SORU :
Bazı
sûfî ve dervişlerin (özellikle Yesevîlerin) «zikr-i erre» diye bilinen,
(Lâfza-i Celâl-i hançereden testere sesine benzer bir ses çıkararak zikretmek)
zikirleri câiz midir? Hiçbir şey ilâve etmeksizin yalnızca «Allah, Allah
Allah..» diyerek zikretmek, Allah'ı zikretmek midir?
CEVAP:
Câiz ve dinen de uygun olan bir zikirdir. «Allah, Allah» diyerek zikretmek, zikrin en faziletlisidir. Allah ü Te'âlâ'nın isimlerinden ve sıfatlarından biriyle ve bunlara delâlet eden zamirlerle benzeri diğer bütün çeşitleriyle Cenâb-ı Hakk'ı zikretmek câizdir. Yalnız kalben veya yalnız hançere ile de yapılmış olsa zikir geçerlidir. Cenâb-ı Hakk'ı hatırlama ve hissetmenin sebep olduğu hal zikredenin etkisi altına aldığı zaman, ilâhi isim ve sıfatlardan biriyle veya bunlara delâlet eden «Hû, Hâ ve Hi» diyerek, arapça olmayan cümlelerle de olsa zikretmek câizdir. Doğruyu en iyi bilen Allah'dır. (Fetâvâ-yı İbn-i Hacer) İnsan vücûdunda hançere ile kalbi birbirine bağlayan bir kanal vardır. Hançereden ses çıkarmak sûretiyle yapılan Lâfza-i Celâl zikri, kalbde bir harâretin doğmasına sebep olur. Bu harâret, kalbi tasfiye eder ve orada zikrin nûrunun zuhûrunu sağlar. (Bustânü'l-Fıkh ve Fetâvâ eî-Hadîka)
SORU:
Nakş-bendiyye'nin
Hâlidiyye koluna mensûb dervişlerin yapmakta olduğu, sessiz, hareketsiz, dil
damağa rabtedilmiş olduğu halde susarak, yalnızca kalben yapılan zikir doğru
mudur?
CEVAP: Doğrudur. Aynı zamanda zikirlerin en üstün
derecesidir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, A'râf Sûresi'nin 205. âyetinde şöyle
buyurmaktadır: «Rabb'ını içinden yalvararak ve korkarak (Amellerindeki kusûrlar
sebebiyle O'ndan korkarak, huzû' ve huşû' içinde, boyun bükerek ve ürpererek)
yüksek olmayan (Birlikte olduğun kimseler veya önünde ve ardında bulunan
meleklerin bile işitemiyeceği) bir sesle, sabah-akşam (bütün vakitlerinde) an.
Sakın (Cenâb-ı Hakk'ın azamet ve kudretinin huzûrunda bulunduğunu unutan)
gafillerden olma.» (Rûhü'l-beyân)
İmam Nevevi, Sahih-i Müslim şerhinde, tesbîh,
tehlîl ve benzeri zikir türlerinin, yalnız kalb ile, ağzı ve dili oynatmaksızın
yapılanı mı, yoksa kalbi bir huzûr duygusu içinde ve lisânen yapılanı mı daha
faziletlidir, konusunun ihtilâflı bir husûs olduğunu açıklamış ve şöyle
demiştir: Birinci tür zikri tercih edenler, gizli ve kalbi zikrin riyâdan uzak
olduğunu ileri sürmüşler, ikinciler ise, cehri zikrin daha çok enerji sarfını
gerektirdiği ve bu zikirden hâsıl olan te'sirin dinleyenleri de etkisi altına aldığını,
dolayısıyla diğerinden daha fazla bir ibâdet olduğunu söylemişlerdir.
Doğru
olan, riyâdan uzaklığı sebebiyle gizli ve kalbi zikrin üstün oluşudur. Bana
göre bu ihtilâfın giderilmesi, evvelce de işâret ettiğimiz gibi şahısların ve
durumlarının değişmesiyle, tercihlerin de değişebileceği şeklinde mümkün ÖZEL ZİKİR TÜRLERİ 137 olur.
