Maneviyat yolcusu her salikin bilmesi icap eden nefsin kısımlarını, klasik bir tarzda değil de, hikaye tarzında ele almış bir yazı. Her şehrin padişahı müftüsü evi dairesi de belli. Manevi kariyeri basamak basamak anlatmış. Biraz uzun ama, okumaya da değer.Nefsin mertebelerini bir de bu yazıdan hatırlayalım.


Emmâre:

Benim ruhum, bu âlemde dolaşırken, uyku ile uyanık arasında, rüya gibi bir hal zuhûr etti. Bir şehre uğradım ki, büyüklüğünü gözün ihatası mümkün değil. Orada okadar çok insan var ki, cadde ve sokaklarda rahat yürünmüyor. Halkı karışık; Arap, Acem, Türk, Rum... her milletten insan var. Hayretle dolaşırken şehrin ortasında büyük bir kale gördüm, burçları göğe yükselmiş, sanki yıldızlara deymiş... Kalenin dışındaki şehir ise koyu karanlık içinde. Oraya, ezelden beri hakikat güneşinden bir şûle düşmemiş. Halkının gönülleri dahî zulmet evi... Zira meşrepleri, köpek meşrebi; bir lokma için hırlaşıyorlar; ufak bahanelerle birbirlerini parçalıyorlar. Gazapları gâlip olduğundan birbirlerini öldürüyorlar. Şehvetlerine düşkün, zinaya meyyal halleri var; bir fâhişenin peşine üçü beşi birden düşüyor, bâzen kıskanıp birbirlerini helâk ediyorlar. Livâta eden; birbiriyle sevişen erkekler ve kadınlar da var. Hırsızlık, iftira, içki, kumar, gıybet... her türlü kötü hal mevcut. Allah korkusundan nasipleri yok. Bunları işleyenlerin çoğu da Müslüman. Aralarında iyiliği emredip kötülükten men eden âlimler, vâizler ve Salihler de varmış. Fakat fena huylu halkla ülfet edemeyip şehrin ortasında bulunan kaleye göçmüşler.

Ben de bu şehirde bir müddet misâfir oldum. Bir gurup insan gördüm ki, hiç iyi işleri yok; hep fena işlerle uğraşıyorlar. Üstelik, “Biz hakikati bulduk; yolumuz doğrudur” derler ve yaptıkları fenalıkları gâyet güzel görür, zevkle yaparlar. “Bunlara, şeytan amellerini güzel gösterip doğru yoldan saptırmış,” asla nasihat kabul etmezler. İnsanî sıfatları tamamen yok olmuş, “Allah bunların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiş; artık îman etmezler.” Meğer hidâyet yetişe...

Bir gurup insan daha var ki, dünya ehlidirler. Bunlar da iyi işler yapmaz, fenalıklardan sakınmazlar. Ancak, haramı, haram kabul ederler; bilerek günah işlerler. “Kırk gün günah işleriz, bir gün tevbe ederiz. Allah, Gafûr’dür, kulunu affeder. Su bulanmadan durulmaz. Bir gün gelir tevbe eder, âhir ömrümüzü ibadetle geçiririz. Şimdi genciz, biraz eğlenelim, dünyanın tadını çıkaralım. Haram işlemekle insan dinden çıkmaz ya. İhtiyarlayınca tevbe ederiz; tevbe etmesek de Allah affeder,” derler. Yaptıklarına pişman olmazlar. Kalplerinde Allah korkusu yok, amma azıcık iyilik yapsalar, cennetin anahtarını ceplerinde bilirler. “Bunların kalpleri var, anlamazlar; gözleri var, görmezler; kulakları var, işitmezler; hayvanlar gibidirler, belki onlardan da sapıklar.”

Emmare halkının bir kısmı da tarikat ehli olmuş. Bunlar da günah işlerler. Lakin yaptıkları fenalıkları güzel görmezler. “Biz ne günahkâr insanlarız ki, Allah’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmayız; sonumuz ne olacak, yaptıklarımızın hepsi Allah’ın rızasına muhalif, bu âlemde bizden âdî yaratık yok,” diye suçlarını îtiraf ederler. Ancak bu hayıflanma sözde kalır. Fırsatını bulunca,  yine çirkin işler yaparlar.

Bu hallerini değiştirmeyenlerin de âkıbetinden  korkulur.

