Toplumları dizayn etmenin en geçerli yolu, o toplumun içinde yetişmiş popüler isimleri elde ederek onları eleştirilemez ulvi kişilikler kılmak, ve nesilleri onların düşünceleri etrafında toparlayıp-saflara ayırarak- kontrol edebilmektir. Bu mekanizma, eğitim sistemlerinin içine ustalıkla yerleştirilmiş özendirme politikalarıyla sağlanır. Eğitim sistemleri bu tür model kişiliklerle doludur. Tarih boyunca en geçerli hükmetme yolu bu olmuştur. Mehmet Akif’le ilgili eleştirilerimi dillendirmeye başladığım zaman çevremden aldığım tepkiler, nihai noktada bizim gibi sıradan yaşantısı olan insanların Akif gibi ulvi bir kişiliği eleştiremeyeceği noktasına bağlanıyordu. Bu yaklaşım Akif’in bir şair olmanın ötesinde bir kanaat önderi ve model kişilik olarak algılanmasından kaynaklanıyordu.
Bu eleştiri sahiplerine şunu söyledim. Mehmet Akif, Cennetmekân Sultan Abdülhamid Han’a;
“Ah efendim o herif yok mu kızıl kâfirdi”(2) “Ah efendim o ne hayvan, o nasıl merkepti.”(3)
Dediği zaman; Cennetmekân koca bir imparatorluğun padişahı ve dünyanın çok yerinde adına hutbeler okutulan bütün Müslümanların halifesiydi. Akif’se heyecanlı sözler söyleyen genç bir baytardı. O zamanın şartları altında Akif’in yaptığı çılgınlığa karşı bizim kendi zamanımızda yaptığımızın kıymet hükmü sadece hiçtir. Akif’in cüretine karşılık biz Akif’e ne desek hiçbir şey demiş sayılmayız.
Mehmet Akif’in kişiliği bizim alanımız değildir. İyi ya da kötü ölmüş bir insanın işi artık Rabbiyledir. Bu ölen kişi üzerinden bir kısım toplum mühendisliği faaliyetleri yürütülüyor ise eserleri ve düşünceleriyle entelektüel yaşantımızda, fikir dünyamızda tesir sahibi ise, biz bu tesiri konuşmak, eleştirmek ve yorumlamak zorundayız.
Daha da önemlisi söz konusu kişi sadece sanatıyla anılmıyorsa, bugün bütün eğitim kurumlarında resmi asılı olan iki kişiden biriyse,(4) hayatımızın içindedir, her gün çocuklarımızın karşısındadır. 2011 yılının ülkemizde Mehmet Akif yılı olarak ilan edildiğini ve çok yoğun bir şekilde anılıp değişik açılardan işlendiğini hatırlatmakta fayda var. M. Akif’in sanatını ve kişiliğini aşan bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anlamak hiçte zor değil. O, artık gençlere sadece “Milli Şair” olarak tanıtılmıyor, aynı zamanda “Milli Müslüman” modeli olarak sunuluyor.
Konu inancımız bağlamında ele alındığı zaman “Kişi sevdiği ile beraberdir” ölçüsü mucibince imanımızı kullanarak kalplerimize yerleştirilmek istenen kişilere karşı gereken özeni ve hassasiyeti göstermek vazifemiz olmaktadır.
Bütün bu gerekçeler benim gibi sıradan insanlara Akif’i değişik açılardan inceleme, sorgulama, yorumlama ve eleştirme hakkını vermektedir.
M Akif’in başyapıtı şüphesiz İstiklal Marşı’dır. Güftesi ile bestesi arasında ciddi uyumsuzluklar bulunması nedeniyle okunurken güfte anlamını yitirmekte daha çok bir karambol havasında terennüm edilmektedir. Her çalındığı ve söylendiği zaman ayakta ve saygı duruşunda dinlemek zorunda olduğumuz bu marş hakkında olumlu/olumsuz birçok eleştiri yapılmıştır. İçinde bir tek Türk kelimesinin geçmemesinden tutunda, ırkçı duygularda yazılmış olmasına kadar çok geniş bir yelpazeye sahiptir bu eleştiriler. 28 Şubat paşalarından Doğu Silahçıoğlu birçok meslektaşının taşıdığı duyguları dile getirip. Aşırı dinci bir söylem taşıdığı için bir ömür boyu selam durduğu İstiklal Marşı’nı hiçbir zaman içine sindiremediğini yazdı Cumhuriyet Gazetesinde ki köşesinde.