Ancak, tesbih, tahmid ve tekbir gibi farz ibâdetlerin ardından yapılması
emredilen zikirlerin dil ile söylenmesi gereklidir. (Nevevî)
Bir özür bulunmadığı takdirde, namazda okunan Kur'ân-ı Kerîm,
söylenmesi gereken tesbih ve tekbîrler, aksırana (Yerhamükallah) demek, ezan
okuyan müezzine ve selâma karşılık vermek de dil ile yapılmalıdır. Lâfzan
söylenmesi uygun olmayan helâ ve benzeri yerlerde olursa o takdirde yalnızca
kalben yapılabilir. (Bâcûri, Fi
âdâbi'l-helâ)
Hakkında belli bir kayıt bulunmayan zikirlerin her hâl ü kârda yapılması câizdir. Zikrin kendine göre bir takım derece ve mertebeleri vardır. Dil ile yapılan zikir, kalben yapılan zikirden biraz daha aşağı bir derecedir. Nitekim bir rivâyette şöyle nakledilmektedir: Hz. İsâ aleyhisselâm zikrin mertebelerini kademe kademe aşarken, bir ara İblis geldi ve O'na Allah'ı zikretmesini söyledi. Yaratılışı gereği zikre mâni olması lâzım gelen bir mahlûkun bu tavrı, Hz. İsâ aleyhisselâm'ı hayrete düşürdü.
Daha sonra İsâ aleyhisselâm hakikati kavradı. Çünkü şeytan O'nu, kalb zikri seviyesinden dil zikrine düşürmek istemişti. Zira, lisânen zikir O'nun içinde bulunduğu peygamberlik makâmının gereği, kalbi zikirden bir düşüş demekti. Peygamberlerin, kemâle ermiş evliyanın zikirleri, dâimi bir huzur, kalbi bir müşâhede ve murâkaba, ruhî bir makamdır. Dillerini veya diğer organlarını zikre zorlamaya ihtiyaç duymazlar. Zekeriyyâ aleyhisselâm'a hitâben bir âyet-i celilede şöyle buyurulmuştur: «Rabbim, o halde bana (oğlum olacağına dâir) bir alâmet ver!» dedi. (Allah) buyurdu ki: «Senin alâmetin, üç gün insanlarla işâretten başka türlü konuşmamandır; Rabb'ini çok an, akşam-sabah (O'nu) tesbih et! (Âl-i İmrân (3), 41)
Bu âyet-i kerime iki şekilde yorumlanmıştır:
Birincisi: Cenâb-ı Hakk Zekeriyyâ aleyhisselâm'dan kendisini bütün dünyevi
işlerden alıkoymasını, dilini zikir ve tesbih dışındaki şeylerden uzak
tutmasını ve isteğini işâretlerle ifâde etmesini istemektedir. İkincisi ise:
Dilini dahî oynatmaksızın yalnızca kalbi zikirle meşgul olmasını emretmektedir.
Bu yüzden: «Allah'ı tanıyan ve bilen kimsenin dili tutulur » denmiştir. (Rûhü'l-beyân)
Bir hadîs-i şerif de: «Hafaza ve Rahmet
meleklerinin duyamayacağı kadar gizli yapılan zikrin sevâbı, onların duyacağı
şekilde yapılan zikrin sevâbından yetmiş kat daha fazla olur» buyurulmuştur.
(İbn-i Hıbbân, Hz. Âişe'den rivâyet etmiştir.) Yâni: Kirâmen Kâtibin
meleklerinin bile işitemiyeceği kadar gizli yapılan kalb zikri, Hafaza ve
Rahmet meleklerinin işiteceği şekilde açık yapılan dil zikrine göre, sevab ve
dereceyi yetmiş kat daha fazla artırır.
Bunun sebebi, Kalb zikrinin, riyâ,
gösteriş ve debdebeden uzak bulunması, bedenin maddi -ma'nevî bütün gücüyle
Cenâb-ı Hakk'a yönelmesi ve kalbin Allah'ın zikrinden başka, diğer duygu ve
düşüncelerden arınmış bir şekilde, ilgi ve alâkasını Cenâb-ı Hakkı zikre
hasretmiş olmasıdır. Bir başka hadis-i şerifte de: «Allah'ı hafif sesle ve
gizlice zikredin» buyurulmuştur. Hafif sesle zikretmek ne demektir? Yâ
Rasûlâllah! » diye sorulduğundan; Efendimiz sallâllahü aleyhi ve sellem:
«Gizlice zikretmek» şeklinde cevap vermiştir. Diğer bir hadis-i şerifte ise:
«Zikrin hayırlısı gizli, rızkın hayırlısı da yeterli olandır» buyurulmuştur. Hasbihli's-sâlik
isimli eserde zikir iki şekilde mü tâlâa edilmiştir.
Birincisi: Tezekkür:
Sâlikin, dilini, Allah'ı zikretmeye zorlamasıdır. İkincisi ise Hakikî zikirdir.
Bu zikrin ve Allah şu'ûrunun kalbi kuşatması, dili zikre katmayarak kalbin her
an zikir duygusuyla meşgûl olmasıdır. Birincisine zikir adının verilmesi mecâzidir.