  ***

Âlim birini bulup şehrin ismini, hâkimini, vâlisini sordum...

-Bu şehrin ismi, Emmâre’dir. Dâiresi, gaflet; evi, zulmettir, dedi.

Padişahlarının ismini sordum.

-Akl-ı Maaş (hayvânî akıl) derler; gâyet âlim, hâkim, müneccim, mühendis, tabip... yeryüzünde benzeri bulunmaz, dedi.

Padişahın veziri kimdir dedim:

-Veziri; idrak kuvveti ve müşterek duygular. Vekili; Kuvve-i Vâhim’e (hayalî düşünceler) ve şeytanlardır, dedi.

Diğer yakınlarından sordum. Aldığım cevap vahim. Ne kadar kötü ahlaklı kimse varsa, hepsi, Akl-ı Maaş’ın sır dostu imiş. Bu fakir de,  onun her fende üstat olduğunu öğrenince, geçim sebebi olur umuduyla, fenlerinden bir miktar öğrenmek için hizmetinde bulundum.

Akl-ı Maaş benim kabiliyetimi beğendi, aşırı muhabbetle kendine sır dostu seçti. Ben de kendisinden öğrendiğim ilimlerle, her fende meşhur, bilgili, hünerli, elinden her iş gelen biri oldum.

Padişah, idâresi altında olan halkın kötülüklerine mâni olamıyordu. Bu iş aklımı kurcaladı. İçime bir sıkıntı geldi. Sebebini öğrenmek istedim, padişaha sordum:

Padişahım, bu ne hikmet? Şehrin âlimleri Hak’tan korkmuyor ve ilimleriyle amel etmiyor; câhilleri de, tevbe ve istiğfarda bulunmuyor. Kalplerinde îman nuru yok. Sûretleri insan, iç yüzleri hayvan; belki daha da aşağılar.

Dedi ki:

- “Bu hal, benim halkımdan değil. Şeytan, ta evvelinden bu Emmâre şehrinin halkını baştan çıkarmış; vesveseleriyle, yardımcılarıyla onları ifsat etmiş. İsyanları bundandır. Buna mâni olacak bir tedbir bulamadım.”

Gâipten bir ses: “Bunun tedbiri, Muhasebedir, önce kendini hesaba çek! Fena bir iş yaptığında, hemen Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametini; O’nun, her halini görüp bildiğini; ceza gününde seni hesaba çekeceğini, cehennem azabının şiddetini, orada, ilâhî adâletin tam tecillî edeceğini düşün, yaptıklarına pişman ol, bir daha işlememeye azmet. Levvame şehrine göç. Emmare şehrinden kurtulmanın yolu budur,” dedi.

 

Levvâme:

Emmâre şehrinden hicret etmeğe karar verip dedim ki:

-Padişahım! Bu âciz insana ettiğin iyiliği kimseye etmedin. Devletin sâyesinde nice sefâlar sürdüm. Samur kürk giydirip ahbap ve yâranla sazlı, sözlü oyun ve eğlenceye müsaade ettin. Ancak, zevk ü sefâmız burada son buldu. İzn-i şerifiniz olursa, fakir bir seyyahım, bu şehrin ortasındaki kaleye gitmek istiyorum.

Padişah dedi ki:

-O kaleye, Levvâme dâiresi denir. Orası da benim idârem altındadır. Lâkin, Levvâme halkı, Emmâre şehrinin halkıyla kıyaslanmaz. Emmâre şehrinde, ezelî düşman İblis sâkin olduğundan, halkına tevbe müyesser olmaz. Levvâme şehrine ise şeytanlar tamâmıyla tasallut edemezler. Bu şehrin halkı da bazen günâh işler, ancak, hemen pişman olup tevbe ve istiğfarda bulunurlar.

Padişah (Akl-ı Maaş) sustu. Ben de huzurundan ayrılıp hemen Levvâme kalesine vardım. Kapısı üzerinde “Günahtan tevbe eden, onu işlemeyen kimse gibi günahsızdır” hadis-i şerifi yazılmış. Hemen tevbe edip Levvâme kalesine girdim. Levvâme halkı çok değil, Emmâre halkının yarısı kadardır.

