1) Müslüman önce îtikâdını düzeltecek. İnançları içinde, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat âlimlerinin beyanlarına muhâlif bir şey bulunmayacak. Onların görüş ve anlayışlarına uymayan hiçbir fikre itibar etmeyecek. Bid’at ve dalâlet fırkalarına aldanmayacak.
İslâm’a sımsıkı bağlılık, “Fırka-i nâciye: kurtuluş fırkası” olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancı çerçevesinde şerîat hükümlerine göre hareket etmekle mümkündür. Îtikatta bu büyüklere uymadan, onların görüşlerine tâbi olmadan felâha kavuşmak, kurtuluşa ermek imkânsızdır. Bu kâidenin değişme ihtimâli de yoktur. Bir şahıs; bu zâtların sırât-ı müstakîm olan yolundan hardal dânesi kadar ayrıldığında, onun sohbeti öldürücü zehirdir, diye îtikat etmeli; onunla aynı mecliste bulunmayı, engerek yılanı ile birlikte oturmak gibi görmelidir.
Kendilerinde dikkat-titizlik ve îtina bulunmayan lâkayd ilim tâliplerine-ilim adamlarına gelince… Onlar, hangi gruptan olurlarsa olsunlar, din hırsızlarıdır! Onların sohbetlerinden kaçınmak da, dînin zarûriyatındandır. Bütün bu fitneler ve dinde vâki olan mefsedet, dünya menfaatleri devşirmek uğruna âhiretlerini hebâ eden topluluğun uğursuzluğundan olmuştur. “İşte onlar, hidâyete karşılık delâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazanmamış, kendileri de doğru yola girememişlerdir.” (S. Bakara, 16) Nitekim Allah dostlarından bir zât, Şeytân-ı aleyhillâneyi, insanları azdırıp saptırma işini bırakmış, rahatça otururken görüyor ve sebebini soruyor. İblîs-i lain de, “Bu zamanda kötü âlimler, insanları azdırıp saptırmada bana kefil, işlerimi görmeye kâfidirler” diye cevap veriyor. (Mektubat-ı İmâm-ı Rabbânî, 1/213)
2) Şer’î hükümlerden farz, vâcip, sünnet ve müstehaplar gibi, yapılması îcap eden ibâdetlerle, işlenmesi yasak olan haram, müfsit, mekruh ve şüpheli olan hususları öğrenecek.
3) Bu öğrendiklerinin îcabınca amel edecek.
4) Bütün bunlardan sonradır ki, sôfiyyeye mahsus olan tasfiye ve tezkiye tarîkına, yani tasavvuf yoluna intisap edecek.
Îtikâdı düzeltmeden şer’î hükümleri bilmek fayda vermediği gibi, bu ikisi gerçekleşmeden yapılan amellerin de bir yararı olmaz. Bunların üçü birlikte elde edilmeden, tasavvuf yoluna girip ruhu tasfiye ve nefsi tezkiye edebilmek muhâldir. Bu dört esasın dışındakiler, farzların tamamlayıcı ve ikmâl edicileri durumunda olan sünnetler gibi, şerîatin ikmâl edicileri ve tamamlayıcılarıdır. Esaslar olmadan, bunların hemen hepsi de mâlâyâni dairesine giren fuzûlî şeylerdir. Hadîs-i şerifte, “Kişinin mâlâyâniyi terkedip kendisine faydalı olan şeylerle meşgul olması, Müslümanlığının güzelliğindendir” buyuruluyor. (Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, 1/157)
Tasavvuf yoluna işte bu usûl üzere îtikat ve amelden ibaret olan iki kanadı temin ettikten sonra girmek gerekir. Ancak bu ne mevcut îtikat ve amel üzerine fazladan bir şey elde etmek, ne de onların dışında yeni bir şeye nâil olmak maksadıyla değildir. Zira böyle bir şey, insanı hataya düşürür, ayağını kaydırır!.. Tasavvuf ve mâneviyat yoluna girmekten maksat; îtikatla alâkalı hususlarda yakîn ve itmi’nan elde ederek, şek ve şüpheye düşürmek isteyenlerin tuzaklarına düşmeyip, amellerimizi boşa çıkartmamak içindir. Cenâb-ı Hakk, “Bilmiş olun ki, kalpler, ancak Allâh’ı zikirle mutmain olur” (S. Ra’d, 28) buyuruyor.
Ve yine tasavvuf yoluna girmekten maksat; ibâdetleri edâ, amelleri îfâda kolaylık ve rahatlığın hâsıl olması, nefs-i emmâreden gelen tembellik, inat ve kimseyi beyenmeyip herkesin yanlışını bulmak gibi hastalıkların zâil olması içindir. Yoksa, bir takım enfüsî ve âfâkî kerâmetler, bazı gaybî şekilleri müşâhede, keyfiyetsiz nurları ve renkleri muâyene değildir. Zira bu gibi şeyler, oyun ve oyalanmaya dâhildir. Zira gerek hissî ve gerekse gaybî olan sûretlerin ve nurların hepsi de Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkudurlar… Onun varlığına-birliğine delâlet eden âyetlerinden ibârettir. (Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, 1/266)
Hâsılı, ilim ve amelde sôfiyye tarîkatından elde edilen fayda; istidlâlî olan kelâm ilimlerinin keşfî hâle gelmesi, amelleri yaparken tam bir kolaylığın hâsıl olması, nefis ve şeytan tarafından meydana gelen tembelliğin ortadan kalkmasıdır. (Mektubât-ı İmâm-ı Rabbânî, 3/9) Yoksa birtakım kerâmetler, haller elde edip; suda yürümek, havada uçmak, çok uzun mesafeleri bir anda gidebilmek (tayy-i mekân) için aslâ değildir.
1-2- Eylül 1998 Fazilet Takvimi