“O ezanlar ki şahadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.”
Ezan, şahadet, din… ilk bakışta mısralarda Paşa haklı dedirtecek bir görüntü var. Peki ya mana; inlemek sözcüğü acı ile feryat etmek, ızdırapla ses çıkartmak anlamlarına geliyor. “İnim inim inlemek” deyimi meşhurdur. Peki ezanlar neden ebediyen inlemeli? Gür bir sada ile coşmak varken. Dini terminoloji açısından ezanları inletmek-dindar için-ciddi bir edep ihlali olarak değerlendirilebilir.(5)
Akif’in yaşamı gibi sanatı ve fikride gelgitlerle, çelişki ve paradokslarla dolu. Safahat okumalarında dikkatimi çeken bir husus Arnavut babadan olma Milli Şairin, biyografilerinde bu hususun anne tarafından Türklüğe bağlanarak geçiştirildiğidir. Mehmet Akif’in resmi ideoloji doğrultusunda millileştirilmesinin ilk emarelerini bu biyografilerde gördüm. Bu durum Akif’in bir kabahati olmamakla birlikte Safahat yoluyla toplum mühendisliği yapma gayretleri hakkında ipuçları vermektedir.
Akif’le ilgili yaptığım incelemelerde mirasına, oğullarından çok damadı Ömer Rıza Doğrul’un sahip çıktığını gördüm. Bunun birinci sebebi Ömer Rıza’nın gerçekten Akif’in en özel talebesi olması İkinci sebebi evlatlarının Akif’in dünyasıyla pek alakadar olmamalarıdır.
Büyük oğul Mehmet Emin (Safahat-i bu oğluna ithaf etmiştir.) Uyuşturucu müptelası ve alkolik olarak feci bir yaşam sürmüş ve cesedi Beşiktaş’ta bir çöp konteynırı içinde bulunmuştur. Küçük oğul Tahir Ersoy ise kendi halinde bir yaşam sürmüş Ömrünün son demlerinde Üsküdar belediyesinin sahip çıkmasıyla hayata tutunabilmiştir.
Akif oluşturduğu ideal genç tipi Asım’la yüceltilirken bunun pratik hayattaki karşılığı olan çocuklarının halleri hep göz ardı edilmiştir. Oysa muarızı Tevfik Fikret’in ideal genci Haluk öz oğluyla özdeşleştirilir ve akıbeti nedeniyle Fikret kınanır. Evet, Tevfik Fikret’in Haluk’u papaz olmuştur. Akif’in Asım’ı ise –ki oğlu Mehmet Emin olması gerekir.- üzüntü verici ama bir ayyaş olarak ömrünü nihayetlendirmiştir. İki şair içinde acı gerçek şu ki; ideallerini evlatları üzerinde gerçekleştirmeye çalışmışlar ve ikisinin sonu da hüsran olmuştur.
Akif’in oğlunun feci hali insanlık adına üzüntü verici. Ama Milli Müslüman modeli olarak tasarlanan bir kişilik için gözden kaçırılan bir husus hissi uyandırıyor bende.
“Babam bana Safahat’ı bırakacağına biraz
para bıraksaydı keşke”(6)
dediği biliniyor ki. Bu onlarca baskı yapan Safahat’ın kaymağını başkalarının yemesine bir sitem olarak da algılanabilir.