Burada bir müddet misâfir oldum. Müftüsünü ziyaret edip selâm verdim, tâzimle aldı. Bir zaman hizmetinde bulundum; okudum, yazdım, ilim tahsil ettim. Şehir halkıyla sohbetlerde bulundum. Bu şehrin padişahı da Akl-ı Maaş... Yardımcıları; kibir, riyâ, taassup; vekili , tam zâhitlik...


Burada bir gurup insan var ki, dünya ehlidir. Bunlar vaaz ü nasihat meclisinde bulunduklarında  ağlayıp tevbe eder, sonra tekrar günah işlerler. Fakat emmare sıfatında olanlar gibi Cenâb-ı Hakk’ın affıyla teselli bulup kendilerini avutmazlar; yaptıklarına pişman olur, kusuru kendilerinde ararlar.

Bir gurup da var ki, âhiret ehlidir; iyi işler yapmaya, fenalıklardan sakınmaya gayret ederler. Sofîdirler, suyu üfleyerek içerler. Bâzen günah işler, ardından hemen tevbe ederler, pişman olup kendilerini ayıplarlar. Ancak Emmare halkı gibi, her türlü günahı işlemezler. Tevbe edip bazı günahları işlemekten kurtulmuşlar. Bu gurubun bir kısmı ilmiyle amel etmeyen âlimler, bir kısmı da sofî denilen kimselerdir.

Bir gurup da tarikat ehlidir. Bunlar da tevbelerinde sebat etmeyip bâzen günah işlerler. Lakin, günahları diğerleri gibi fiilî değil, hâlîdir.

Levvame halkı umûmiyetle içki, kumar, zina, kul hakkına tecavüz, yalan söylemek... gibi işledikleri fiilî bir günahı,  zahirî bir sebebe bağlayarak işlerler. Misal: İçki meclisinde bulunsalar, yanındakilerin hatırından çıkmamak için o fiili işlerler; maaş yetmiyor diye rüşvet alırlar; yalan söylemezsen alış veriş olmuyor diye veya mecliste bulunanlar gülüşsünler diye yalan söylerler.

Lakin, tarikat ehli olanları böyle değil. Onlar, diğerleri gibi zahirî sebeplerle günah işlemezler. İşlerlerse, sebepsiz işlerler. Meselâ, bir sözü genişçe anlatmak için yalan karıştırırlar, söz arasında bazen gıybette bulunurlar. “Hâlî günâh” denen haset, kibir, kin... gibi kalple alâkalı fena hallerin hepsi kendilerinde mevcut. Ancak fiilî günahlardan kurtulmuşlar. 

  ***

Bu şehirde, âlim, fâzıl, Salih, âbit canlar da vardı. “Umûmî halkın mesleği, mezhebi, meşrebi mâlum. Acabâ bunlar ne meşreptedir?!” diye araştırdım. Âlimleri, âbit ve zâhittir. Ancak cimrilik, haset, kibir, taassup, nefsâniyet, gıybet, tama’, nifak... meşrepli. En sâlihleriyle ülfet ettim. Hayır ümidiyle ibâdât ü tâatta bulunurlar, Cennet arzusuyla, gece gündüz rahat etmezler. Halka, cennet sefâsından, hûr ü gılmandan bahsedip cennet yoluna teşvik ederler.

Âbitlerden birine, Emmâre şehri halkından şikâyet ettim. Dedi ki: Emmâre şehrinin halkı, bir alay kâfirlerdir; müfsit, katil, namaz kılmaz, zinakâr, livâtacı ve içkicidirler. Hepsi sapık fırkadandır. Onlar bizim şehrimiz (Levvâme)’ye gelmez. Burada onlardan kimse bulunmaz. Ancak bazılarına hidâyet nasip olur da, hicret edip buraya gelirler ve, işledikleri günahlardan pişmanlık duyup tevbe ve istiğfar ederler. Emmâre şehri halkına, orada kaldıkları müddetçe tevbe müyesser olmaz. Şefaate lâyık da bulunmazlar.

