Şûrut, şartın ve erkân, rüknün cem'idir.
Şart, fil-asıl bir hususta, bir şeyi âhara ilzam veya nefsinde iltizam mânâsına olup, bir şeyin bünyesinin dışında olan mütaâllikine isim olmuştur.
Rükün, fil-asıl canibi akva mânâsına olup, şeyin bünyesini teşkil eden dahilî mütallikine denir (1).
Namaz, kendisiyle sahih olabilecek şeylere, dikkat hâsıl olmak için, şûrut ile erkân cem edilmiştir. Onlar, hep namazın farzlarıdır (2) ve on ikiye münhasır değildir.
Altısı, haricî şartlar ve altısı dahilî erkân olmak üzere, namazın farzlarının mecmuunu, on ikiye kasr edenler, öğrenciye bellemeyi kolaylaştırmak istemişlerdir. Ve illâ, müsâllî, bizim anlatıp sayacağımız şeylere ziyadesiyle muhtaçtır.
Salâtın sıhhati için, yirmi yedi şey gereklidir.
1 — Hadesten taharettir (3).
2 — Necasetten taharettir: (4) Musallînin, cesedi, libası, namaz kıldığı yeri, mâfuv olmayan necaset miktarından tahir olmaktır.
Namazda olan kimse, Rabbül-âlemîne münacaatta olmakla ahseni ahval üzere olmak lâzımdır ki, bu da, kendinin ve libas ve mekânının taharetiyledir.
«Elbiselerini de temizle.» (El-Müddessir: 4) kavli kerîmi ile nassan şart koşulmuş olan elbisenin taharetinden ziyade, beden ve mekânın tahareti lâzımdır ki, bu lüzum, nassı mezkûrun delâletiyledir (5). Çünkü, mekânsız namaz, mevcut olamaz, libassız ise, mevcut olabilir (6).
Bazı meseleler: Bir kimsenin necis olduğu itikadında bulunduğu libasın içinde kıldığı namaz, libas, kendinin hilâfı itikadı üzere, tahir dahi zuhur etse, sahih olmaz.
Necaseti yabise üzerine serilen şey, altındaki görülür derecede ince olur, yahut rayihası olan pisliğe göre, koku duyulur ise, onun üzerinde namaz kılmak caiz olmayıp, serilen şey, setri avret etmeğe salih olur yâni altındaki görülmez derecede bulunur ve ondan pislik kokusu alınmaz olursa, üzerinde kılınan namaz caiz olur.
Nemli pislik üzerine keçe yayıp (7) ve kalın olmayan şeyi iki kat edip veyahut pisliği toprakla örtüp, kokusunu alamaz ise, namaz caiz olur.
Ucunda, gübre kıyığı gibi (8), necaset merbut olan ip, musâllîde olmak ve ucu, necis olan sarığın tahir tarafı, musâllînin başında bulunmak, suretlerinde: Eğer o ip, yahut sarık, bir ucunun tahrik olunmasiyle, diğer ucu hareket etmez derecede, uzun ise, namaz sahih ve illâ gayri sahihtir.
Necis olan çadıra (9), başı değmekte olan musâllînin namazı gibi ki, o dahi gayri sahihtir.
Musâllînin kucağında kendini tutabilen (10), müteneccis sabinin bulunması, ve müteneccis kuşun, musâllînin başına konması, onlardan, mâfuv olmayan necaset, ayrılıp musalliye geçmiş olmadıkça, salât iptal etmez. Çünkü, musâllî onu hâmil olmadığı için, şart olan taharet, mevcut bulunmaktadır.
Kuhistânîde mezkûrdur ki, ayakkaplarını, necaset üzerine koyarak, onların üzerinde durup, namaz kılmak caizdir. Onları ayaklarına giyerek, namaza durmak câiz değildir (11).
3 — Musâllînin (12) iki ayaklarının yeri, tahir bulunmaktır: Münferiden, bir ayağının, ve alet-tahmin cem'an, iki ayağının altında (necaseti mânia) bulunan musâllînin, namazı bâtıl olur. Namazda, bir ayaküzere durmak, kerahetle sahih olup, temiz yerden pis yere intikal ile, birrükün edâ edecek kadar, onda durmamış olmak dahi, namazı iptal etmez.Eğer, o kadar durmuş olursa (Fiilen, edai rükün etmemiş olsa da), namazı, muhtâr olan kavle göre, bâtıl olur (13).
4 — Musâllînin, iki el ve dizlerinin yeri dahi sahih olan kavle göre,tahir bulunmaktadır. Çünkü, secde yedi kemik üzerine, edile gelmiştir ki,onlar iki el, iki diz, iki ayak ve bir de cephedir. Bunları ve hâttâ kollarını,secdede kerahet üzere, yere yaymak takdirinde, onları necaset üzerine koymak, necaseti hâmil olmak demektir. Namaza mâni miktarda necasetihâmil olanın ise, namazı sahih olmaz (14).
5 — Cephe yeri dahi tahir olmaktır. Tâ ki, yedi uzuv üzerine sücûttahakkuk etmiş olsun.
İmam Ebû Hanîfe hazretlerinden, bu bapta olan iki rivayetin, esahhi budur. Ve bu, kavli imameyndir. Cephe mevziinin taharetinin şart kılınması, her iki kavle göre, yâni gerek secdede vaz'ı cephe farz olmak kavli mercûha göre, lâzımdır. Çünkü, fârizai sücûd burun yumuşağının konmasıyla da hâsıl olmuş olur. Ve lâkin, bu vazi', yüz ile beraber vâkî olmak suretinde (kıraeti uzatma meselesinde olduğu gibi) cümleten farzı-vâki olacağından, necis üzerine gelmekle, hükmen mâdum olup, mekânı tahirde dahi iâde olunsa, namaz, zahirî rivayette muteber olmaz (15).
Sair mahallerinin taharetiyle beraber, burun yerinin necaseti, bil-ittifak mâni değildir. Çünkü, dirhem miktarından azdır. Burunu, secdede necis bulunan yere koymak, hiç koymamış gibi olmakla, o kimse, secdede, vaz'ı cephe üzerine hasretmiş gibi olur ki, bu da, maal-kerahe câizdir (16).
6 — Setri avrettir: (Setr örtmektir. Avret gelecek fasılda beyan olunmuştur). Namazda setri avretin (17), farziyyeti, mecmeun aleyhtir.
$
«Her secde zamanında zinetlerinizi giyinin» (Ârâf: 31) kavli kerîminde zînet: Libas ile, ve mescid: Namaz ile mufesserdir.
(Zînet lâfzına riâyeten, namazı mübah olan en güzel elbise içinde kılmak ve musâllînin elbisesi, yırtıklardan sâlim olmak müstahaptır).
Setirde şart olan, avret yerinin etrafınca örtülü olmasıdır. Yakadan veya etekten bakmakla görünür olması zarar etmez (18). Çünkü, bunun men'i için, tekellüf etmekte harec (müşkilât) vardır. O da şer'an medfûdur.
Giyilen şeyin darlığından nâşi, uzvu avretin belli olması dahi mâni değildir. (Pek ince olması, altındakini görmeğe müsait ise, mânidir).
İpek veya gaspedilmiş elbise ile setri avret edip namaz kılmak sahih ve ancak zarûretin gayride, tahrimen mekrûh olur (19).
Bulanık su veya çamur (20), yahut yaprak ile dahi örtünmek mümkündür.
Zulmetin setrine itibar yoktur. Cam gibi, altı görülen şeyle dahi avretin setri olamaz.
7 — İstikbali kıbledir: (21). Namazda, kıbleye yönelmek, kitap ve sünnet ile şarttır. İcma dahi onun üzerindedir. Kitabı kerimde
$
«Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına dön! Siz de nerede bulunursanız bulunun yüzünüzü hep o tarafa döndürün» (Bakara: 144). buyrulduğu gibi, bu hususta müteaddit, ehadisi şerife rivayet olunmuştur.
Mekkii müşahit, yâni Mekkede bulunup da, Kâbe-i Mükerremeyi görmekte olan kimse için farz olan: Kâbenin zatına isabet etmek yâni, doğrudan doğruya, beyti muazzama yönelmektir (22). Müşahit olmayana yâni, Kâbe gözünün önünde bulunmayana göre, farz olan, Mekkenin içinde dahi bulunsa ve arada bina ve dağ (23) gibi bir hâil olsa, Kâbe cihetine durmaktır.
(Cihet dahi, tevsiaten alen-nâs, ayni Kâbe gibi kıbledir. Hattâ, «afakiye göre» aradaki mâni izâle olunsa, istikbalin aynı Kâbeye vaki olması şart değildir) (24).
Kıble: Kâbenin binası değil, buk'ası (arsası) dır. O bina başka yere naklolunsa, kıblegâh olmaz.
Kâbe binası yıkılmış dahi olsa, namaz yine, onun mevziine ve cihetine müteveccihen kılınır (25).
Kıbleye niyyet, namazda şart değildir. Ona yönelmek, niyyet eylemekten kurtarmış olur (26). Mesailin bakiyyesi âtîdeki fasıldadır.
8 — Vakit; beş vakit namaz için, vaktin girmesidir. Salâvatı mektuba, ibadatı mevkute olmakla, vakit müeddaya, hem sebep ve hem vücubün sebebi hem de, edâsının şartıdır (27).
9— Vaktin girdiğini, yakinen bilmiş olmaktır. Tâ ki,, ibadeti niyyeticazime ile, olmuş olsun. Çünkü, şek üzere olan, cezm etmiş olamaz. F atta kendince vakit girmemiş olduğu halde, namazı kılıp da, vaktin girmiş bulunduğu, sonradan, kendisine bildirilmiş olan kimsenin kıldığınamaz kâfi olmaz (28).
10— Niyyet etmektir: Tâ ki, ibadet âdetten temeyyüz edip, namazdaHak sübhanehû ve teâlâ için olan ihlâs yerine gelmiş ola (29).
Niyyet, lûgatte azm mânâsınadır ki, iradei cazimden ibarettir. Şeriatte, taate kasdetmek yâni, Cenab-ı Hakka hulûs üzere namaz kılmayı irade etmektir.
İhlâs: Seninle Rabbin arasında bir sırdır. Melek muttali olamaz ki, onu defteri âmâline kaydetsin. Şeytan muttalî olamaz ki, onu ifsat edebilsin. Hava, bilemez ki, imale eylesin. Bu da, taat hakkında, ancak hakkı isteyip, Haktan başka bir şeyi kasd ve irade etmemekle olur (30).
Ameli kalbi, tahkik ve vesveseyi kaldırmak için, lâfzan dahi niyyet müstahap yâni, nazarı meşayihte sevimli olup, niyyette kalbi hazırlamaktan âciz kalan veya şek üzere olan kimse için, lisan dahi kâfi olur.