Akif’le ilgili hatıralarda dikkat çekici bir başka husus arkadaşlarının ekser içki müptelalığı ile şöhret yapmış kişiler olması. Bunlardan biri Neyzen Tevfik’dir. Neyzen’in içkisiz sofraya oturduğu vaki değildir. Bir gün Akif’i misafir eder yer içerler. Yemekten sonra Akif ellerini yıkar ama havlu yerine kendi mendili ile kurulanmak ister. Neyzen havlu ile kurulanması için ısrar edince “–yapamam ellerim kirlenir” der. Damadı Ömer Rıza’nın anlattığı bu hatıra Akif’in zekâsına yorulsun diye anlatılmış ama derin bir çelişki taşıyor. Neyzen; havlusu kullanılmayacak kadar şerli/kirli (bazı yorumlarda havluyu kirinden ötürü kullanmadığı belirtilir.)biriyse ve Akif bu denli hassasiyet sahibi ise onun yemeğini nasıl yer onunla nasıl dostluk eder.
Damadı ve talebesi Ömer Rıza Doğrul’da meşhur içicilerdendir.(7) Hatta rakı içerek tefsir yazmak gibi bir küstahlığın sahibidir.(8)
Arkadaşları, evladı, damadı içici olunca insan kuşkuya kapılıyor. Üstüne üstlük Akif’in siroz’dan öldüğü de ortada. Ben merakımı zail etmek için erişebildiğim kaynaklarda aradım 24 yaşından sonra ağzına bir damla içki koymadığı bilgisine ulaştım.
Milli Şairin bir yönü de musiki şinaslığı. Mısır’da olsun Türkiye’de olsun musiki cemiyetlerinin müdavimidir. Ağır bestelerin çoğunu ezbere bildiği ve nısfiye denilen ney küçüğü aleti çaldığı biyografilerinde geçiyor.
Şiirlerinin bestelenmeye uygun olmasını çok önemser bu hususta hassasiyet gösterir üzerinden yıllar geçse bile kulağını tırmalamış her kafiye bozukluğunu giderirmiş. Hayattayken Safahat 3 defa Osmanlıca harflerle basılmış. (ayrı ayrı kitaplar halinde bazı kısımlar 4-5 kere basılmıştır.) Bu baskılarda sürekli düzeltmeler ve değiştirmeler yapmıştır.
Bu bilgi çok önemlidir zira Akif’in eserini bırakmadığını onu sürekli tetkik edip hata olarak gördüklerini düzeltme gayreti güttüğünü gösterir. Ama asıl düzeltmesi gereken, bütün imanlı kalpleri inciten bazı sözlerine aynı özeni göstermemiş olması çok şaşırtıcıdır. Bunların başında meşhur şiirlerinden Çanakkale Destanı’nda geçen
“Bedrin aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.” Mısralarıdır.
Akif Çanakkale Savaşı esnasında Almanya ve Arabistan’da bulunmuş cepheyi görmemiştir. Buna rağmen cephedeymişçesine heyecanla yazdığı bu şiir, Ankara’da mecliste Türk’ün en büyük destanı, Türk olmayan biri tarafından yazılmıştır denilerek takdim edilmiştir. Bir zaman sonra üyesi olacağı meclisin maalesef imparatorluk halklarına karşı bakışı budur.
“Bedrin Aslanları” yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük mücahitleridir. Hiçbir ordunun o ordudan hiçbir komutanın o şanlı komutandan üstün olma ihtimali yoktur. Onların kahramanlığı ve komutanlarının büyüklüğü mümin kalpler için şüphe götürmeyecek derecede kesin ve nettir. Fatih Sultan Mehmet Han’ın peygamber duasına mazhar olmuş ordusu bile onların yanında hiç mesabesindeyken ve İslam tarihi boyunca nice savaşlar şanlı mücadeleler verilmişken Çanakkale’ye böyle cüretkâr bir yakıştırma nasıl yapılabilir?
Yeni bir ulus inşa etme gayretinde olan ittihatçı kalemler bu ve benzeri birçok sözler söyleyip İslami kaideleri tepetaklak etmeye çalışmışlardır ama onların hiçbirinin dindarlık gayesi olmadığı gibi inançsızlıklarını aleni olarak dillendirmişlerdir. Onların bu sebeple mümin kalplere sirayet etmesi mümkün değildir. Ama Milli Müslüman Akif’in bu sözleri imanlı kalpleri çok derinden sarsmış travma tesiri yapmıştır.
