Meşhur tarihçi, ilim ve devlet adamımız Ahmed Cevdet Paşa’nın hanımı Senîha Sultan, bir Fransız diplomatının hanımı olan Madame Simone de La Cherte ile pek çok kez mektuplaşmıştır. Bu mektuplarda, 1911’lerin Osmanlı kadınından birçok mevzuda bilgiler mevcuttur. İşte bunlardan bir tanesi:
“Sevgili iki gözüm,
Biz Türk kadınları, Avrupa’da hiç tanınmayız. Hatta diyebilirim ki, Çin ve Japon kadınları kadar bile tanınmayız. Halbuki Pekin ve Tokyo, Paris’e çok uzaktır. İstanbul ise çok yakındır. Bizim hakkımızda akla hayâle gelmeyecek şeyler uyduruyorlar. Ne ehemmiyeti var. Bizim esir olduğumuzu, kafes içinde birbirine rakip sayısız zevceler topluluğu hâlinde yaşadığımızı sanıyorlar. Ve nihâyet –sevgili büyük Loti’mizin yazdığı öylesine güzel fakat öylesine yanlış anlaşılan– içimizden çoğunun Latince ve eski Yunanca, cebir ve felsefe bildiğini, câhil olsun, âlim olsun, bütün Türk kadınlarının, gece gündüz hiç ara vermeden “boyunduruğumuzdan” kurtulmayı, “hürriyetimizi ve itibarımızı ve kadınlık haklarımızı” elde etmeye çalıştığımızı sanıyorlar.
Oysa siz, bizim eski hayatımızı –ihtilâlden öncekini– biliyorsunuz. Çarşafı bir tarafa bırakacak olursak, hemen hemen sizin Batılı hayatınız gibiydi. Hoş, çarşaf da sizin yüz örtülerinizden daha kalın bir şey değildi. Bir başka fark, yabancı bir erkeği evimize almamak ve hiçbir surette bir erkekle arkadaşlık kurmamaktan ibaretti. Sizi temin ederim ki, benim sevgili iki gözüm, hayatımız o zaman nasılsa şimdi de öyledir. Zira ihtilâl, en küçük teferruâtı bile değiştirmedi. Aslında bu hayat, Türk kadınlarının yüzde doksan dokuzu için tam, katıksız, mutlak saâdettir. Evet saâdet...
“Bakın şimdi hesap edelim. Halk kadınını ele alalım önce. Sanır mısınız ki, kadınımız, gelip geçene yüzünü göstermek, yahut tanımadığı biriyle flört etmek için can atmaktadır? Bizim yüzü örtülü kadınlarımız, dışarıda işe gitmez. Sadece evinin işiyle uğraşır. Ve bu eve koca, hiçbir zaman aslâ sarhoş gelmez. Bu sayede de karı-koca arasında kavga-dövüş olmaz, dayak görülmez, gözyaşı akmaz. Sanır mısınız ki bir Türk ev hanımı, sizin tatlı Paris’inizdeki bir işçi kadınla yerini değiştirir.
Şimdi gelelim burjuva sınıfına... Hatırlar mısınız sevgili hemşirem? Bir gün başbaşa gezinirken bir miralaya rastlamıştık... Resmî üniforması üzerindeydi ve bir elinde lahana, öbüründe balık vardı. Siz nasıl görmüştünüz? Doğrusu, bu miralayın karısının da, işçinin karısı gibi şikâyet edeceği bir şey olmadığına bahse girerim. Yeni devrin daha ilk gününden itibaren Paris, Londra yahut daha çok Berlin’den yurda dönen Jön Türkler, Türkiye’nin şartlarını unutmuş gibiydiler. Herhalde öyle olmalı; çünkü gelir gelmez “esir hemşirelerini” kurtarmayı va’d ettiler.
İyi niyetle va’d etmişlerdi bunu. Ama va’dlerini tutmadılar. Tutamazlardı da... Çünkü on milyon esir hemşireden –en azın-dan– dokuz milyon dokuz yüz doksan beşi kurtarılmayı şiddetle reddediyordu. İşte bu yüzden sevgili ablacağım, ihtilâl bizim kaderimizde henüz bir değişiklik yapmadı, daha uzun müddet yapacağı da yok...”
12 Ocak 1911
Evet, görüldüğü gibi Senîha Sultan’ın bu mektubu, 1900’lü yılların başındaki Osmanlı’yı ve Osmanlı kadınının hâlet-i rûhiyesini ne güzel anlatıyor. Bugünlerle mukayese edip, ibretle ders almak da o neslin devamı olan bize ve bizim kadınlarımıza düşmektedir.
9 MART 98 - Fazilet