Levvâme şehrinde bir kale vardı. O kale halkından sordum. Anlattı:

-Bu kalenin ismi, Mülheme’dir. Padişahları, Akl-ı Maad (âhiret aklı); veziri, aşktır. O şehre bizden giden olmaz. Hicret edip gidenleri de bir daha Levvâme şehrimize sokmayız. Zira, Mülheme şehrinin vezirleri aşka düşkündür, bu uğurda mal, can, evlât ve iyal fedâ ederler. Bizim sultanımız (Akl-ı Maaş)’ın tedbir ve tasarrufuna îtibar edip teslim olmazlar. Tasavvuf, tasarruf diye bir takım kitaplar yazmışlar ki, neûzü billah, bir harfi, şer’i şerife uygun değildir. İçlerinde mürşit saydıkları bâzı kimseler var. Bunlar hırka ve taç giyip ehlullah kılığına girerler. Lakin sözleri ve işleri şer’i şerife uymaz. Halk onlara uymuş; hepsi dalâlet fırkasından, tarîkat ehli olmuşlar. Sakın o Mülheme denen kaleye uğrama! Onlar saz, söz, eşliğinde “Allah” derler. Onlar bizim şehrimiz Levvâme’ye gelip mızıka çalamazlar. Zira, bizim âlimlerimizde din ğayreti olduğundan biz birleşip onları men ederiz. Nice adamları saz ve söz eşliğinde zikir ederlerken yakalayıp cezalandırırız; kimini hapseder, kimini katlederiz. Bizde olan âlimler, sâlihler, âbit ve zâhitler mümkün değil Mülheme şehrinde bulunmaz.

 
Mülheme:

Levvâme şehri halkıyla ülfetten de sıkıldım, mübârek Mülheme kalesine vardım. Kapının üstüne: “lâ ilâhe illallah. (Allah’dan başka ilâh yoktur)” yazılmış. Onu okuyunca hemen şükür secdesi edip kaleye girdim.

Burada ilmiyle amel eden âlimler, âbitler ve zâhitler buldum. Herkes bunlara hüsn-ü zanla bakıyor. Zira yaptıkları işlerin hepsi güzel. Emir ve yasaklara riâyet ediyorlar. Edepliler, sünnet ve müstehapları yerine getiriyorlar. Zâhirlerine bakınca, zamanın kutbu zannedersin. Ancak, bâtınları, hâlâ ahlâk-ı mezmûme ile dolu... Henüz kalplerini tamamen mâsivâdan temizleyememişler. Bir kısmı tarikat ehli olmuş; fena hallerden tamamen, fena ahlaktan da kısmen kurtulmuşlar. Lakin benlikten, tereddütten, eğrilikten kurtulamamışlar. İşleri Cenâb- Hakk’a havale edip tam teslim olamıyorlar. Geleceği düşünür, geçmişe üzülürler. Rızk için endişe ederler. Allah’a tam îtimatları yok: “Cenâb- Hak şimdiye kadar kimseyi ne aç koydu, ne açık; şimdi de aç ve açık koymaz,” diyemiyorlar. Zenginleri de, fakirleri de aynı haldeler. Dünya sevgisinden kurtulamamışlar. Geçmişe üzülür, geleceğe endişe ederler.

  ***

Nakş-i Bendî tekkesine uğradım. Mensupları, aşk u şevk ile her an  mânevî sefâdalar. Aralarında kavga, gürültü, haset, fesat, kin ve düşmanlık yok. Büyük- küçük birbirine izzet ü ikramda bulunuyor, güler yüzle karşılıyor, hürmet ediyorlar. Nazâfet ve nezâket ehlidirler. Meclislerinde, sohbet ve zikrullah var. Hepsi de rûhânî ve cismânî sefâ içindeler. hallerine hayran oldum. Bir müddet orada kaldım. Sohbetlerinde bulundum. Mülheme şehrinin hallerinden sordum. Hüsn-ü zan edilen ihtiyar, ârif ve uyanık bir cana dedim ki:

-Azizim! Ben garip bir seyyahım. Kalp hastalığına; gaflet ve zulmet illetine yakalandım. Bu şehirde bu derde deva olan iyi bir tabip var mı? Lütfedip haber ver.

O can dedi ki:

-Benim ismim, Hidâyet’tir. Ezelden bu âna kadar benden yalan sâdır olmadı. Vazifem; Allah'a ulaştıran vuslat şehrinin yolunu sual eden tâliplere haber vermektir. Sen de âşık, sâdık bir fakirsin. Sözümü can kulağınla dinle!