Akif bu mısraları ile “Bedrin Aslanlarını” aşağılamış ve ömrü hayatı boyunca bunu değiştirme, düzeltme gayreti gütmemiştir. Şu kedi aslan kadar cesur denirse. Aslanın üstünlüğü tescil edilip kedi yüceltilir. Ama şu aslan kedi kadar cesur denilirse bu aslana hakaret ve onu aşağılamak olur. Kedi de yüceltilmediği gibi komik bir duruma düşürülmüş olur.
Akif’in kafiyelerine gösterdiği hassasiyeti esirgediği bir diğer husus Cennetmekân Sultan Abdülhamid Han’a yaptığı yakıştırmalardır. En son 1966 baskılı Safahat’ta bulunan ve sonraki baskılarda yer verilmeyen şu mısralar doğrusu; bırakın dindarlığıyla ile nam salmış Müslümanların halifesine söylenmeği sıradan bir Müslüman’a söylenemeyecek sözlerdir.
“Herifin sofrada şampanyası hala ayran, bari yirminci asırdan sıkıl artık hayvan”(9)
Evet, şairler normal insanlar gibi değildir, duyguları hissedişleri farklıdır, fakat imanının yerine kinini ikame eden bir kişi sadece bir şair olur, onun dindarlığından bahsedilemez. Çünkü kini dinini bastırmış en temel ve basit inanç ölçülerini çiğnetmiştir. Bir Müslüman’a şampanya içmiyor, ayran içiyor diye ancak bir gayrimüslim söylerse mantık zemininde bu sözün bir anlamı olur. Bir Müslüman bir başka müslümanı şampanya içmiyor ayran içiyor diye kınayamaz.
Mehmet Akif’in Sultan Abdülhamid Han’a yaptığı hakaret ve iftiraların büyük kısmı yeni baskılı Safahat’larda da bulunmaktadır. Bunlar eleştiri hakkaniyet ve İslam ölçülerini aşmış sınırsız ve buutsuz, iflah olmaz bir kinin eserleridir. Oysa dindarlık numunesi olacak bir şahıstan, Müslümanlığın en ağır darbeler aldığı bir zamanda daha akıllı olması, esas bozguncuları görmesi beklenirdi.
Görmedi, görmediği gibi onlarla işbirliği içinde bulundu. Mısırlı Mason Abduh’u muhteşem üstad ve onun talebesi tescilli İngiliz ajanı Cemalettin Afgani’yi kendine ve yolundakilere rehber gösterdi.
“Mısır’ın en muhteşem üstadı Muhammed Abdu “(10)
…
“Çıkarıp gönderelim hasılı şeyhim yer, yer; oradan Alemi İslam’a Cemaleddin’ler.”(11)
O Abduh ki (damadı Ömer Rıza Doğrul gibi) masondur. Dinde reform teraneleriyle İslam alemini fitneye boğmuş ve bölük pörçük olarak İngilizlerin kucağına atmıştır.
Model kişilerin bu gibi yanılgıları ortaya çıkıp gözden düştükleri zaman hemen bir pişmanlık mekanizması devreye sokulur. Şartlar değişmiş ve hakikatler ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu model kişilikleri de dönüştürmek, revize etmek gerektir. Fakat bu tövbeyi mirasından geçinenlerin değil kendisinin yapıp/yapmaması önemlidir. Kendisinden böyle bir pişmanlık vaki olmadığı ortada iken, oluşturulmuş pişmanlık hikâyeleri toplum mühendislerinin değişen şartlara göre model kişilikleri dönüştürme gayretinden başka bir şey değildir.
Cennetmekân Sultan Abdülhamid Han’a buğzedip düşmanlığından fena söyleyen ve daha sonra hakikati görüp nedamet getiren bu pişmanlığını destansı ifadelerle dile getirenler az değildir. Doktor Rıza Nur, Süleyman Nazif, Rıza Tevfik Bölükbaşı bunların en çok bilinenleridir.
