Çok zor şartlar altında ve bunaltıcı sıcakta imkansızlıklara rağmen sefere çıkan müslümanlar ve sefere türlü mazeretlerle katılmayanların durumu. Ve katılmayanlardan Hz. Ka’b bin Mâlik'in korku dolu bekleyişi...
 


Hicret-i Nebeviyye’nin dokuzuncu senesi, Bizans ordusunun Arabistan üzerine geldiği haberi alınmış, bunun üzerine Rasûlüllah Efendimiz müslümanları seferberliğe dâvet etmişti. Allah ve Resûlü’nü canlarından ve mallarından çok seven sahâbe-i kirâm, ellerinde nesi varsa, getirip, ordunun hazırlanması için gayret ediyorlardı.

Malının tamamını Allah yoluna bağışlayan ve “Ev halkına neyi bıraktın” suâline", “Allah ve resûlünü bıraktım” cevabını veren Hz. Ebû Bekir, «daha fazla veren ben olayım», düşüncesiyle hareket eden Hz. Ömer, kazandığı malın neredeyse tamamına yakınını  verecek kadar cömert davranarak, “Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlasın” duâsına mazhar olan Hz. Osman, bütün gün çalışmasına mukâbil kazandığı sâdece bir ölçek hurmayı takdim eden, hattâ başındaki sarığından başka Allah yoluna verecek bir şey bulamayan Allah ve Rasûlüllah âşıklarının gayretleriyle, büyük bir ordu hazırlandı.

Bunaltıcı sıcakta ve şiddetli kuraklığın yaşandığı bu zamanda, sefere çıkma cesâretini kendilerinde bulamayan münâfıklar, fitne çıkararak, gazâya hazırlanan müslümanları caydırmak istediler. Bâzıları ise müslümanların arasına ganîmet almak maksadıyla katılmayı göze almış, fakat çok geçmeden sıkıntıya dayanamayıp geri dönmüşlerdi.

Bu arada, müminlerle berâber ibâdet etmekten ve Peygamber Efendimizin arkasında namaz kılıyor görünmekten sıkılan münâfıklar, artık, başka bir mescitte toplanıyorlar, istedikleri gibi hareket edip, müslümanların aleyhinde kararlar alıyorlardı.

Bir defasında, mescitlerine Peygamber Efendimizi dâvet ettiler. Fakat onların bu faâliyetlerini, önceden gören ve tasvip etmeyen Rasûlüllah: “Şimdi sefere çıkmak üzereyiz. İnşâallah dönüşümüzde uğrarız!” cevabını vermişti.

Münâfıklar sefer dönüşü Peygamber Efendimize gelerek, sözünü yerine getirmesini istediler. Fakat Cenâb-ı Hak vahiy göndererek, bu mescide gitmesini yasaklayınca, Peygamber Efendimiz, mescidin yıkılmasını emrettiler.

Münâfıkların maksadını bilmeden, binânın inşâası için, kereste yardımında bulunan Hz. Ebû Lübâbe, kendisi için yaptığı bir binada kullanmak üzere keresteleri geri aldı. Ancak bu keresteler ile yapılmış olan evde hiçbir canlının yaşayamadığı görüldü. Hz. Mücemmî, bu mescitte birkaç gün imamlık yapmıştı. Hz. Ömer zamanında,  Kubâ halkı, onu imam olarak istemiş, fakat Halîfe, zikredilen sebeple buna râzı olmamış, sonra Hz. Mücemmi’nin özrünü beyân etmesiyle, kendisine  ruhsat vermişti. (Devamı yarın)

Meşrû bir mâzereti olmadığı hâlde, havanın verdiği rahâvet ve ihmâlkârlıkla, müminlerden bazıları da sefere katılmamışlardı. Sefer esnâsında Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu zâtları teker teker sormuş, “herhâlde mühim bir mâzeretleri olduğu için katılamadılar” denilince tesellî bulmuşlardı.

Sefer bitmiş, Allah Resûlü ve ordusu Medine-i Münevvere’ye dönmüştü.