Niyyeti tâyin ve niyyete mutabaat, şürutü tahrime meyanında ayrıca gelecektir.
11 — Tahrimedir ki, iftitah tekbirini almaktır (31).
(Namazda (32) tahrîme rükün olmayıp (33) şart olmak sahihtir ve kavli şeyhayndir. İmam-ı Muhammed Hazretleri onun rükniyyetine kaildir.)
Tahrîmenin sıhhati için, ilerde geleceği üzere, bir takım şartlar zikrolunur:
Birincisi, Tahrime niyyete, ya hakikaten, yahut hükmen mukarin olup (34) aralarım, yemek, içmek, konuşmak gibi, namaza yabancı olan şey, fasl etmemektir ki, bunlar manii ittisaldir. Amma namaza durmak için yürümek ve abdestin bozulması halinde, abdest almak, yahut abdest almağa gitmek, ittisale mâni değildir.
(Çünkü, bunlar, sebki hades suretinde, dahilî salâtta bağışlanmış olmasına göre, salât dışında evleviyetle bağışlanmış demektir.)
İkincisi, tahrîmeyi kaimen yâni, ayakta ve eğilmeden evvel etmektir.
(Kıyam, hakikî ve hükmîye şâmildir. Kıyamı hakikînin, haddi ednâsı, eller dizlere ermez derecede olmaktır. Binaenaleyh imama rükû'da yetişmek kaydında olan müstacil, arkasını eğerek tekbir alsa, eğer kıyama daha yakın, yâni elleri dizlerine ermiyor ise şüruu sahih olur. Velev ki, aldığı tekbiri, rükû niyyetiyle almış olsun (35), ve eğer rükûa yakın yâni elleri dizlerine eriyor ise, şüruu sahih olmaz).
Üçüncüsü, niyyeti tahrîmeden sonraya bırakmamaktır.
Çünkü, namaz bütün bir ibadettir ki, tecezzi etmez. Niyyetsiz ibadet olmadığı cihetle, eğer niyyet, tahrîmeden sonraya kalmış ise, ondan hâlî olan cüzü, ibadet olmayıp, kendisine niyyet vâkî olan cüzü, ibadet olmak lâzım gelerek, ikiye bölünmüş olur.
Ademi tehir, mükarenette olduğu gibi, takaddüm ile de olur ki, o da; hükmen mukarenettir (36), efdâl olan hakikatten mükarenet olmaktır. Zîra ihtilâftan çıkılarak ihtiyat edilmiş olur (37), çünki, tahrimeden sonra olan niyyete, icmaan itibar yoktur.
Dördüncüsü, tahrîmeyi kendisi işitecek derecede telâffuz etmektir.
Dilsize, dilini tahrik etmek lâzım değildir. (Ümmî dahi öyledir. Bunlar yalnız niyyet ile iktifa ederler. Sahih olan da budur.)
Dilsiz olmayana, kendi söyleyişini bilâ mâni, işitmek şarttır. Bilâ mâni kaydı, sağırlık veya gürültü gibi, bir mâni bulunmak suretinden ihtirazdîr ki, o halde telâffuzun bil-fiil işitilmesi şart olmayıp, mâniin izalesi takdirinde işitilebilir derecede olması lâzımdır.
Beşincisi, muktedi bulunan kimse (38), namaza niyyetle beraber, imama uymayı, niyyet eylemektir.
İbadeti âdetten, farzı vâcipten temyiz ve ihlâs mânâsını tahkik için, asıl namaza niyyet lâzım olduğu gibi ki, imam muktedi ve münferid bunda müşterek bulunmak hasebiyle, buna niyyeti müştereke tâbir olur. Mütabaat, onu niyyetsiz tahakkuk edemeyeceğinden, ona dahi, niyyet lâzımdır ki, imamın namazı sahih ise tabiin namazı dahi sahih ve fasid ise fâsid olmak mütabaatın eseri müterettibidir. Buna niyyeti hassa, tâbir olunur ki, muktedîye mahsus olan niyyet demektir.
Bundan dolayı, muktedi, vaktin farzını ve onda imama uymayı, yahut imamın kıldığı namaza katılmağı niyyet eder (39)
İmamın namazı muayyen olduğu cihetle, imamın namazına niyyet, hem asıl salâta ye hem mütâbaat ve tâyine niyyeti mütezammindir. Cuma namazlarında, yalnız Cuma namazına niyyet edip de iktidaya niyyet eylemese olur. Çünkü, cuma namazı imamsız olmaz.
Altıncısı, kılacağı farzı, ilk başlamada tâyin etmektir. (Hattâ bir farzı niyyet edip, ona şürû eyledikten sonra unutup da, onu tetavvu sanarak, o zan üzere itmam eylese, o namaz yine farz olarak uhdesinden sakıt olmuş olur. Bunun aksi dahi böyledir ki, tetavvu niyyetiyle şürû edip de, sonra unutarak, farz sandığı ve o zan üzere kılıp bitirdiği namaz dahi nâfile olur. Çünkü, muteber olan niyyet, cüz'ü evvele mukarin olandır) (40).
Farzların dahi çeşitliliğine mebni (Gerek imam, gerek muktedi ve gerek münferid) kılacağı farzın meselâ: Öğle farzı olduğunu tâyin etmek dahi şarttır.
Vaktin farzını niyyet etmek, cuma namazının gayride sahihtir. Cumada vakit, öğle olduğu için, onu vaktin farzı niyyetiyle kılmak sahih olmaz. (Kazâ niyyeti için, geçmiş namazların kazâsı bahsine bakınız.)
Rekâtların adedini, niyyet şart değildir. Çünki, farzlar ve vâciplerin rekâtleri mahdud olmakla, niyyette rekâtları tâyine ihtiyaç yoktur (41).
(Salâtın aslını niyyet, aralarında telâzüm olmadığına mebni, sünnet, vâcip ve farz için, tâyin lâbüddür) (42).
Vaktin farzı ve cenaze gibi, iki farzı niyyet, vaktin farzına (43) ve birinin vakti girmiş ve diğerinin vakti henüz dahil olmamış bulunan iki farza niyyet, vaktiyyeye ve iki geçmiş farza niyyet onların birincilerine ve bir geçmiş ile vaktiyyeyi niyyet, vakti geniş olduğuna göre geçmişe ve bir farz ile bir nâfileyi niyyet farza, ve sünneti fecir ile tahiyyeti mescid gibi iki nâfileyi niyyet her ikisine (44), ve nâfile ile cenaze namazını niyyet nâfileye mahsus olur (45).
Yedincisi vâcip olan namazı dahi niyyette tâyin eylemektir.
(Nâfilelerde, tâyin şart olmadığı Tahrîme şartlarının sonunda mezkûrdur) : Gerek vitir ve bayram ve tavaf namazları olsun, gerek mutlak ve mukayyed nezir namazları ve gerek başlandıktan sonra ifsad olunmakla, kazası vacip bulunan nâfile olsun. Çünki sebepler muhteliftir. Bir sebebin müsebbibini musâllî ancak, onun sebebinin tâyiniyle edâ etmiş olabilir.
Bayram ve vitir namazlarında, onlara salâtı iyd, salâtı vitir diye tâyin kâfidir. Vâcip ile ayrıca kayıtlamak lâzım değildir.
Sehiv secdelerinin salâta itisâline, yahut hürmeti salâtta vukuuna mebni, onu tayin etmek lâzım olmayıp, secde-i tilâveti, secde-i - şükür ve secde-i sehivden temyiz için tâyin eyler. Efrâdı âyât için efrâdı secedatı, tâyin eylemek lâzım değildir.
(Bu yedi şartın cümlesi, bir namazda içtimâ etmez. Meselâ: Vakit ve onun duhulünü itikad, farz olan namazların maadasında şart olmaz. Bir namaz, hem farz ve hem vâcip olarak niyyet olunmaz. Niyyet, kendisinde söylemek şart olmayan kalbin mütaâllâkatındandır) (46).
Sekizincisi, tahrîme, sahih olan kavide «kaadir olana göre» lûgati arabiyye üzere olmaktır (47).
Dokuzuncusu, tahrîmede lâfzai celâlin hemzesini ve ekber lâfzının (ba) sını, med etmemektir (48). Ha'nın harekesini işba etmek lûgaten hatâdır. Onunla namaz fâsid olmaz. Ha'yı sâkin kılmak dahi böyledir.
Onuncusu, Tahrîme, tam cümle ile olmaktır (49).
Onbirincisi, Tahrîme Cenâb-ı Hakkı mahzâ, zikir ve senaya delâlet eden tâbir ile olmaktır (50).
«Allahım beni affet.» gibi tâbir ile başlamak sahih olmaz. Çünki, zikri hâlis değil, ona hacet karışmıştır.
Onikincisi, Tahrîme, besmeleden ibaret olmamaktır. Çünki, besme-
le-i şerife teberrük için olmakla (Bismillâhi ) diyen kimse sanki
(Bârek-ellâh lî) demiş olarak, zikri hâliste bulunmamış olur.
On üçüncüsü, Tahrîmede (Allahü ekber) denildiği vakit, lâfzai celâlin ha'sını musallî hazf etmiş olmamaktır (51).
On dördüncüsü (Hâvi) yi ityan eylemektir ki, hazf ederse sahih olmaz. Hâvi, ikinci lâmdaki harf-i med olan eliftir.
(Maksud, lâfzai celâlin ha'sından evvel olan elifi yâni, meddi tabiiyi terk etmemektir) (52).
On beşincisi, Tahrîmeye, namazı ifsad edecek şeyi, mükaarin kılmamaktır. Meselâ: «Allahu ekber el-âlimü bil-mâdum vel-mevcûd», yahut «el-âlimü-bi-ahvâlil halkı» derse, şürûu sahih olmaz. Zira, bu sözler insan lâfzının benzeridir (53).
Salâtı nefilde (niyyeten) tâyin şart değildir (54). Velev ki, sünneti fecir olsun (55).
Terâvih dahi, fıkıh imamları indinde böyledir. Sahih olan da budur.
İhtiyat olan: Onları terâvih, yahut sünneti vakit (56), diye sıfatlarına riâyet ederek tâyin eylemektir (57).
12 — Salâtı neflin gayride kaim olmaktır.
(Neflin mebnâsı, tevessü' üzerine olduğundan, onda kıyam, rükün değildir. Farz ve vâcip olan (58) namazlarda kıyam, ittifakla rükündür.) (59).
«Ve Allah için ayakta durun.» (Bakara: 2S8), buyrulmuştur. Emir vücûb içindir. Namaz dışında kıyam, vâcip olmamakla, biz-zarûre, namazdaki kıyam, vâcip olmuştur. Kaanitîn: Mutiîn, yahut hâşi'în veyahut sâkitîn demektir.