Bulunduğun bu Mülheme şehri iç içe dört mahalledir. Bu mahalleye, Mukallidîn denir. Senin aradığın tabip bu mahallede oturmaz ki, sende bulunan gaflet zulmet ve gizli şirk illetine devâ olsun... Hâlen kalp tabibi kıyâfetinde olup, taç ve hırka ile şeyh sûretine bürünen sözde ârifler, gizli şirkte, şehvette, yemede, içmede, oyun ve eğlencedeler. Bu mahallede senin kalp hastalıklarına çâre olacak tabip yok. Ben ancak şunu söyleyebilirim: “Nerede olursan ol, «Cenâb-ı Hak, bana benden daha yakın; ne yapsam, görür; ne söylesem, işitir; O’na göre uzak ve yakın birdir. Açıktan konuşmak da, gönülden geçirmek de O’nun nezdinde müsavidir,» de. Dâima huzû’ ve huşû’ ile O’nun huzurunda olduğunu düşün. O’nun zikriyle, fikriyle meşgul ol. Ve,  Mutmeinne tarafında olan Mücâdele mahallesi’ne git, derdinin dermanını bilen tabip orada olabilir.

  ***

İçimden, “Hevâ kapısını bırak, âlemde sultanlık budur,” deyip Mücâdele mahallesine vardım. Orada, zâkir, şâkir, mücâhit, namaz ve oruç ibadetine düşkün, sükût ehli, âlim, âmil, fâzıl canlar buldum. Onların bu tutumları, kötü ahlaktan, gizli şirkten, zulmet ve gafletten kurtulup Mutmeinne kalesine girmek ve “Rabbine dön” hitâbına müstahak olup rızâ kapısında bulunmak içinmiş. Ancak, bunlardan bazıları, mücâhedeleri neticesinde, Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfü olarak, Tecellî-i nûr, müşâhede-i nûr; Tecellî-i nûr, müşâhede-i sıfat; Tecellî-i sıfat, müşâhede-i zât gibi bazı tecellîler zuhur edince, kendilerini bir şey oldu sanıp mücâhedeyi bırakıverdiklerinden, emmâre şehrine geri gönderiliyorlar, bir daha da bu mahalleye kolayca giremiyorlar.

Azizim, bu mahal, bütün ehlullahın “el’aman” diye çağrıştıkları mahaldir. Bu mertebede, nefisler, henüz emmare sıfatından tam olarak kurtulup itmi’nana ermemiştir. Bu gibi tecellîlere mazhar olanlar, bunlara asla kıymet vermemeli, kendilerinde bir varlık görmemeli, mücâhedeye devam etmelidirler.

Bu fakir dahî nice seneler bu mahallede kalıp bir an zikri, fikri terk etmedim. Sabır, tahammül, kanâat ve gayret edip mücâhededen; nefsi ıslah ile uğraşmaktan geri kalmadım. Burada da gizli şirkten, zulmet ve gafletten kurtulmaya çâre bulamadım. Mücâdele mahallesi tabiplerine rica edip: “Benim hastalığım gizli şirk, gaflet ve zulmettir, inâyet edip şifâ veren bir ilaç ihsan edin” dedim. Dediler ki; “Burası, Mücâdele mahallesidir. Burada senin derdine derman olan ilaç yoktur. Ancak, Mutmeinne kalesine yakın bir mahalle daha var; oraya Murakabe ve Münâcât mahallesi denir. Senin hastalığına ilaç orada bulunur.”

 

Murâkabe ve münâcât:

Murakabe mahallesine vardım. Halkı, zikr-i kalbî sâhipleri olup huzû’, huşû’ ve huzurda mahzun... Dilleri yok, konuşmaları yok... Zâhirleri harap, bâtınları mâmûr... Halleri, halim, selim; meşrepleri, teslimiyet...Birbirleriyle lüzumsuz söz konuşmaz, kimseye yük olmazlar.

Bu fakir dahî Murakabe mahallesinde nice seneler oturup onlar gibi olmaya çalıştım, gafletten kurtuldum. Fakat gizli şirk ve zulmet illetinden kurtulamadım. Yaşlı gözlerimle bir garip seyrana daldım; elemler ummanına battım, ölmek istedim, zira başka çâre bulamadım. Ölmek elimde olmadığından melül ve mahzun Murakabe hâlinde dururken, daha önce nasihatte bulunan Hidâyet, tam hakikatle zuhur etti. Perişan hâlime acıyıp buyurdu ki:


Fenâ ve Bekâ:

-Ey Gurbette göz yaşı döken yolcu! Bu hâlinle sen derdine derman bulamazsın. Murakabe mahallesinden geç, mutmeinne kalesinin kapısı önünde bir mahalle var, oraya göç. Adına, Fenâ mahallesi derler. Orada, “Fânî ol, fânî ol yine fânî ol.” Sonra, “Bâkî ol, bâkî ol yine bâkî ol,” sana, beka illeri görünür. Orada gizli şirk, gaflet ve gönül zulmetine devâ eden bir tabip var, ilâç edip seni bu illetten kurtarır.”

