Kutub’la alâkalı olarak İslâmî kaynaklarda şu bilgilere rastlamaktayız:
Kutub, bir tarîkatın en büyüğü, âlemde Allâh’ın irâdesini temsil eden evliyâullâh’ın, rütbe ve derece bakımından en yüksek olanı, Allah adına kâinatta tasarruf eden velî… Kısacası Hâtemü’l-enbiyâ, Resûl-i kibriyâ, Efendimiz (s.a.v.)’in vârisi; “Vâris-i Resûl”.
Kutbun yanında (sağ ve solunda) bulunan iki zâta “İmâmân”, bunların mânevî meclisine “Dîvân-ı Sâlihîn”, bu velîler topluluğuna “ricâlullah” veya “ricâlülgayb” denilir. kutub, bu meclisin başında yer alır.
Her hafta tensib edilen bir gecede “Dîvan-ı Sâlihîn” kurulur. Resûlüllah (s.a.v.) teşrîf ederse, reis O’dur. Teşrîf etmezlerse, Vâris-i Resûl olan zât riyâset eder. Ve ahvâl-i âleme ait kararlar alınır, hükümler verilir. Cârî hâdisâtın (meydana gelen hâdiselerin) ekserisi bu hükümlere bağlıdır.
İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (k.s.) hazretleri de, bu mevzûda şunları ifade buyuruyorlar:
«Ey oğul! Kutb-i irşâd ile alâkalı mârifeti, “Mebde’ ve Maad Risâlesi”nin “ifade ve istifâde” (faydalı olma ve faydalanma) bâbında yazmıştım. Lâkin onun, bu makamla münâsebeti olduğu ve burada da anlatılması faydalı olacağı için, bu mektuba da yazmak münasip oldu. Binâenaleyh dikkat edilmeli, ehemmiyetle üzerinde durulmalıdır.
«Kemâlât-ı ferdiyeyi câmi bulunan (yani ilim, amel, ihlâs, mârifet, hakîkat ve güzel ahlâk bakımından ferdî bütün olgunluklara sahip olan) Kutb-i irşâd, kezâ cidden azîzü’l-vücuddur, pek muhteremdir.
“… Bu cevherin (çok kıymetli ve muhterem zâtın) misli-benzeri, uzun zamanlar ve birçok asırlardan sonra zuhûr eder. Onun nûrunun zuhûru, zulmanî âlemi (karanlıklar içerisindeki âlemi) tenvîr eder, aydınlatır. Hidâyetinin nûru ve irşâdı bütün âleme şâmildir. Muhît-i Arş’tan merkez-i ferşe kadar (Arş-ı a’lâ’dan yeryüzünün merkezine kadar) kime rüşd, hidâyet, îman ve mârifet hâsıl olursa, ancak onun tarîkıyla hâsıl olur ve ondan alınır. Bu devlet, onun tavassutu olmaksızın, kimseye müyesser olmaz. Onun nûru, bütün âlemi bahr-i muhît (büyük bir okyanus) gibi ihâta etmiş, kuşatmıştır. Ve bu deryâ, sanki donmuş gibidir, aslâ hareket etmez.
«Bir tâlip ona ihlâsla teveccüh eder, veya o bir tâlibe teveccühte bulunursa; teveccüh vaktinde, tâlibin kalbine sanki bir pencere açılır. Ve bu yolla bu deryâdan, teveccühü ve ihlâsı mikdarınca, kana kana istifade eder.
«Kezâ, kim Allâh’ı zikre teveccüh eder (yönelir, müyesser olur); ve fakat, –asla inkâr ettiği için değil de bilmediği için– o kutba teveccüh etmezse, bu istifade ona da hâsıl olur. Lâkin, ona teveccüh etmesi sûretinde daha ziyade olur. Amma, kim onu inkâr eder veya o kutub ondan eziyet duyarsa, zikrullah ile meşgul olsa dahî, rüşd ve hidâyetin hakîkatinden mahrum olur. Bu inkâr ve eziyeti, feyz yoluna set olur… Bu Kutb-i azîmüşşân; ona faydalı olmamaya, onun faydalanmasına mâni olmaya ve zararına niyet etmemiş olsa dahî, onda hidâyetin hakîkati yoktur… Belki onda, irşâdın sadece sûreti vardır. Mânâdan boş olan sûretin ise, faydası azdır. Bu kutba ihlâsla muhabbeti onlarlar, zikrullahtan ve anlatınan teveccühten boş olsalar bile, sadece bu samîmi muhabbetleri vâsıtasiyle, onlara rüşd ve hidâyet nûru ulaşır…
«Şiir meali: “Kulak verenlere defalarca seslendim. Zekîlere bu kadar yeter; bununla iktifâ ediyorum.» (Mektûbat, 1/260)
21 Eylül 1998 Fazilet Takvimi