Kıyam: Ayakta dikilmektir. Aşağı haddi, eller dizlere ermemek derecede dik durmaktır (60).
(Kıyamın farziyyeti, Muhaşşînin ifadesine göre, ona ve hem de rükû ve sücude kaadir olmak ve kıyam sebebiyle, şartı taharet, yahut setri avret veya kıraete kudret, kendisine ağır gelmemek kaydiyle mukayyettir. Binaenaleyh, kendisine kıyam zahmet veren veyahut kıyama kaadir olsa da, sücudden âciz bulunan kimseye, kıyam lâzım olmadığı gibi (61), ayakta olduğu zaman sidiğini tutamamak, yahut avret yerinden namaza mâni olacak miktarı görünmek veyahut okuyamamak gibi bir özür hâsıl olup, oturarak kıldığı takdirde, bunların biri, kendisine ârız olmayan kimseye dahi (kıyam lâzım olmaz) kuud vâciptir. Oturarak kıldığı zaman, itmama kaadir olup, ayakta kıldıkta, itmama kaadir olmayan dahi böyledir) (62).
13 — Farz olan namazların ikişer rek'âtinde, kıraet etmek yâni, Kur'ândan bir âyet olsun okumaktır (63).
Kıraetin namazda farz oluşu,
$
kavli Kerîmiyledir ki, «Kur'ândan, müteyesser olanı okuyunuz.»
(El-müzzemmil: 20) demektir (64). Emir, vücûb için olup, namaz dışında ise, kıraet bil-icma vâcip olmamakla, namazdaki kıraet, memûrün-bih olmak teayyün etmiştir. Sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri dahi «Namaz ancak fâtiha ile olur» buyurmuşlardır. Bunu İmanı Müslim, hadîsi hazreti Ebi Hüreyre olarak zikr ve rivayet eylemiştir. İcmâ dahi bunun üzerine mün'akid olmuştur (65).
Kıraet ki, okumaktır. Onun hakikati, ağızdan çıkanı, sağırlık ve gürültü gibi, bir mânî olmadıkça, kulak işitecek derecede olmaktır.
(Nitekim, tahrîme şartlarının dördüncüsünde zikr olunmuştur) (66).
Âyet, lûgatte alâmet mânâsınadır. Şeriat ıstılahında: Ahkâmüllâhtan bir hükme delâlet eden, Kur'ân cümlesidir. Yahut: Lâfzî olan fasılalarla (67) Mâ kabl ve mâ bâdinden ayrılan tâifei Kur'âniyyedir.
(Sümme nazara) gibi iki kelimeden mürekkep olan kısa âyet dahi Hazreti imamdan, zahirî rivayette, kıraeti salâtiyye için kâfidir (68). Amma, «Müdhâtammetân» gibi tek kelimeden, ve (Sad) ve (Kaf) ve (Nûn) gibi tek harften, yahut (Ha, Mim) ve (Ta, sin) misilli iki harften veyahut, (elif, lâm, mim, sâd) ve (kâf, hâ, yâ, ayn, sâd) gibi birkaç harften ibaret bulunan âyetlerde (69), Meşayihi fukahâ (kavli imam üzere) ihtilâf etmişlerdir. Esah budur ki, namaz onunla caiz olmaz (70).
İmam Ebû Yûsuf ve imam Muhammed hazretleri: Namazda farz olan bir uzun âyet, yahut üç kısa âyet okumaktır, dediler (71).
Kur'ândan namaz câiz olacak kadarını ezberlemek, her müslime farzı ayn olup, fâtiha ve bir sûre hıfzı vâcip ve cemii Kur'ânın hıfzı, farzı kifâyedir.
Namazda kıraet, ekser fukahâ reyince rüknü zâid olup, muktediden bilâ zarûretin (72), ve imama rükûde yetişenden bil-icmâ sâkıttır.
Kıraetin namazda yeri, kıyamdır. Bir özürden dolayı kuûd ve salâtı nâfilede olan kuûd dahi kıyam hükmündedir. Rükûda ve sücûtta veyahut kıyamdan bedel olmayan kuûdda (73) vâki olan kıraet ile vâcip (farz) sâkıt olmaz ve o kıraet tahrîmen mekrûh olur. Çünki, tagyir meşrûdur. Eğer unutarak olursa, sehvi secde lâzım gelir.
Namazda farizai kıraet, farz olan namazların, ikişer rek'âtine münhasırdır. Yalnız bir rek'âtinde kıraet etmekle namaz sahih olmaz (74).
14 — Nâfile namazların cemii rek'âtlerinde kıraet eylemektir: Çünki, salâtı neflin her parçası, müstakil bir namazdır (75).
15 — Vitirin cemii rek'âtlerinde, kıraet etmektir.
Vitirin, sünnet olması takdirinde (76), emri zahirdir ki, o da nefel demektir. Vâcip (yahut farz) olması takdirinde (77), bütün rek'âtlerde lüzumu kıraet, ihtiyattan dolayıdır (78).
Salâtın sıhhati için, Kur'ânı Kerimden bir şey teayyün etmemiştir. Çünkü kıraet, âyette mutlaktır ki, memurun-bih: Kur'ândan müteyesser olanı, okumaktır. Tâyin ise, teyessürü kaldırır. Alet-tâyin, sûre-i Fatihayı okumak vâciptir. Nitekim 13 numarada zikri geçti.
Mûtem (muktedi) bulunan kimse, namazda kıraet etmeyip «Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun.» (El-Ârâf: 204) kavli kerimine binaen imamın cehri halinde dinler ve sırren okuması halinde sükût eyler (79).
Sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri dahi: imamın kıraeti gerek cehrî, gerek gayri cehrî olsun, sana kifayet eder, buyurmuşlardır.
İmam-ı âzâm ve ashabı ve İmam-ı Malik ve İmam-ı Ahmet hazeratı muktedînin bir şey kıraet etmeyerek, kıldığı namazın sıhhatine ittifak etmişlerdir (80). Bizim onlar ile, bu bapta farkımız budur ki, biz: Eğer muktedi Fatiha, yahut başka bir şey okursa, nehy olunduğu için, tahrîmen mekruh olur, deriz (81).
16 — Rükû etmektir. Âyet-i kerimede (irkeû) buyurulmuştur. Sünneti seniyyede dahi, namaz rükû ile varit olmuştur. İcmâ da, bunun üzerinedir.
Rükû, lûgatte mutlak eğilme mânâsınadır ki, eğilmek demektir. Hurma ağacı eğildi mealinde (rekâtin-nahle) denir. Şeriatte rükû, namazda sırt ve baş ile beraber olan inhinadır ki, hem baş ve hem arka, öne eğilmektir. En aşağı haddi, eller dizlere erer derecede olmaktır. Haddi âlâsı, arkayı yayıp, baş ile sağrıyı, aynı istikamette bulundurmaktır (82).
Ahdeb (kanbur) olup da, hilkaten rükû halinde bulunanlar, yalnız baş eğerler (83). Çünkü, daha ziyadesinden âcizdirler.
17 — Sücût etmektir. Âyet-i kerimede (ves-sücüdû = secde ediniz) buyurulmuştur. Sünneti seniyyede dahi salât, sücûd ile varit olmuştur. İcmâ, dahi bunun üzerinedir.
Sücud, lûgatte baş eğmeğe ve eğilmeğe ve hudua ve tevazua ve (sücudü nahil) gibi meyle ve selâm ve tâzîme itlâk olunur.
Şeriatte sücûd: vechin bir miktarını, (yüzünü ekşitmeyerek, gönül arzusuyla) yere koymaktır. Çünkü, her tarafını koymak müteazir olmakla, memûrun-bih, yüzün bir kısmı olmak taayyün eder ki, burun dahi dahil olmak üzere, yüzün en yükseği olan alındır. Yanak, şakak ve nasiye (84) ve zakan (85) hariçtir ki, onlar bil-icmâ maksût değildir. Çünkü, onların konmasiyle tâzim, meşrû olmamıştır. Binaenaleyh, onunla sücut farizası, hâsıl olamaz (86). Vaz'ın dahi, âlâ vechit-tâzîm olması lâbüd olduğundan, ayaklarını kaldırarak, yüzünü koymak dahi tâzim olmayıp, oyun olduğu için hariçtir.
Secde yalnız, burunu koymakla değil (87), ancak alnı koymakla (88) ve bir de el ve dizlerinden birerinin ve iki ayağını parmak uçlarından, bir miktarının (ki, velev bir tanesinin demektir) vaz'i ile (89) ve bu vazıların, temiz yer üzerine olması ile tahakkuk edebilir. Ve illâ, secde vücut bulmamış olur. Bu miktarca olan secde, kavli muhtar üzere (90) kerahatle, sahih olup, secdenin tamamı, onda vâcip olanı ifâ iledir ki, o da, tamamiyle iki ellerini ve iki dizlerini ve iki ayağının parmak uçlarını yere götürmek (91) ve alnı ve burunu vazetmektir (92).
18 — Secde eden kimse, vazide mübalâğa ettikçe, başı aşağılamamak üzere, secdede, yerin katılığını bulmak ve cephe, müstekar olacak şey üzerine gelmektedir. (Gerek yerde, gerek yer hükmünde olan kerevet veya araba üzerinde olsun) Binâenaleyh, pamuk, kar, saman, pirinç, darı, keten tohumu (93) üzerine edilen secde sahih olmaz (94).
Buğday ve arpa tanelerinde sertlik ve sicimlerinde gevşeklik olduğu için birbirleri üzere müstakar olabilmeleriyle, onların üzerinde, secde sahih olur.
Cephe: İki kaşın üstünden saç bitimine değin, secde halinde, yere isabet eden uzuvdur (95) ki; alın demektir.
Konulduğu mevzi, temiz olmak şartiyle, avucu içine, yahut yen veya eteği ucuna secde etmek, yerin sıcaklığı gibi, bir özüre mebni kerahetle sahih olup (96), özürsüz olursa, sarığın alın üzerindeki dolamına edilen secde gibi, mekruh olur (97). Secdede vâcip olan, cephe ile beraber (burunun katı) mevziini (98) dahi yere vazeylemektir. Yalnız, cephenin vaz'ı her halde ittifakan sahih, ve yalnız burunun vaz'ı - alında özür olmadıkçakavli esahta, gayri sahihtir. Çünkü, esah olan, İmam Ebû Hanife hazretlerinin bu bapta dahi. kavli imameyne rücûlarıdır (99).
19— Secde edilen yer, ayakların bulunduğu yerden, yarım ziradanziyade yüksek olmamaktır. Tâ ki, sacidin sıfatı tahakkuk etmiş olsun.
Az irtifa, zarar etmez. (O da yarım zira' ve daha az olandır).