Rıza Tevfik’in “Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhundan İstimdat” şiiri bütün ittihatçılar adına itiraf, kendi namına bir tövbe metnidir.
“Şevketlim Sultan Hamid Han
Feryadım varır mı barigahına
Ölüm uykusundan bir lahza uyan
Şu nankör milletin bak günahına.”
Milli şairin bilinen meşhur bir pişmanlığı vardır. Fes ve dualarla girilen meclisten kadeh ve fötr şapka çıkınca Akif soluğu Mısır’da almış, bir nevi yeni düzene küskünlük duymuştur. Mısır’dan son dönüşünde bu küskünlüğünden pişmanlık duyduğunu “Ne varsa bizim millette varmış.” Diyerek dile getirmiş ve yeni düzenin banisine(12) “Allah ömrüm kaldıysa benden alsın ona versin”(13) diyerek biatini bildirmiş birkaç ay sonrada sirozdan ölmüştür.
İlerleyen yıllarda İttihad Terakki’nin projeleri bir dizi inkılâplar olarak uygulamaya konulurken Akif’e Kuran-ı Kerim meali yazma görevi verilir. Hükümet neden özellikle Akif’in yazmasını istemiştir? Şimdilik meçhul. Ama onun da ortaya çıkacağına inanıyorum.
Akif bu teklifi kabul etmemiş ortaya konan büyük paraya rağmen bu işe temkinli yaklaşmıştır. Belki yeni düzene karşı duyduğu küskünlüğü naza çekerek ifade etmeye çalışmış olabilir. Akif ikna olur, paranın bir kısmını alıp Mısır’a giderek yazmaya başlar. Aynı proje kapsamında Elmalı’lı Hamdi’de tefsir yazmaya başlar. Akif Mısır’da tanıştığı biricik talebesi (daha sonra damadı olacaktır) Ömer Rıza Doğrul’a da tefsir yazması konusunda rehberlik eder.
Bu meal biter ama yayınlanmaz. Akif, yeni düzenin ibadetleri Türkçeleştirme çalışmalarından ürkmüş olacak ki meal’i Mısır’da dostu Yozgatlı Müderris İhsan Efendi’ye bırakarak dönmezsem bunu yakın der. Hikmeti Huda dönemez. İhsan Efendi’de meali yakamaz. Akif’in damadı Ömer Rıza, meali İhsan Efendi’den almak için çok uğraşır, ama alamaz. Bu meali İhsan Efendi’den almak için devlet katından hatırlı kimseler araya girer, İhsan Efendi yakıldı diyerek mevzuyu kapatır.
İhsan Efendi ölüm döşeğindeyken oğlu Ekmeleddin’i çağırır yakmasını vasiyet ederek meali ona teslim eder. O Ekmeleddin; şimdiki İslam Konferansı Teşkilatı başkanı Ekmeleddin İhsanoğlu’dur.
Ekmeleddin İhsanoğlu, Abdülhamid Han devri şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu Prof İbrahim Sabri ve üç kişi daha Mısır’da bir evde buluşarak metal bir leğen içinde mealin mührünü sökerek sayfaları tek tek yakarlar. Yakma işlemi bitince Prof İbrahim Sabri Bey’in okuduğu dörtlük dünya durdukça mealden din öğrenmeğe kalkanların suratına şamar gibi inecektir.
“ O bir eserdi ki, yangın denilse layıktı.
Eğer kalaydı yakar kül ederdi imanı
O bir ateşti ki, sönmezdi etmeden ihrak
Yakıldı, sönmesi kurtardı Nass-ı Kuran’ı”(14)
Hulasa M Akif milli şair olmaktan çıkartılıp Milli Müslüman modeli
yapılmaya çalışılırken, onun dindarlığı resmi söylemin dışında
incelenmeye ve araştırılmaya muhtaçtır. Bu hususta bazı çalışmalar
vardır.