Peygamber Efendimiz, gazâya, mâzeretinden dolayı iştirak edemeyen müminlerin de, seferdeki mücahidler gibi, ecre nâil olduklarını beyan buyurdu. Ancak gazâdan kaçınan münâfıklara ve ihmalkârlara, yüz vermediler. Seksen kadar münâfık gelip, hasta oldukları için sefere katılamadıklarını söylediler. Peygamber Efendimiz, her birine zâhirlerine göre hükmederek, iç âlemlerini Allahü Teâlâ’ya havâle ettiler.

İhmalleri yüzünden gazâya katılamayan müminler ise, pişmanlık ve sıkıntı içinde bulunuyorlar, Peygamberimize, ne söyleyeceklerini düşünüyorlardı. Ama yalan söyleyemezlerdi. Söylemediler de.

Bu zatlardan Hz. Ka’b bin Mâlik, başlarından geçen o sıkıntılı hâli şöyle anlatır:

Rasûlullah’ın huzûruna vardığım zaman, beni acı bir tebessümle karşıladı. Peygamberimize: “Ey Allah’ın Rasûlü! Şu anda kurtulmak için bir yalan söylesem, Allâhü Teâlâ, onu meydana çıkarır ve Resûlü de bana gadaplanır. Meşrû bir mâzeretimin olmadığını itirâf ediyor ve affımı taleb ediyorum.” deyince, “İşte Ka’b, hakîkati söyledi!” buyurdular. Benim gibi doğru söyleyen iki kişi daha çıkmıştı. Peygamber Efendimiz; evimize gidip, Allâhü Teâlânın hakkımızdaki hükmü gelinceye kadar beklememizi emrettiler.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, halkı bizimle beraber olmaktan, görüşüp konuşmaktan men etmişti. Biz de evlerimize kapanarak, gözyaşları içinde tevbemizin kabulü için yalvarıp durduk.

Ben diğerlerine nazaran daha genç olduğum için dışarı çıkıyordum. Fakat beni gören müminler, her yerde yüzlerini asıyorlar ve nazarlarını başka tarafa çeviriyorlardı.

Artık dayanamadım, Allah Resûlü’nün huzûruna çıkıp,  ona olan bağlılığımı arzettim. Fakat o susmakta devam etti.

Bir gün bir yabancının beni aradığını duydum. Bir mektup getirmişti. İpek bir bez üzerine yazılmış yazıda “Sâhibinin sana ezâ verici muâmelede bulunduğunu duydum. Sen, bizim yanımıza gel. Lâyık olduğun ihsan ve iyiliğe kavuşursun” deniliyordu. Bu hâdise üzerine üzüntüm daha da ziyâdeleşmişti. Ne hâle düşmüşüm ki, bir kâfir beni kullanmak istiyordu.

Bu şekilde kırk gün geçti. Sonra Resûlüllah hanımlarımızdan uzak kalmamızı emretti. Bu arada diğer kardeşlerim de affedilmeleri için Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp göz yaşı döküyorlardı. Birinin ağlamaktan gözleri görmez olmuş, diğeri ise “affedildin!” müjdesi gelinceye kadar kalmak üzere kendini bir direğe bağlamıştı.

Halktan tecrid edildiğimizin ellinci günü, hakkımızda inen “Ve geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabûl etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı....” (Tevbe 118)
âyetinde beyan buyurulduğu üzere, yeryüzü bütün genişliğine rağmen bize dar geldiği, kalplerimizin kederden iyice sıkıldığı ve Allâhü Teâlâ’dan başka ilticâ edecek bir yer olmadığının idrâki içinde bulunduğum bir anda, Sel Dağı tarafından birinin: “Müjde! Ey Ka’b”, diye bağırdığını duyar duymaz, secdeye kapandım. Büyük bir ferahlık ve huzûra kavuştum.

Allâhü Teâlâ bizim tevbemizin kabûlünü âyet-i kerîmeleriyle bildirmişti.

Sevinç ve mutlulukla Allâh’ın Rasûlü’nün huzûruna varıp selâm verdim. Selâmıma neşe ile karşılık verdi. Sevincinden mübârek yüzü ay gibi parlıyordu. Beni tebrik ederek şöyle buyurdular: “Yâ Ka’b! Anandan doğduğundan beri, en hayırlı günün, bu gündür!”

 

Fazilet Takvimi 17 tem-2003

   
© incemeseleler.com