Secde edilen yer, basılan yerden, yarım ziradan ziyade yüksek ise, edilen secde muteber olmamakla, muteber olarak iade olunursa namaz sahih ve eğer, muteberen iade olunmayarak, namazdan o secde ile çıkılmış olursa, namaz gayri sahih olur.
Meğer ki. o yükseklik, cemaatin izdihamından nâşi, biri diğerinin sırtına secde etmek gibi, bir zarûrete mebni ola. O halde secde edenle üzerinde secde edilen her ikisi de bir namazda olmak şartiyle (100), o secde sahih ve mûteberdir (101).
Eğer üzerine secde edilen namazda değil, veya başka namaz kılmakta ise secde sahih olmaz.
20— Sücûd halinde iki el ve iki dizden, - evvelce dahi, ifade olunduğuüzere - her birerini ve iki ayağın parmaklarından bir miktarını, kıbleyetevcihen, yere koymaktır. Sahih olan da budur.
Ayağın dışının konulması, sücudun sıhhati için kâfi olmaz. Çünkü, ayağın üstü, mahalli sücut değildir (102).
21 — Rükû ve sücud, sahih olabilmek için, rükûu sücude takdim etmektir: Kıraeti dahi, rükûa takdim eylemektir ki, rükûdan sonra, kıraet farizası sahih olacak bir kıyam kalmamış ola: Sabah namazınınikinci rekâtı gibi ki, onun rükûundan sonra, mahalli kıraet, bir kıyamkalmamış olmakla, onda kıraetten evvel rükû eden kimse, rükûdan başkaldırdıktan sonra, kıraet etmezse o namaz fasit olur. Amma, dört rekâtlı farzların ilk iki rekâtında kıraeti terkedip, ikinci iki rekâtında kıraeti ifâ eyleyen kimsenin namazı sahihtir. Çünkü, o kıyamdan sonra kendisinde kıraet farizası sahih olan kıyam mevcuttur (103).
22 — Sücuttan, kurbu kuude kalkmaktır (104). Çünkü, (bir şeye yakın olana, onun hükmü verilir olduğundan, musâllî dahi iki secde arasında) kuude karip olursa, kait sayılarak, badehû secdeye avdet olunmakla onun da, ikinci bir secde olduğu tahakkuk etmiş olur. Böyle yapılmaz ise, olmaz. (105)
23 — İkinci secdeye varmaktır. Çünkü, ikinci secde dahi birincisi gibi, icmâen farzdır.
Terk olunursa namaz sahih olmaz. Unutulmuş olmak sûretinde selâmdan sonra dahi, hatırlansa - münâfî vuku bulmadıkça - icra olunur. Ve kadei âhire iade edilerek, sehvi secde olunur. Nitekim, 25 inci farzda ve 6 ncı vacipte zikri gelecektir.
Secdelerin tekrarı, namazların rekâtlarının adedi gibi, bir emri-teabbüdîdir ki, Hak celle ve âlâ, bizi öylece mükellef kılmıştır. Onları, emrolunduğumuz veçhile işleriz ve mânâ talep eylemeyiz.
24 — Namazın sonunda oturmaktır. Bu son kuud (106), ulemanın icmaiyle farz olup, ihtilâf onun miktarındadır. Bizce farz olan teşehhüt miktarı oturmaktır ki, tehiyyatı okuyacak kadar kuuddur. İbni Mes'ûd Radiyallahü teâlâ anhü hazretlerinin hadîsine binaen ki, Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri, Müşârünileyhe tehiyyatı talim buyurduklarında: «Bunu oturup okuduğun, yahut okuyacak kadar oturduğun vakit, namazını kılmış olursun,» diye buyurup namazın tamamlanmasını buna bağlamışlardır (107).
Bir şey ki, farz ancak, onunla tamam olmuş ola, o şey dahi farzdır.
25 — Kade-i ahîreyi, erkânın en sonunda yapmaktır. Zirâ ki, erkânın hatmi için meşrudur. Bundan dolayı, unutulup ta, sonradan tezekkür ve îfa edilen secdelerden (108) sonra dahi kuudu ahîre iade olunur (109).
26 — Namazın erkânını ve gayrisini (110) uyanık olarak edâ eylemektir. Uyuyarak rükû, yahut kıyam (ve keza kıraet alel-esah) ve yahut sücud eyler ise, muteber olmayıp (onları uyanık olarak iâde lâzım gelir) eğer uyku, rüknün edasında ârız olursa, uykudan evvel sahih olan miktarı sebebiyle, o rükün sahih olur.
Kade-i âhirede, ihtilâf vardır (111).
27 — Beş vakitte kıldığı namazların, farz olanını bilip, sairlerini nafile diye, fark ve temyiz etmek: Ve yahut cümlesini farz itikat eylemektir. Meselâ: Sabah namazını ikişer ikişer dört rekât kılıp onların dördünü dahi, farz bellemek ve akşam namazında evvelâ üç ve sonra iki rekât kılarak, onları cümleten farz itikad etmektir (112). Tâ ki, farz olan namazlar, nafile olmak üzere kılınmış olmasın. Çünkü, nafile namaz, farz niyyetiyle edâ olunabilir ise de, farz namaz, nafile niyyetiyle edâ olunamaz.
Zikrolunan farzlar içinde, rükünler, muttefekun-aleyhâ dörttür ki, onlar: kıyam, kıraet, rükû, sücud'tur.
Teşehhüd miktarı, son kade dahi rükündür. Ona şart ve tahrîmeye, rükün diyen dahi olmuştur.
Bâkisi şuruttur. Onların bazısı, salâta başlamanın sıhhati için şarttır ki, onlar namazın dışında olanlardır: Hades ve hadesten taharet, setri avret, istikbali kıble, vakit, niyyet, tahrîme.
Diğerleri (113) salâtın sıhhatinin devamı için şarttır. Onlar da malûm olmuştur (114).
------------------
(1) Meşruta müteallik olan şey, onun mahiyyetinde dahil ise, Rükün tesmiye olunur: Namaza nazaran, rükû gibi. Hariç olduğuna göre, onda müessir ise, illet tesmiyeolunur: Helâliyyete nazaran nikâh akdi gibi. Müyessir olmayıp da ona ulaştırıcı ise sebep tesmiye olunur, namaza nazaran, vakit gibi. îsâl edici olmayıpta, şey ona mütevakkıf ise şart denir: Namaza göre, abdest gibi. Mütevakkıf değilise, alâmet denir: Ezan gibi.
(2) Farz: Lüzumu maktuun-bih olan şey mânâsına olarak, şart ise rükündeneamdır. Şart ve rükûn olmayan şeye dahi farz itlâk olunur.
(3)Gerek hadesi asgar ve hadesi ekber, gerek onu izale edici olan, abdest vegusül veya teyemmüm, kitab-ut-taharede beyan olunmakla, tekrara hacet yoktur.Taharet ehem olduğu için, sair şartlara mukaddemdir. Çünkü, namazın anahtarıdır.
(4)Necaset ve nevileri ve muaf olan ve olmayan miktarı, kitâb-ut-taharedegeçmiştir.
(5) Delâleti nas, her mânânın evvelidir ki, illette iştirakine ve hükme evleviyyetine mebni, âlimi bil-vazı' bulunan kimse, onu mezkûr nastan anlar.
(6) Bunu, müellif setri avret evvelinde zikretmiştir. Bu bapta, Dürrü Muhtârınifadesi en açığıdır ki, (Cenabı Hak, Elbiselerini de temizle dediği için bedenin vemekânın temizliği evleviyetle lüzumludur.) denilmiştir. Âyet-i Kerîme ile, vechi istidlâl budur ki, siyaptan, namazda giyilen elbise kasd edilmiş olmaktır. Onuntathîri dahi, necasetten pâk edilmesidir. Ve bu fakihlerin kanaatidir ve tefsirlerintercihe şayan olanıdır. Musâllinin, beden ve mekânı tathîre evlâ olmak, onlarınkendisine ziyade benzeyişinden ötürüdür ki, libasın ondan infisali mütesavver ve beden ile mekânın, ondan ayrılması mütesavver değildir.
(7) Keçeden maksat, kalınlığı cihetiyle, ikiye yarmağa, müsait olan şeydir:Taş, kerpiç, tahta gibi.
(8) Veyahut, ayni necis olduğuna kail olana göre, köpek de böyledir.
(9) Sakaf (tavan) dahi, öyledir. Çünkü, ona temas ile, necasetli sayılır.
(10) Çünkü, çocuk kendini tutarsa, musâllî onu hâmil sayılmaz. Kendini tutamaz ise, ondaki necaseti, o hâmil olur. Ve o halde, namaz sahih olmaz.
(11) Bizce, bu meselenin tatbiki, cami dışında kılınan cenaze namazındadır.
(12) Taharet, mekânın şartlarının fer'idir.
(13) Bu kavl, İmam Ebû Yûsufundur. İmam Muhammed: Rüknü, fiilen eda etmedikçe, namaz fâsit olmaz, demiştir.
(14) Müellif, meseleyi böyle talil edeceğine, tâlil makamında, secdenin yedi kemik üzerine olması, farz olduğunu söylemiştir. Onların cümleten vaz'ı farz olunca,birinin terki, namazı fâsit kılmak lâzım gelip, halbuki, namazda bir ayak üzerinebulunmanın, kerahetle cevazını burada, ve yalnız, bir el ve bir dizin secdede vaz'ıfarziyyetini âtide, kendisi tasrih etmiştir. Ve lâkin, vaz'ı, farzolmayan uzvun dahi,vaz'ı takdirinde, mevziinin tahir olması lâzımdır. Ve illâ, necaseti hâmil sayılır.
(15)İmam Ebû Yusuf'tan, secdelerin temiz yer üzerinde iadesi takdirinde, salâtın cevazı rivayet olunmuştur.