Ahmed Davudoğlu Hoca’nın Dini tamir davasında, din tahripçileri
kitabında Akif önemli bir yer tutar. Adem Çevik’in Abdülhamid’de
yanılanlar(15) kitabı da önemli bir araştırmadır. Rahmetli Necip
Fazıl’ın ise Akif’i milli bir bozguncu olarak değerlendirdiği
bilinmektedir.
Mehmet Akif’in dindarlığı/dindar modelliği mevzu yapıldığı zaman mümin tavrıyla asla bağdaşmayacak Allah’a isyan şiirlerini de görmezden gelmek mümkün değildir. Bu şiirlerde ki isyan vurgusu o kadar kuvvetlidir ki okuyucuyu ürpertip, titretir.
“Madem ki ey Adl-i İlahi yakacaktın, yaksaydın a melunları….Tuttun bizi yaktın.”(16)
“Nur istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun. Yandık! diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun.”(17)
“Ey bunca zamandır bizi te’dibeden Allah; Ey Alemi İslam’ı ezen inleten Allah.”(18)
“Allah’a dayanmak mı? Asırlarca dayandık,
Düştükse bu hüsrana onun narına yandık,
Yetmez mi çocuklukta ki efsaneye hürmet,
Hala mı reşit olmadı, hala mı bu ümmet?
Maziyi ateşe vermeli baştan başa yansın
Ben kanmıyorum, git de sen aptalları kandır.”(19)
Sorun, Akif’in dindarlığından ziyade, dindarlara model olarak sunulmasındadır. Akif imanının/imansızlığının, günahının/sevabının hesabını rabbine verecektir. Fakat Müslümanlıkla bağdaşmayacak, binlerle yıllık İslam tefekkürünü kökten sarsıcı Şiirleri/tavırları Müslüman gençlerin imanını ifsad etmektedir. 999 satır “Allah var” yazıp bir satır (haşa) “Allah yok” yazarsan; O bir satır 999 satırı nehy eder. O bir satır daha çok iz bırakıp daha kalıcı olur. Akif’in dindarlığının özeti budur. Yazdığı doğru ve güzel olanların hükmü bahsi geçen satırlarla nehy edilmiştir.
Dipnotlar:
(2-3)1966 baskılı Safahat sayfa 421-422
(4)İstiklal Marşı metinlerinin arkasında Akif’in fotoğrafı vardır..M
Kemal’in resmi ile yan yana bütün eğitim kurumlarında bulunması yasal
zorunluluktur.
(5)İnlemek sözcüğünün Safahatta coşkulu ses anlamında kullanıldığını
gösteren örnekler olduğu gibi, esas anlamında kullanıldığı örneklerde
çoktur. Dini litaratürde böyle bir kullanıma başkaca rastlanılmamıştır.
(6)05 Şubat 2005, Cumartesi Zaman Gazetesi Hekimoğlu İsmail imzalı makale
(7)Ömer Rıza Doğrul Kimdir Akşam Gazetesi 11 Eylül 2011Gürkan Hacır
imzalı makale.
(8)Ömer Rıza
Doğrul’un Tefsiri, Tanrı Buyruğu adıyla yayınlanmıştır
(9)1966 baskılı Safahat sayfa 422
(10)1966 baskı Safahat sayfa 440
(11)1966 baskı Safahat sayfa 440
(12)M Kemal Atatürk
(13)Muhittin Nalbantoğlu’nun Yeniçağ’da 27-28 aralık 2003 tarihlerinde yayınlanan yazı dizisinden
(14)Dil ve Edebiyat dergisi sayı 37 makale Mehmet Karagözoğlu
(15)Adem Çevik kitabında düşmanlıkları belgelemiş, pişmanlığı ise gönlünden geçtiği gibi yorumlamıştır.
(16)1966 Baskılı Safahat Sayfa 214
(17)1966 Baskılı Safahat Sayfa 213
(18)1966 Baskılı Safahat Sayfa 301
(19)1966 Baskılı Safahat Sayfa 490
*Akif’in şiirlerinin tamamı İnkılap ve Aka Yayınları 1966 baskılı Safahat’tan alınmıştır.