Fenâ mahallesine varıp misâfir oldum. Gördüm ki, mahalle halkının hepsi, dilsiz gibi sükût halindeler, ölüler gibi konuşmaya güçleri yetmez. Her an ölüm meleğinin gelmesini beklerler. Mahallelerine gelip gidenden haber sorarlar. Fenâ mahallesi sâkinleri beş vakit namazı edâdan başka bir işe kaadir olmayıp dünya ve âhiret, Zeyd ve Amir bilmezler. Korku ve ümitten geçmişler. İşleri duâ ve senâ, zikir ve fikir, sefâ ve cefâdır; cismânî ve rûhânî lezzetlere bağlanıp telezzüz etmezler. Hallerine bakıp bu fakir de nice seneler onlar gibi olmaya çalıştım, görünüşlerini taklit ettim. Lâkin iç âlemlerini bilmediğimden fenâyı ve fenâ halini târif mümkün olmuyor.

Bu hal içerisinde, Fenâ mahallesinde dahî öyle bir gam ve kedere uğradım ki, hâlimi tabibe arz etmek için, bende, benim mülküm olan bir vücut bulamadım. Anladım ki, o makamda vücut ve mülk sâhibi, hâzır ve nâzır olan Mevlâ’dır. “Vücut benim” demek yalan olur. Yalan ise her dinde haramdır. Talep dahî gizli şirkten gelir. Ben ise gizli şirkten kurtulmak için yola çıktım. Bu halde dahî aciz ve hayretim ziyâde olup cümle muradımdan vaz geçtim. Göz yaşlarım -gayr-i ihtiyârî- günden güne arttı. “Aman Yâ Rabbî” desem bile gizli şirk... Zira ben varım, eman dilemem var; tâlibim, matlubum (talep ettiğim şey) var. Daha neler çıkar bilmem. Ne çâre kılayım! Izdırabıma vâkıf olan ve bütün sırları bilen Mevlâ’m, hâlime merhamet eyleye...

Gönüllerde cemâl terbiyesine me’mur ilham meleği bu garibin hâline acıdı. Hakk’ın izniyle, ilâhî kitaptan okutup “Önce hallerden vaz geçmek lazım” dedi. Hemen elimi uzatmak istedim; gördüm ki elim, donmuş gibi, anasır-ı erbaadan mürekkep bir mânâ; elim benim değil. “Dilediğini yapan” birdir; bende bir iş yapmaya kudret yok. “Kaadir” birdir; kudretim yok. Hâsılı, benden ne iş meydana gelirse, onu, “Dilediğini yapan”a, O’nun kuvvet ve kudretine havâle ettim. Beşerî görülen işlerden tamamen vaz geçip iş ve hallerde yok olmanın ne demek olduğunu melek ilhâmıyla sırrımda anlayıp hamd ü senâ ettim.

(Eğer âlimlerden bazı tasarruf sahipleri, fiillerde yok olmak hakkında Kur’an-ı Azîmüşşân’da  delil var mı derse, “Kul küllün min ındillâh, De ki; hepsi Allah katındandır” âyet-i kerimesi açıktır. Bu fakir okuduğum yoktur amma, Hak Teâlâ, okutmaya kuvvet ve kudret ihsan etmiştir. Bu bahis, hâl işi olup söz ile tâbir ve anlatması mümkün değildir. “Hal, söz ile bilinmez.” Ehline mâlumdur.)

Bundan sonra ilham meleği vâsıtası ve Hakk’ın yardımıyla “Fenâ fissıfat’a yöneldim.