Ehlinin malûmu olduğu üzere, bu, ilmi usulde emr ile nehyin azdadında olan hükmü hakkındaki ebhastandır: Secdelerin tahir üzerine olması, memurun-bih olmakla, necis üzerine edilen secde, gerçi fâsittir, ve lâkin, memurun-bihi ifate etmemekle, ve çünkü secdenin tahir üzerine iadesi mümkün olmakla, namaz dahi o halde imam müşarün-ileyhçe caiz olup, fâsit olmaz. Tarafeyn indinde ise, namaz mütecezzi değildir. Onun bütün erkânında, devamı taharet memurun-bih iken, farz olan bir amelindeki, sücud rüknüdür, bir müddet pis olması, emr ile maksut olanı iptal etmekle, namaz fâsit olur. Netekim, Dürerde ve tavzih ve telvihte mübeyyendir. Lâkin Telvihi teemmül gerektir ki, zikrolunan ihtilâf, onda necis yerine cephe konulmak suretinde gösterilip, ellerinin konması, yahut dizlerinin vaz'ı suretinde, salâtın fâsit olmaması için, imam Zuferden başka muhalif yok, denilmiştir. Halbuki, el, ayak, diz yerleri ile alın mevziinin, necaseti mâniadan taharetinin lüzumunca, yekdiğerinden farkı olmayıp Dürerin, namazı ifsat edenlerinde, bunlarla mevzii sücut arasında fark olduğuna dair olan ifadesi, mercuhtur. Şu kadar bir fark vardır ki, sücut tahakkuk edebilmek için, yüzün konması lâbüt, ellerle dizlerin konması, gayri lâbüttür. Secdede, bir el ve bir diz ile bulunmak dahi mümkün, ve sücut sahihtir. Farz, kendisiyle mümkün olabilen şey dahi, farz olacağından, âtiyen mezkûr olduğu üzere, sücutta, bir elin ve bir dizin konması dahi farzdır. Bir canibin konduğu yerler, tahir oldukça, diğer eli ve dizi mevziinde, necaset bulunsa da, üzerine, âzâsı konulmadıkça, musâlli hâmili necaset sayılmaz. Binaenaleyh, namazı da fâsit olmaz. Farziyyet dışında, her iki cihet aynı halde bulunmak takdirinde, necaset, üzerine uzvunu koymuş olan, hâmili necaset demek olacağından, hepsinin vazı' mekânı tahir olmak lâbüt olur.
(16)Kerahet, tahrîmiyyedir. Onun da yüzü secdede, burnun yüze, vücudü zammıdır. Onu necis üzerine koyan gibidir.
(17)Namazın gayride dahi setri avret, vacibatı diniyyedendir. Hem Hâlikinhakkı ve hem mahlûkun hakkı olduğu için, halvette dahi, tegavvüt ve istinca gibiciddî bir sebep olmadıkça setir, alel-esah vâcip olduğunu, Muhaşşi merhum, ileridekifasılda zikretmiştir.
(18)Donsuz, yalnız gömlek içinde namaz kılanın, yakası açık olup ta, oradanavret yerini, kendinin görür olması, ales-sahih, zarar etmez, zira kendisine mesve nazar caizdir. Şu kadar ki, edebe muhalif olmakla, o namaz fâsit değil ise de,mekruhtur. Ales-sahih kaydının mukabili: Avret yerinin, kendisinden dahi setrişart olduğuna dair, bâzı fukahadan sâdır olan sözdür. O kavle göre, sakalı yakasınıörtmekte ise, namazı sahih, ve illâ gayri sahihtir.
(19)Gasp, hiç kimseye helâl değildir. İpek libas erkeğe haramdır. Lâkin ikişerrin ehveni ihtiyar olunur.
(20) Bunların içinde namaz, îma ile olur.
(21) İstikbal, bir şeye yönelmektir ki, istidbarın zıddıdır. Kıble, yönelmek halidirki, bir şeye karşı duruştur: Cihet mânâsına da gelir ki, burada maksut olan odur.Ve bilhassa, namazda istikbal olunan cihettir ki, Mekkei Mükerremedeki Kâbei Muazzamadır. İslâmın iptidâsında, Kâbe puthane halinde olmakla, namaz beytimukaddese müteveccihen kılınırdı. Muhaşşi der ki, lâkin aleyhis-salâtü ves selâm efendimiz hazretleri, Mekkede iken, Kâbeye arka vermeyip onu namazda, beyti makdisile kendi arasında bulundururdu. Netekim, Hâkim ve sâiri, tahsis etmişlerdir. VeHak celle ve âlâdan kendilerinin Kâbe cihetine teveccühlerini talep ve tevekku buyururlardı, çünkü, Kâbe pederleri Hazreti İbrahim'in kıblesi olduğu gibi, Arap kavminin de mefharı ve ziyaret yeri olmak hasebiyle, iman etmelerini daha kolaylaştırıcıidi. Hicretten on altı ay ve birkaç gün sonra ki, ikinci hicret senesi Recebin yarısıolan Pazartesi günüdür. Cenab-ı Hak kendilerini, Kâbeye tahvil buyurdu. MescidiNebide öğle namazında ashabiyle iki rekâtı kıldıklarından sonra tahvil ettiler. Erkekler kadınların ve kadınlar erkeklerin yerlerine geldiler ve o mescit: Mescid-ikıbleteyn tesmiye olundu.
(22)İttifakla böyledir. Çünkü yakinen ona kaadirdir. Bir cüzüne olsun isabeteder de, kendinin bâki âzâsı mesâmeti cihet bulur.
(23) Bâzılar, cebel haili aslî olmakla, onun üzerine çıkıp, aynı Kâbeyi istikbaletmek gerektir, dediler.
(24) Cihet, delil ile bilinir. Şehir ve köylerde delil, eski mihraplardır ki, ashap vetâbiînin eserleri olmakla, emri istikbalde, onlara mütabeat etmiş oluruz. Denizlerdeve berriyede delîl, demir kazık denilen, kutbu şimalî yıldızıdır.
(25) Yüksek dağlarda, yahut alçak derin kuyularda dahi namaz kılınsa olur.Netekim, sathı Kâbede ve cevfi Kâbede dahi namaz kılınır.
(26) Çünkü, kıble vesaildendir. Vesail ise, abdest gibi muhtacı niyyet olmayıp,şart, onun husulüdür.
(27) Usulde mukarrer olan budur. Müellif merhum, vakte, sebebi eda ve şartıvücup demiştir ki, sebebi eda olması, vücubün ona taallûk etmesi haysiyyetinden veşartı vücup olması; Vücup, fiili salâtın vücudü vakte mütevakkıf bulunması haysiyyetindendir. Müellif der ki, vaktin şart kılınması, kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Kitabı Kerimde, (kitâben mevkûta) buyrulmuştur. Sünnet dahi, imameti hazretiCibril hadîsi ile, fiili Resûl ve evkatı salâtta, zikrolunan kavli Resuldür. İcmâ dahisalâvatı mektubenin, asri saadetten beri evkatı malûmesi içre, eda olunmakta olmasından ibarettir.
(28) Çünkü, o kimse kendi namazının fesadına, delili şer'i olan taharriye, binaen,hükmetmiş olduktan sonra, onun hilâfı zâhir olmakla o fesat, cevaza münkalip olmaz. Ve onun küfürde vukuundan korkulur. Halâliyyeti, itikat suretinde emri zahirdir. Hürmetini itikat etmek suretinde dahi, bu hal onu, bir şeyi mevziinin gayriye;vaz'a, meselâ: namazı necasetle ve kıblenin gayriye kılmağa da sevkeder. Bunlarıyapan kimsenin ise, küfründe ihtilâf vâki olmuştur. Lâkin, müellifin tâlîli, hükmübilene göre, zahirdir. Kendince, o namaz, sahih olduğuna göre zahir olamaz. Meğer ki, o itikat fâsit olmak hasebiyle, adem menzilesinde olduğundan, o kimse şer'anhükmün ârifi sayılarak, namazı ondan dolayı, kendi kusuru sebebiyle, zecren fâsitolur, denilmiştir.
(29) İbadetin, âdetten temyizine misal: Muftiraftan imsâk etmek ona hacet olmadığına veya perhiz edildiğine mebni dahi olur. Binaenaleyh, orucun ondan imtiyazı; ancak niyyetle olabilir. Bir takım ibadat dahi yekdiğerinden temeyyüz etmekte, niyyete muhtaç bulunur. Onun da misali: Namazın farz, ya vâcip, yahut nafileolanı olmakla, bunların yekdiğerinden imtiyazı dahi, ancak niyyetle olabildiğidir.
(30)Bunu Muhaşşi merhum, Hamevîden naklen zikretmiştir. Merhum müşarünileyh, buraya hükmü salâtta geçen, riyâ bahsini de katar, ol-bapta olan akvali fetâvâyi zikrettikten sonra; riyânın hakikati nâstan hâlî oldukta kılar olmaktır. Bundan dolayı, sevabı yoktur. Çünkü, tanrısına ibadette şirk eylemiştir. Namazı eğernâs için, güzelce kılarsa, ona asıl namazın sevabı vardır, güzel kılmanın sevabı yoktur.
(31) Tahrîm, ta'zim mânâsınadır. Mastar iken, iftitâh tekbiri, yahut onun makamına kaim olan lâfız mânâsına isim olup, tahkiki ismiyyet için, ahirine (ta) ilhakolunmuştur. Müellifin bu babtaki istidlâlini izahta, (Ve rabbeke fekebbir!) kavli kerîminde memûrün-bih olan tekbirden, iftitah tekbiri maksut olduğuna, müfessirin ittifak etmiş ve icmâ dahi, onun üzerine vâkî olmuştur. Çünkü, emrivücup için olupiftitahtan mâadâ da, olan tekbir ise, vâcip olmamakla, tatili nastan sakınılmak içinüzerinde dikkatle durulmuştur. Hadîs-i şerifte dahi: «Namazın anahtarı temizlik,tahrimesi tekbir ve ondan çıkmayı helâl kılan şey de selâmdır.» buyurulmuştur.
(32) Cenaze namazının gayri olan namazda demektir. Cenaze namazına gelince,onda tahrîme, kendisiyle şüru olunmak itibariyle şarttır. Sair tekbirleri gibi, makamırekâte kaim olmak itibariyle rükündür.
(33) İftitah tekbirinin, erkân sırasında zikrolunması, rükün olan kıyama ittisaliitibariyledir. (Kenzin sıfat-ı salât bahsi).
(34) Hini şürû'da olan niyyet, tahrîmeye hakikaten mukaarindir ki, efdâl olanodur. Şürûdan mukaddem olan, tahrîmeye hükmen mukarindir. Muhaşşinin beyanınagöre, abdest alırken, mesela: öğle namazı kılınacağını niyyet eylese, ve niyyettensonra yemek, içmek, söz söylemek gibi iyraza delâlet eden amalde bulunsa ve namaz yerine gelip namaza dursa, ve niyyet hatırına gelmese, namazı niyyeti sabıkaile câiz olur. Niyyetin, sâir şürûtû-salât gibi vakte takdimi dahi, fasıla cinsinden birşey mevcut olmadıkça, câiz olur.
(35) Çünki, imama rükûda yetişen muktedi, iki defa tekbir almağa muhtaç olmadığından, onun o niyyeti itibarsız olur.
(36) Birinci şartın hamişine bak.
(37) Çünki eimmei selâse (Mâlik, Şâfii, Ahmed), tahrîmeyi ne niyyeti mütekaddime ve ne niyyeti müteehhire ile tecviz etmezler.
