Alman Adenauer Vakfı’nın tertip ettiği dinî konferanstan bahsettiğim geçen haftaki yazımda, bu vakıfla ilgili bir davadan da bahsetmiş, “Mahkemenin şimdiki safâhatını bilmiyorum” demiştim. Kendileriyle ilgili meseleleri çok iyi takip ediyorlar ki, yazının çıktığı gün, aynı vakıftan arayıp mahkemenin beraat kararını göndererek beni bilgilendirdiler. Takdir edilecek bir tavır.

Bahse konu dava, 2002 senesinde doğrudan bu vakfa yönelik değil, bazı Alman kurumlarının temsilcileriyle, bazı Türk vatandaşları aleyhine açılmış. Dördüncü duruşmadan sonra ise, oybirliğiyle beraat kararı verilmiş...

Bu bilgiden sonra konferanstaki konuşmalara geçelim.
Yapılan konuşmalar, zihinlerde çeşitli sorular oluşmasına sebep oluyordu. Acaba dinlerin karışımından yeni bir din mi çıkarılmak isteniyordu? Hak din tek değil de birkaç tane miydi? vs...

Bir gazetecinin soruları bu tesbitimde yanılmadığımın isbatı oldu. O gazeteci şunları sordu:

a) “Üç dinin karışımı olan yeni bir din mi hedefliyorsunuz?

b) Dinlerarası diyalog yapılırken, herkes karşı tarafı dinleyecek ve kendi ağızlarından onların dinleri öğrenilecek diyorsunuz. Papa’nın, ‘Dinlerarası diyaloğa evet, ama sadece Hıristiyanlığın hak olduğu kabul edilmek şartıyla’ sözüne ne diyorsunuz?”

Birinci soruya, cevap sayılmayacak bir cevap verdiler. İkinci soru ise hepten cevapsız kaldı. Diyalog toplantılarında art niyet yok derler hep. İyi de niçin susarlar? Niçin cevap vermezler?

Huylarını biliyorum, olmayan cevabı var sayacaklar, cevap verdiklerini söyleyeceklerdir. Öyleyse verdikleri cevabı göndersinler de buradan okuyucularımıza duyuralım.

Birkaç sene önceki bir toplantıdaki konuşmasına hayran olduğum ve ortalığı o zaman “harman” yerine çeviren ilâhiyatçı profesörümüz, bu sefer beni hayal kırıklığına uğrattı.

Önce Matta İncili’nden bir cümle, ondan sonra da Kur’an’dan bir ayetin mealini okudu. İkisinin mânâsının birbirine yakın olduğunu söyledi. Gerçekten öyleydi.
Arkasından şu vurgulandı: Tabiî ki aynı mânâyı taşırlar. Çünkü ikisinin de kaynağı aynı.

Değerli okuyucular, yanlış işte burada! Tam bu noktada!
İncil’in orijinal halinin bozulduğu inancını taşıyan Müslümanlara, “Hayır öyle değil. Şu an elde bulunan İncillerin söyledikleri de Kur’an’ın söylediğinin aynısıdır” denilmiş oluyor.

O zaman bu, “Ha Kur’an, ha İncil” demek olmuyor mu? Bunun da arkasından, “Ha cami, ha kilise” sözü gelir. Onun da sonu, “Ha Müslümanlık, ha Hıristiyanlık” noktası değil midir?

Nitekim bu aynen yaşandı. Bazı Müslümanlar, “İkisi de aynı olduktan sonra ne farkeder? Ha İslâm, ha Hıristiyanlık” diyorlar. Bunu geçen haftalarda şahitlerinin ismiyle beraber yazmıştık.

Kur’an ve İncil’in söylediklerinin birbirini tutması meselesine gelelim:

Dinle, imanla ilgi ve alâkası olmayan bir konuşmacının, “insanlarla iyi geçinmek, insanlara faydalı olmak, ahlâk ve görgü kuralları” hakkında bir konuşma yaptığını düşünün. Bu konuşma içinde de Kur’an ayetlerinin mânâsına uygun birçok cümle bulmak mümkün. Şimdi bu da mı ilâhîdir? Cümleler benziyor diye bu konuşmanın kaynağı da Kur’an’ın kaynağıyla aynı mıdır?

Bir ilâhiyat profesörümüz konuşmasında diyor ki, “Avrupa’da camiler açılıyor; ama burada bir kişi Hıristiyan olsa ayranımız kabarıyor.”

Ne yapmalıydık? Kayıtsız mı kalmalıydık? Önce bu sözdeki mantık hatasını düzeltelim. Avrupa’da cami açılmasının karşılığı, Türkiye’de de kilise açılmasıdır, Hıristiyan olmak değil. Avrupa’daki camiler ihtiyaçtan açılıyor, Türkiye’de ise Hıristiyan olmayan yerlere kiliseler açılıyor? Bir Müslüman Hıristiyan olunca ayranımızın kabarmasına gelince... Bu sözü Hıristiyanlar söylese yadırganmaz. İlâhiyatçılar söylüyorlar ki oldukça yadırgıyoruz. Amma cevap vereceğiz.

İncil yaprakları arasına konan dolarlarla ve altın kolyelerle kandırarak Müslümanları Hıristiyanlaştırmaya çalışmak normal mi ki ayranımız kabarmasın?

Ve öğrendik ki, Hıristiyanlık ve Yahudiliği öğrenmenin tek yolu kitaplar değil, meğer diyalogmuş.
 

Ali Eren Vakit - Gazetesi

   
© incemeseleler.com