Baktım, nazar benim değil. Söylediğim sözde alâkam yok, dil benim değil. Nefs-i Nâtıka’yı bilmem. Çâresiz, zâhir ve bâtın bütün sıfatlarımdan alakayı kestim. Ben, rûhumla, cismimle, havas ve kuvvetlerimle  kendimi Zât farz etmiştim. Gördüm ki, farz ettiğim dahî ikilik; gizli şirk... Çaresiz, “Başkasının  mülkünde ne alâkam var” deyip bütün benliğimi mahıv ve fânî kıldım, fakat, talepten vaz geçemedim. halbuki, “Talep, uzaklığın kendisidir”... Ben bu benliğimle ne belâya uğradım, yine hata işledim!

“Allah, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.” “O, Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O, her şeyi bilir” âyetlerinin mânâsı sırrımda zuhur etti: “Ölmeden evvel ölün” sırrına mazhar olmaya yöneldim. Yine gizli şirk. Zira bir ben, bir de yönelmem varmış gûyâ. Aman Allah’ım, ne derde düştüm! Münâcât etme, talep etme, eman dileme!.. Bir garip hal ki, halli müşkül. Çaresiz hepsini sâhibine teslim ettim. Rızâ kapısında durup yatakta son anlarını yaşayan hasta gibi, târifi mümkün olmayan bir makamda, dâima ölümü bekleyip akılsız, şuursuz, bir zaman bu halde kaldım.

Sonra, “Kalbine sor” deyip gönül fetvasına müracaat ettim. Cevap etti ki, “Senden zuhur edenler, nefsindendir. Mâdem ki, kendinden haberin var; sen “Rabb’ine dön” hitâbını işitemezsin.”

Mutmeinne:

Yeniden ölümü istedim. Bu hâle de “İstiğrak” derlermiş. Bir hal daha zuhur etti: Sırrımda harfsiz ve sessiz, “Rabb’ine dön” hitâbı gibi bir hal oldu. O anda târifi mümkün olmayan bir lezzet duydum ki, mest olmuşum. Uyandım, Akl-ı Maaş ile düşündüm, ne haldir, Akl-ı Maaş o hâle vâkıf olamazmış. Ben de, fikir ile esrâr-ı ilâhîye vâkıf olunamayacağını anlayıp vazgeçtim.

Mutmeinne’nin alâmetleri:


Bu mertebede olanların bütün işleri ve ahlâkları, güzel iş ve ahlâka tebdil olmuştur. İradesiz olarak, tam tevekkülle Allah’a tevekkül ederler. Bütün işlerini Allah’a havale edip dünyaya âit bir şey düşünmez, dünya işleri için kederlenmezler. Cennet arzusu ve cehennem korkusu, iradesiz olarak, kalplerinden silinmiştir; onlar için üzülmezler. Yaptıkları her türlü ibâdât ü tâat Allah rızası içindir. İyilikle emir, kötülükten men vazifesini hakkıyla ifâ ederler. Her an “Huzur maallah” hâlinde olduklarından, dâima uyanık  halde olup, gaflette olmazlar. Sevdiklerini, Allah için severler. Allah ve Resulüne düşman olanlar, babaları, oğulları aşiretleri de olsa, onlara asla muhabbet etmezler. Allah, bunların kalplerine imanı yazmış, bunları, kendi katından bir ruh ile te’yit etmiş; kalplerini iman ve irfan nûruyla kuvvetlendirmiştir. Allah onlardan râzî, onlar da Allah’dan râzîdirler.  İşte, kendisinde bu sıfatlar bulunanlardır ki, “Rabb’ine dön” hitâb-ı izzetine muhatap olurlar.

*******************************
Buraya kadar yazılan sırlardan muradım, bir fenni açıklamak değildir. Umulur ki, bu Risâle’miz, vefatımdan sonra, sevenlerimize yâdigâr olur. Nice hakikat yolunun sâlikleri ve Cemâl-i İlâhi tâlipleri okur da, bu fakire hayır duâ eder. Ve, bu Risâle’ye bakan canlar, kendi hallerini bilir; hangi makamda, hangi şehirde, hangi mahallede bulunduğunu anlar da ona göre hareket eder. Rızâ kapısını bulup hamd eder.                                        Bu Risâlenin adı, “Mahbub” olup şu ibâre dahî ona tarihtir.

Ey Püser! Def’i ömür ona tarih,
Eyle onu tâc ü ser.


Müellif: Erzincan’da doğup Üsküdar’a yerleşen ve “Bülbül” lakabıyla bilinen Hâfız Feyzullah Efendi. Sene: Hicrî 1213.

incemeseleler.com / arşiv

   
© incemeseleler.com