(38) Beşinci şartı muktediye tahsisimiz mütabaata niyyet ancak; muktediye lâzım olup, sırf erkek cemaate imam olan için, imamete niyyet gart olmadığındandır,.Çünki, imam kendi hakkında münferiddir. Görülmez mi ki, kimseye imamet etmemeğeyemin eden kimse, namaza durduğu vakit, arkasında cemaat dahi bulunsa, hânis olmaz, zirâ hanis olmanın şartı, imamet onun maksudu olmaktır. O ise mevcut olmamıştır.
(39) (Yalnız imama uymağı niyyet, kifayet etmez) denilmiş ise de esah olan,onun dâhi câiz ve kâfi olmasıdır. Çünki, o niyyeti eden, uymasını asıl salât ile takyid etmeyerek, kendisini imama mutlaka tabi kılmıştır. Tâbiiyyet dahi, imamın mutlaka yâni, aslen ve vasfen kıldığı namazı kılmak ile tahakkuk eder. (İmamın tekbirine intizar ile dahi, İktida hâsıl olur) denilmiş ise de, sahih olan: yalnız intizar ile,İktida olmadığıdır.
(40) (Zâti ef'âl) olan yâni, namaz gibi müteaddid fulleri ihtiva eyleyen ibadetlerde, mutemed olan onun ilk cüzünde edilen niyyetle iktifa olunmak ve her cüz'ü için,niyyete ihtiyaç olmamaktır. O cüzüler, hep o niyyet üzerine bina edilmiş olur.
(41) Hattâ, sabah namazını dört rekat olmak üzere niyyet eylese niyyeti lağvolup, onu yine iki rekaât kılar. Tâyin şart olmayan şeydeki hatâ zarar vermez.
(42) İmdi beş vakit namazın farziyyetini bilmiyerek onları vakitlerinde kılanın, namazı, farzı niyyet etmemiş olduğu cihetle câiz olmayıp, onları kazâ etmek lâzımdır. Meğer ki, imam ile kılmış olup, imamın namazına diye, niyyet eylemiş ola.Onların farzı olduğunu bilip te, farzı diğerinden yâni, vâcipten ve sünnetten temyiz edemeyen kimse, eğer hepsinde farzı niyyet eylerse, câiz olur. Dürrü Muhtârınsıfatı - salât evvelinde mezkûrdur ki, cemaate namazda yetişip te farzda veya teravihte olduklarını bilemeyen kimse, farzı niyyet ederek, imama uyar ve namaza durur.Eğer onlar farzda iseler, onun dahi farzı sahih olur. Ve eğer, teravihte iseler, onunkıldığı nafile olur. Teravihten sayılmaz.
(43) Çünki mektube, farzı âyindir. Hem de salâtı kâmiledir.
44) İkiden ziyade salâti nafileyi, meselâ: hem tahiyyeti-mescidi, hem sünnetivüzuu - ki şükrü vüzû' tabir olunur -, hem de salâtı duhâ ve küsufu, niyyette, cemeylemek dahi böyledir. Vasailin dahi, niyyette cem'i caizdir. Meselâ: hadesi ekberile, bayram ve cuma, birleşmek suretinde, bunların hepsine birden niyyetle ettiğigusülün cümlesinin sevabına nail olur.
(45) Çünki, nafile rükû'lu ve sücudlu, salâtı kâmile olduğundan, cenaze namazından akvadır. Musâlli imam olduğuna göre, salâtı - cenaze iade olunur. Ve onanafile olarak, iki rekât namaz kazâ etmek lâzım gelir. Zîra cenaze namazından selâm vermekle onu kat' ve iptâl etmiş oldu. Eğer imam değilse, ve niyyet kat' ile selâm vermemiş ise, nafilesine devam ve onu itmam eyler. Çünki, bir rekâttan daha azbir kısmın ziyadesi ile o rekât iptal olmaz.
(46) Namazın şartlarının onuncusuna müracaat oluna: Muhaşşi merhum tahrîmenin dördüncü şartında, müellifin şerhi kebirinden naklen: tahrîmeyi telâffuzun şart kılınmasında, niyyeti söylemek şart olmadığına işaret vardır, demiş olduğu gibi, müellif merhum dahi, ehli - hadîsten naklen: Resûlü-llâh sâllâ-llâhü teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinden namaza dururlar iken «Filân namazı kılıyorum,» der oldukları, kendilerinden (ne tarîki sahih) ve (ne tarîki zaif) ile sabit olmamıştır. Sahabe ve tâbîinin birinden (ve dört imamdan) dahi rivayet olunmamıştır. Menkûl olan budur ki, Hazreti İmamül-mürselîn aleyhi ve aleyhimüs-salâtü ves-selâm namaza kıyam buyurduklarında, hemen tekbir alırlardı. Niyyeti söylemek bid'attir, deyip sonra Mecmaur-rivayetten naklen : Niyyeti söylemeyi bazılar, Hazreti Ömer radiyallahü teâlâ anhu, onu yapanı tedib etti, diye kerih gördüler ve bâzılar, niyyetin telâffuzunda kalbin amelini tahkik ve vesveseyi kesme olduğu için, onun ibaha edip: Hazreti Ömer onu cehr-edeni zecr etmiştir. Gizlice söylemekte beis yoktur, dediler. Bu halde, bizim meşayihimizden niyyeti telâffuz sünnettir (müstahabtır) diyenler, sünneti-nebi, (venezdi şâri'de müstahab) mânâsını irade etmeyip, belki ihtilâfı zamana ve tabîin devrinden sonra kulûb ve ezhan üzerindeki, kesreti meşagile mebni, bâzı meşayihin, sünneti (vâcip gördüğü) demek istediler, demiştir. Niyyetin hem kalben, hem lisanen, edilmesinin, bid'at olması hakkında, İbni Nuceym merhum, (Cem'i mezkûr azîmet kasdiyle olursa bid'ati hasene olmak, ve kasdi azîmetin gayride güzel olmamak anlaşılır) demiştir.
Lâfzan niyyetin keyfiyeti, bâzı kütüpte (Allahım ben falan namazı kılmak istiyorum onu bana müyesser eyle) denilmek gerek diye gösterilmiş ise de, talebi teysîr ve kabulü talâffuzu niyyetten başka olarak, kesreti meşakkı ve tûlü zamanı cihetiyle Hac (Omre) için, ihrama girildiği vakit olacak şeydir. Salât ise, öyle değildir. Orucun, tûlü zamanı ve fevka-s-salât meşakkati cihetiyle, talebi teysîr ve kabul hususunda, onun hacca ilhakı münasip olabilir. Bunu müellifi merhum, Dürer hâşiyesinde zikretmiştir. Namaza lâfzen niyyette sadece (Niyyetim namaza) denir. Dürrü Muhtârda, niyyet lûgati Arabiyyenin gayri ile dahi olsa, mâzi lâfzı ile olur. Çünkü, istimalde galip olan odur: Fakat hal siygası ile de sahih olur, demiştir.
(47) Ondan âciz olanın, lûgat ve elsineden, kaadir olduğu ile şürû etmesininsıhhatinde hilâf yoktur. Müellifin, kavli sahih dediği, imameynin kavli evvelleridir. İmam hazretleri, Arabîye iktidar ile beraber dahi başka dil ile şürû, sahiholur, buyurmuştur. Dürrü Muhtâr da, Tatarhâniyyeden naklen: Telbiyede olduğugibi, namaza farisî lûgatla dahi şürû, mutlaka yâni, gerek kudret, ve gerek aciz halinde, ittifakla câiz olur, diye zikredildiğine nazaran, İmameyn hazerâtı, şürû meselesinde, kavli imama rücû etmişlerdir. Nitekim kıraet meselesinde, hazreti imam, dahi kavli imameyne rücû buyurmuştur ki âcizden başkası için namazda Arabîden başka bir kıraeti câiz görmemiştir. Farisî lûgat kaydi ittifakîdir. Bu cevâzınona mahsus olmadığını, müellif farizai sücûdda söylemiştir.
(48) Hemzenin meddi ile (Allahu ekber) diye namaza duranın şürûu sahih olmadığı gibi, esnâi şürû'da tekbiri dürüst olarak, şüruu sahih olduktan sonra,namazesnasındaki tekbiratta, hemzeyi med etmekle de namazı bâtıl olur.
(49) Müellif «mübtedâ ile haberden mürekkeb cümle-i tamme» demiş ise de,Muhaşşi «Lâ ilahe illâllah» ve «sübhânallah» gibi tâbiratı tâzimiyye ile dahi, şüruun maal-kerâhe sahih olduğu beyaniyle «müptedâ ile haberden mürekkeb» kaydının, hazfini evlâ görmüş ve mezkûr cümlede bidayet, lâfza-i celâl ile olmak,İmam-ı Âzam katında vâcip olmakla «Ekberullâh» diye edilen şürûun, hazreti imamnezdinde ademi sıhhati, Bezzâziyyeden naklen zikretmiştir.
(50) Keyfiyeti terkibi efâ'li salât faslına müracaat oluna.
(51)Onun ademi hazfi, ihtiyat olduğunu, Muhaşşiden naklen, 14 üncü şartın hâmişinde bildiririz.
(52)Gerek yeminde, gerek zebihte, gerekse namaz için olan tekbirde, lâfza-i celâlin ikinci la'mını, med etmekten hâsıl olacak elifi, - ki ona (Hâvi) tâbir olunur yahut lâfza-i celâlin ha'sını hazf eden kimsenin, in'ikadı yemininde, ve halli zebîhînde, ve sıhhati tahrîminde, ihtilâf olunmuştur. Onu ihtiyatan terk etmemelidir.Müfsidatı salâtta, lâfza-i celâlin hemzesini med etmek, salâtı müfsid olduğunu,zikir esnasında, Muhaşşi merhum: Ha'nın meddi hatâdır, ve lâ'mın haddini tecavüzetmedikçe hüsündür. Medde mübalâğa olunursa mekrûh olur, demiştir.
(53) Müellif aleyhir-rahme, bu son şartı, Sâhibi Bezzâziye fetvâsında zikreyledi, deyip tahrîme şartlarının, bu veçhile ceminde, kendisini geçen olmadığına binaen, Cenâb-ı Hakka şükürler etmiştir. Bezzâziyede: El'âlimül-gaybi veş-şehâde,ilâve olunursa zarar etmez, demiştir.
(54) Müellifin bu meselesi, tahrîmenin, altıncı ve yedinci şartları tetimmesinden olmakla, mahalli zikri, orası idi. Muhaşşi der ki, Nefilden kasdı, sünnetleredahi şâmil olan namazdır ki, onların evkatı muayyenesinde vukuu, tâyinden mugnîdir. Onlar tâyin ile değil vakitlerinde vâki olmakla sünnet olmuşlardır. Alelıtlâknamaz ile, Allah için namaz arasında dahi fark yoktur. Çünki namaz kılan kimse, Cenâb-ı Haktan gayriye namaz kılmaz.
