı enbiyâ» tarafıdır. Ha-kâyık-ı ilâhî; hakiykat-i Kabe, hakiykat-i Kur'ân ve hakiykat-i salâfdan ibarettir. Hakiykat-ı enbiyâ: Hakiykat-i İbrâhimiyye, hakiykat-i Mûseviyye ve hakiykat-ı Muhammediyye'den ibarettir. Mürşid, hakikat-i Kabe'ye yöneldiği zaman, bu makamda Hak Teâlâ'nm büyüklüğünü müşahede eder ve bâtınını ilâhî heybet kaplar. Kur'ân-ı Mecîdin hakiykatine yöneldiği vakit, azamet perdeleri içinde bir takım sırlan sezer ve müşahede âleminde Kabe'nin hakikat ve keyfiyetini görür de buradan Kur'ân'in hakiykatine yücelir. Salâtın hakiykati dairesinde, Mürşid, kemâlât-ı ilâhîyi misâlsiz olarak ve bütün genişliğiyle müşahede eder.

(77) Sâlik : Târikatlerden birine müntesip olan ve hâl ile makama yürüyen kimsedir.

(78) Et-Tâc, c. I, s. 21.

(79) İhyâu’l – ulûm, c. I, s. 121.

(80) Râmuz, 273.

   
© incemeseleler.com