(55) İbni Abidin der ki, Hattâ iki rekât teheccüd kılıp ta, onun fecrin tulûundan yâni, teheccüd vakti geçtikten sonra kılındığı tebeyyün etse, o iki rekât, sünneti fecir olmuş olur. Teheccüdü dört rekât kılıp ta, son iki rekâtın, fecirden sonraolduğu anlaşılmak sûreti dahi, böyledir.
(56) Vaktin sünneti demektir. Bu halde lâyık olan: İlk sünnet, yahut son sünnetolduğunu dahi temyiz etmektir.
(57) Bunu Sâhibi Münye söylemiştir. Bu da, fiili sünnette niyyeti sünneti, şartkılanların hilâfından huruc içindir: Sahibi Mugnî, teravih hakkında demiştir ki, bâzımuteehhirin indinde, ne mutlak niyyet, ne de niyyeti tetavvu kâfi gelmeyip, teraviheniyyet şarttır. Ve bunu Kadıhan, tashih eylemiştir.
(58) Vâcip tâbirinin, zâhirî ifsâd ettiği neflin kazâsına ve nezir namazına dahişâmil olmaktır.
(59) Hem de rüknü aslîdir. Kıraet ise rüknü zâidtir. Çünki, kıraet, kıyâmın zînetidir. Bundan dolayıdır ki, imam kıraeti mütehammil olur da kıyamı mütehammilolmaz. Bu mesele ileride gelecektir.
(60) Namazda bu veçhile, öne meyilli bulunmak huşû' iras edici şeylerdendir.
(61) Lâkin, ikinci sûrette, o kimse ayakta îmâ ile oturarak îmâ arasında muhayyer olur. Nitekim, yarası olup ta, secdeye vardıkça akar olsa o dahi, onun gibimuhayyer bulunur.
(62) Kıyamın, Farz, Vâcip, Sünnet, müstahabının miktarları, ondaki kıraet miktarıncadır. Ümmi gibiler hakkında, takdiri olur ki, ümmi bulunan kimse, farîza-ikıyamı tahsil için, imameyn kavlince üç uzun âyet okuyacak kadar durmak lâzımgelir. Kıraetin sukûtunda, tahdid dahi sakıt olur: Farzın ikinci yarısındaki kıyamgibi ki, onda kıraet olmamakla rükün, asıl kıyamdır. İmtidadı kıyam değildir. Birözür olmadıkça, kıyamda tek ayak üzere bulunmak mekrûh olur.
(63) Malûmdur ki, namazda Kur'ânı azimüş-şandan, alel-ıtlâk kıraet, farz vealet-tâyin, sûrei fatihayı kıraet etmek, ve mevziinde ona, sûre veya âyet zameylemek vâciptir. Kıraet farizası, işte bunların mecmuu ile husule gelir. Ve veçhimesnun üzere uzun sûre ve müteaddid âyet dahi okunsa, hep farz olarak vâkîolur. Farz olan, kıraeti salâtiyye, vâcibatta gösterilen nevi ve miktardan dûn olmamak vâciptir. Ondan az olursa mekrûh olur. Ve farz olan mikdardan fazlası sünnet sayılır.
(64) Cemi müteyesserin ademi lüzumu, emri teyessüre bina edilmiş olmasındandır. Muhaşşinin ifadesine göre, bâzı müfessirin: Delîli siyak ile, bu âyetteki kıraet,salât mânâsınadır. Nazmi Kerimin mefhumu, teheccüdden, müteyesser olanı kılın,demektir, demiştir ise de, kelâmı hakikate haml, evlâ olduğundan, maksud alel'ıtlakkıraettir.
(65) Ebû Bekirul-esam gibi, (namazda kıraet, aslâ farz değil, sünnettir) demekle icmâ'ı bozana itibar yoktur.
(66) Kıraet, tashihi huruftan ibaret olmamak sahihtir. İmam Kerhî bu babtatashihi hurufla iktifa edip: Kendi işitmese de caiz olur. Çünki, kıraet fiili lisanidir, sim'a ise, fiili sımahtır, lisanın fiili değildir, binaenaleyh, mevridi kıraettenolamaz, demiştir. Bedayi'de kavli Kerhi, esah ve akyestir, dedi ve bâzılar onu,imam Ebû Yûsufa nisbet eyledi. Mûtemed olan, kavli evveldir. Yalnız, bâzı hurufta kendi dahi, işitmez derecede sesini kısmakla, namazı bozulmaz.
(67) Sûre-i hicrin, 14 ve 15 inci âyetleri olan «Yâ'rucûn» ve «meşhûrun» fasılalarıgibi ki, infisal ancak lâfzândır.
(68) Kendilerinden diğer rivayette fariza-i kıraet, bir şey ile mukadder olmayıp,belki Kur'ân isminin mütenavel olduğu şeyin, ekali dahi kâfi olur. Kûdüri, bunucezm etmiştir. Üçüncü bir rivayet: Üç kısa âyet, yahut onlara muadil, bir uzunâyet olmaktır. Ve bu, kavli imameyndir. Hulâsada ve onun gayride Hazreti imamın, kavli evveli olmak üzere gösterilmiştir.
(69) Bunlara âyet itlâkı, indel-kufiyyîndir ki, onlar: (elif, lâm, mîm) leri ve(elif, lâm, mîm, sâd) ve (kâf, hâ, yâ, ayn, sâd) ve (tâ, hâ) ve (tâ, sin) ve (yâsin)ve (hâ, mîm) i, bir âyet ve (hâ, mîm, ayn, sin, kaf) ı iki âyet sayarlar. Zemahşerî gibi Beyzâvî dahi demiştir ki, bu müteşabihattır. Rey için bunda mecâl yoktur.Kûfiyyûnun gayrileri indinde, onlardan hiç biri âyet değildir.
(70) Kudûrî: Sahih olan cevâzdır, dedi.
(71) İhtiyat da budur. Matlûp olan da - bahusus ibâdâtta - ihtiyattır. Mir'attamezkûrdur ki, Kur'ândan her kelime, hükmen ve örfen değil, hakikaten Kur'ândır.Her tasa âyet, örfen değil, hakikaten ve hükmen Kur'ândır. Her üç kısa âyet, yahutonun miktarı, hem hakikaten ve hükmen ve örfen Kur'ândır. Usûliyyûn evvelkisinive Hazreti imam, (kavli meşhûrda) ikincisini ve imameyn üçüncüsünü itibar etmişlerdir. Âyeti Kürsî ve müdayene gibi, uzunca âyetin, bölünmesinin cevâzı, İbniÂbidinden naklen, vâcibatın hâmişinde gelecektir.
(72) Şâfiilerce, muktedîden kıraet, sâkıt değildir. Onlar iktida halinde dahi,imam gerek cehr, gerek ihfa etsin, fatihayı kıraet ederler, meğer ki, fevti rekât korkusu ola. Mâlikilerle Hanbelîler, hâli iktidada, onu yalnız hafî namazlarda okurlar.
(73) Kıyam hükmü olmak üzere mübeyyen olan kuudun gayri maksuddur: Kadei salât.
(74) İmam Zufer ile Hasan Basri Hazretleri, emrin tekrar iktiza etmeyeceği beyaniyle, rekâti vahidedeki kıraetin dahi yeteceğine kail olmuşlardır. Lâkin farzın,iki rekâtı yekdiğerine min kullil-vücûh müteşâkil olduğundan bizce kıraet, ikincirekâtte de lâzımdır -Çünki, rekâtı saniye, gerek vücûb ve sukûtça, gerek cehr ve ihfaca rekâtı ulâ gibidir. Son iki rekâtler, gerek sefer ile sakıt olmakla, gerek sıfatıkıraet ve miktarı kıratçe, mufarık olmakla onlara ilhak olunamaz.- İster iki rek'âtlı,ister üç rek'âtli, ister dört rek'âtli farzlar olsun. Kıraeti ûlâ ibare-i nas ile ve kıraetisaniye delâleti nas iledir. Müellifin zâhirî sevki kelâmı, farzın kıraetince, mahallîedâ iki rekâtı evveli olmak iken, kendisi: Hangi iki rek'ât olursa olsun, demiştir ki,Muhaşşinin, Kuhistânîden naklen beyanına göre, bu kavl, baaz olup, sahih olan: İkievvelki rekâtlar, mahallî kıraet olmakla ala sebîlil-farz, müteayyen olmaktır. Lâkin,müellif ilk iki rek'âtın mahallî kıraet olmak üzere tâyinini, vacibatı salâttan kılmışolmakla, Muhaşşi merhum, buradaki sözü, vâcibat faslında, açıkça zikretmiş vesahihtir demiştir, oraya bakılsın.
(75) Çünki, nâfile kılan, her iki rek'âtte (selâm verip) namazdan çıkmağa mütemekkindir. Çünki, salâtın meşruiyyetinde, ikişer rek'ât asıldır. Ziyadenin lüzumuancak, farzlar hakkında zahir olmakla, nefel asıl meşruiyyet üzere kalmış olur.
(76) İmam Hazretlerinden ikinci rivayet olarak, Vitirin sünnet olduğu, kavliimameyndir.
(77) Bu da imam Hazretlerinden, rivayeti ûlâdır. Bu iki rivayet arasını, müellifVitir babında, cem ve tevfik eylemiştir.'
(78) Çünki onun, kavli hazreti imam üzere, amelen farz olması, yalnız iki evvelki rekâ'âtlerde kıraeti icab edip, imameyn kavlince, sünnet olması ise, kıraeti cemii rekâ'âtlerde icab eylemekle, ihtiyaten amel edilmiştir. Zira, sünnetin bir rekâtinde kıraeti terk etmek, namazı ifsad eyler. Hem de mükellef, kendisine lâzım olmayanı ifa etmek, lâzım olanı terk etmekten evlâdır. İhtiyat olan da budur.
(79)Müellif, âyeti kerimede, tevzi olduğuna işaret etmiştir. İstimâ: dinlemek,İnsat: dinlemek üzere sükût eylemek, demek olduğu için, biri cehir haline ve diğeri ihfa haline, masruf olmuştur.
(80) Bu bapta, imam Şâfii mezhebi için, on üçüncü farzın onuncu hamişinebakınız.
(81) Kur'ân dinlemek, reddi selâm gibi farzı kifâye olduğundan muktedilerden birtakımına kıraet ve terki istimâ, helâl ve câiz olmak gerek idiyse de, haleti salât,zikrolunan asâr ve ehâdise mebni, o hükümden müstesna bulunduğundan, istimâve insât her muktedîye vâcip olur.
(82) Muhaşşinin ifadesine göre, tamam rükû budur. İnhina tam olmadığı vakit,itibar ekseredir. Haddi ednâ, buna daha yakın olmakla kâfi. Oturanın rükûu, alnı dizleri hizasına gelecek derecede belini eğmektir.
(83) Müellif: Kanbur, rükû için başiyle işaret eder, demiştir. Muhaşşi der ki,ahdebin kanburluğu, rükû yerine geçmez, zira o hal, onun kıyamıdır. İntikalin hakikat olması için, başını biraz olsun eğmek gerektir. Onun hakkında mümkün olanodur. Daha ziyadesi lâzım değildir.
(84) Başın, abdestte mesh edilen yeri ki, me'hazde mukaddimür-rees tabir olunur.
(85) Çenedir. Fakat, İsrâ sûresinin 109 uncu âyetinde zikrolunan zaknden maksat çene değil, yüzdür.
(86) Mutlaka yâni, velev bir özre mebni olsun Özür var ise, îmâ edilmek lâzımgelir. Çünkü, mevzii secde olmayan yeri, şer'in izni olmayarak, mahalli secde kılmak, caiz olamaz.
(87) Vaz'ı enf, burnu yere götürmektir. Bunun yalnızca ademi kifayeti, alındabir özür olmamak sûretindedir.
(88) İleride de tarif edileceği gibi alnın her tarafını yere götürmek, icmaan şartolmamakla, onun yalnız bir tarafının bile yere gelmesi kâfidir. Alnın ekserinin konulması, burunda olduğu gibi vâciptir.
(89) Bunlar, haddi ednâyı beyandır.
(90) Müellif âtîde, bir ayağın konulması ile olan secdenin cevazı, muhtelifün-fih olduğunu dahi söylemiştir.
(91) Ayakların konması, Muhaşşi bu veçhile tefsir etmiştir. Ve hülâsadan veFethul-kadîr'den naklen demiştir ki, secdede vaz'ı kadem farzdır. Farza vüsule sebep olan şey dahi, farz olup ayaklarının veya parmaklarının üstünü yere koyarsa,ayaklarından hiç bir şey üzerine dayanmamış olmak hasebiyle, sahih olamaz. Vebu, tenbih olunması, vâcip olan umurdandır. Ekseri nâs, bundan gafillerdir. Müellif âtîde, ayak parmağının içi yere gelerek, kıbleye doğrulması lüzumunu dahizikretmiştir.
(92) Ondan, mümkün olan yeri demektir.
(93) Çünkü, bunlar düz ve sert oldukları için, birbirleri üzere mustakar olmazlar. Binaenaleyh, bunlarda dağılışın sonu yoktur ve cephenin istikrarı mümkünolamaz. Meğer ki, (çuval gibi) bir kap içinde ola.
(94) Meğer ki, sertlik bulunmuş ola. Yatak ve yastık gibi her dolma şey dahiböyledir.
(95) Bazılar, cepheyi iki şakağın kuşattığı yer, diye tarif ettiler.
(96) Kütübü sittede, Hazreti Enes radiyallahu teâlâ anhudan rivayetten mezkûr olan şeya binaen ki, Hazreti müşârünileyh: Biz Resulullah sallallahü teâlâ aleyhive sellem ile beraber bulunup, namazda bazımız, hararetin şiddetinden, sevbi ucunusecde yerine koyardı, demiştir.
(97) Bunun da, kerahetle sıhhati, dolamın mezkûr olduğu üzere, cephe üzerinde olması suretindedir. Dolam, yalnız başta olup ta, secde ona gelerek, alnınınhiç bir cüzü yere isabet etmezse, sücut mahalli üzere vâki olmadığı için, sahih olmaz.
(98) Çünkü, burunun ucu, mahalli sücut değildir. Binaenaleyh, yalnız onu yeredeğdirmekle, sücut icmaan sahih olmaz. Hadîste de «kemik» buyurulmuştur.
(99) Müellifin ifadesine göre, üç mesele vardır ki, onlar da, imam ve imameynhazeratı arasında, bidayeten olan muhalefet, ahiren muvafakata müeddel olmuştur.Biri tahrîme meselesidir ki, Hazreti imam, onun Telbiye gibi her lisan ile mutlakacevazına kail olmakta münferit iken, sonradan imameyn hazretleri de kendilerinemuvafakat ettiler. Ve biri kıraet meselesidir ki, hazreti imam, onun dahi hangilisan ile olursa olsun, alel-ıtlak, cevabına zehapta münferit olup, muahharen arabiden âciz olmayan için, ademi cevazına kail olmakta, imameynin muvafakatına rücûettiler. Ve diğeri, secdede buruna iktisar meselesidir ki, hazreti imam (secdede cebheye iktisar gibi, buruna iktisar dahi, alel-itlâk, câizdir) kavline kail iken, bu kavlinden rücû ile imameyn hazretleri gibi: Buruna iktisar, ancak cephede özür olmak şartiyle câiz olur, buyurdu.
(100) Sâcid iki dizi yerde olmak ve mescudün-aleyh yere secde eder bulunmakdahi gart olmakla, mezkûr cevaz, üçüncü musâlliye şâmil olamaz.
(101) Müstahap olan, izdihamın zail olmasına değin, tehir ve tevekkuf edip, badehû, lâhik sıfatiyle namazı itmam eylemektir.
(102)Muhtâr olan, onun maâl-kerahe sahih olduğudur. Bu, secdenin haddi ednasıiçindir. Haddi âlâsı vâcibiyle beraber zikrolunmuştur.
(103) Sabah namazı meselesinde dahi, rükûdan baş kaldırdıktan sonra, kıraetetmek takdirinde o namaz iadei rükû ile sıhhat bulur. Bu şart muktezası, erkânısalâtta tertibe riâyet farz olmakla, musâllî eğer, kıraetten evvel, sücût eyler ise,namaz fasit olmaktır. Sücûdi sehiv babındaki, ifadeden anlaşılan ise, rükûlerdetakdim ve tehir vukuu sehiv secdesini gerektirmekle, tertibi erkâna riâyetfarz değil, vâcip olmaktır. Bu ise, tenakuz olduğundan Câmiül-fusûleyn sahibi, şerhilteshilde, buna cevap verip demiştir ki, farziyetl tertibin mânası: ikincisininslhhati, birincisinin vücuduna mütevakkıf olmak ve hattâ secdeden sonra rükû eyleyen musâllînin sücûdü muteber olmamakla, kendisinin onu iâde etmesi lâzımgelmektedir. Vücubü tertibin mânâsı ise: Onu ihlâl etmek, iade suretinde namazıifsat eylememektir. İbni Âbidin merhum, erkânı vuzû . bahsinde farzın, rükün ileşarttan eam olduğunu, sahibi dürrün zikrettiği yerde Halebîden naklen: Farz,bazan ne gart ve ne rükûn olmayana itlâk olunur, deyip şu misali iradetmiştir: Birrekâtte gayri mükerrer olarak, meşrû olanın tertibi gibi ki, kıraet kıyama, rükûkıraete, sücüd rükûa, kaade sücude, müretteptir. Bu tertip ise, erkân ve şürût olmadığı halde, hep farzdır, demiştir.
(104) İki secde arasındaki fasılanın, mebdeidir ki, farz olan budur. İtmînan üzerecelse vâciptir. Nitekim zikrolunur.
(105) Bazı meşayih: Alını yerden ayırmak ve badehû yere iâde etmek câiz (kâfi)olduğunu zikretmiş ise de, bunun için, sahihlik malûm olmamıştır. Kudûri onu(kendisine refi ismi itlâk olunan şey) diye zikretmiştir.
(106) Namazın sonunda vâki olan kuud ki, ondan evvel kuud olmasa dahi demektir. Bu cihetle sabah, Cuma ve sefer namazlarına dahi sâmildir.
(107) Çünkü, kuudta tahyîr yoktur. Tahyîr ancak, teşehhüt kıraetindedir. Ondakitahyîrin de mânası vâcip ise de mahiyyet, ona tevakkuf etmez, demektir.
(108) Namazdaki secdeler, her rekâtte ikişerdir. Muhaşşî merhum secdei tilâvetnamaz secdesi gibidir. Secdei sehviye öyle değildir. Çünkü, secdei sehiv, teşehhüdüref'eder, kuudu ref'etmez, demiştir.
(109) Nitekim, namazın vâciplerinin altıncısında mezkûrdur.
(110) Muhaşşi der ki, ve gayri, tâbirinin zâhiri, vâcibata ve sünen ve âdâba şâmilolmakla, onlar dahi, uyanık olmadıkça, muteber olamaz.
(111) Onun da menşei, kadei mezkûrenin, rükûn yahut şartı huruç olması hakkındaki ihtilâftır. Semerei hilâf dahi rükün olduğuna göre, onda yakazanın şart kılınması, ve şart olduğuna göre, şart kılınmamasıdır. Münyetül-musâllîde, nâimenolan kadeyi uyanık halde, iade etmez ise, namaz bâtıl olur. Çünkü, rükün değildir. Ve binası, istirahat üzerine olmakla, nevm ona, (münafi değil) mülâyim olur,denilmiştir.
(112) Salâtin müştemil olduğu farzları, diğerinden fark ve temyiz eylemek vemeselâ, kıyamın farziyyetini, ve senâ ve tesbihin sünniyyetini bilmek ve itikateylemek şart değildir. Ve lâkin, bunları bilmemekle, fâsik ve gayri makbûliş-şehadeolur.
(113) Kıraeti, kıyamda yapmak ve rükû kıyamdan sonra olmak ve sücut rükûdan muahhar bulunmak ve bunlar uyanık halde eda olunmak gibi.
(114) Muhaşşi merhum, babın evvelinde zikretmiştir ki, şurut dört kısımdır:
a — Yalnız şartı inikattır: Niyyet, tahrime, vakit, ve cumaya göre hutbe gibi. b — Şartı inikat ve devamdır: Taharet, setri avret, istikbali kıble gibi. c — Yalnız şartı bekadır ki, salâtin dahilinde vücudu meşruttur. Bu da iki nevidir:
— Biri, kendisinde tâyini meşrut olandır: Mükerren meşru olmayanın tertibigibi. «Kıraet kıyama, rükû kıraete, sücud rükûa, kaade sücude müretteptir.»
— Diğeri, kendisinde tâyini meşrut olmayandır. Bu da iki nevi olup, biri vücudî, diğeri ademi vücudîdir. Vücudîsi: Kıraettir. Çünkü, kıraet rükün ise de, nefsinderükün ve sairi için şarttır ki, erkânın hepsinde takdiren mevcuttur. Buna mebni,farzı kıraetin edasından sonra da istihlâf caiz değildir. Ademisi: Muktedinin imama ademi tekaddümü ve müşterek kıldıkları zaman kadınla erkeğin aynı hizayagelmemesi ve sahibi tertibe göre, faiteyi hatırlayamamak gibi.
d — Şartı huruçtur. O da kaadei ahiredir.