Zikreden insanların çoğu, diliyle söylerken, kalbi ve şu'ûru ile zikredilenden
gâfil bulunmaktadır. Bu tür zikre zikir denilmesi, dil ile zikrin gerçek zikir gibi
değerlendirilmesinden dolayıdır. Netice olarak şunu söyleyebiliriz Dil zikri;
kalb zikrine, kalb zikri; Cenâb- ı Hakk'ın huzûrunda bulunma duygusuna, Huzûr-,
Murâkabe'ye, Murâkabe de; Müşâhede'ye, her an ve her yerde Cenâb-ı Hakk'ı
hissetme ve görme mertebesine vesiledir. Nitekim tefekkür, (Allah'ı ve O'nun yüce
azamet ve kudretini düşünme) kalbin zikri; aşk. (Allah sevgisinin sâlikin bütün
dünyâsını kuşatması) ruhun zikri; ma'rifet (Allah'ı gerçek ma'nâda tanımak ve
bilmek de sırr'ın zikridir. Zikir konusunda İmam Gazâli İhyâu Ulûmi'ddîn'inde şöyle
demektedir: Zikir, dille, kalble ve diğer organlarla yapılabilir. Ne var ki, bu
zikirlerde organların: «Allah'a
itâat eden, O'nu çokça zikretmiştir» hadîs-i
şerifinde ifâde edildiği gibi yasaklardan kaçınması ve ilâhi emirlere boyun
eğip, onlarda müstağrak olması lâzımdır.
Dil zikri, Lâfza-i Celâl'i dil ile söylemek, hamd etmek, tesbih, tehlil, tekbîr ve Kur'ân-ı Kerîm okumak sûretiyle ifâ edilir. Kalb zikri ise Ya muhtelif şüphe ve tereddütlerden kurtulmak için Allah'ın varlığı ve birliğine delâlet eden deliller üstünde çokça düşünmek, ya ilâhi emir ve yasaklara uymayı kolaylaştırmak için O'nun emirleri, yasakları, va'd ve va'idi üstünde düşünmek ve mükellefiyetlerin hikmetini tefekkür etmek, ya da : Mahlûkatın esrârı ve hakikati üzerinde düşünmek, öyle ki onlardan her birinin, Cenâb-ı Hakk'ın zâtını gösteren ve hatırlatan parlak bir ayna hâline gelmesidir. Mahlûkat ve olaylardan meydana gelen bu aynaya kalb gözüyle bakan sâlikin gönlünde, Cenâb-ı Hakk'ın azamet ve celâl'i tezâhür eder. Çevresindeki her şey, bütün olaylar ve yaratıklar sâlike Allah'ı hatırlatır. Bu makam için bir sınır yoktur, (Özet olarak Gazâlî'den naklettiğimiz sözler burada sona erdi.)
SORU :
Yalnız kalb ile tefekkür etmek, Cenâb-ı
Hakk'ı, Onun azamet ve kudretini düşünmek ibâdet midir?
CEVAP:
İbâdetlerin
en faziletlisidir. Cenab-ı Hakk: «Onlar ayakta oturarak ve yanları üzerine
yatarken (her hallerinde ve dâima) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı
üzerine düşünürler: Rabb'imiz (derler.) bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin,
bizi ateş azâbından koru.» (Âl-i
İmrân (3), 191) buyurmaktadır.
Burada olaylar ve yaratıklar üzerine tefekkür: «Mahlûkât üzerinde düşünün,
fakat Hâlık üzerinde Onun Zât'ı hakkında düşünmeyin,» hadis-i şerifi gereğince mahlûkata
tahsis edilmiştir. (Yerin ve göğün yaratılışını ibret almak için kalb ve
tahayyül yoluyla tefekkür ediyor ve ilâhi azameti hissetmeye çalışıyorlar) demektir.
Halk üzerinde düşünüp, Hâlık üzerinde düşünmenin yasaklanmasının sebebi, O'nun
kudretinin takdir edilemeyeceği ve O'nun Zâtı'nın künhüne ve hakikatine vâkıf
olmanın imkânsızlığındandır. Buna rağmen Hâlik'ın hakikatini düşünen kimsenin
helâke sürükleneceği muhakkaktır.
Bu husûsu Ebû
Bekr-i Sıddik Efendimiz şöyle dile getirmektedir: «Allah'ın Zâtının idrâki
husûsundaki aczin anlaşılması, gerçek idrâktir. Yüce Allah'ın zâtının sırrını araştırmaya
kalkmak ise şirktir.» İnsanoğlu için, Cenâb-ı Hakk'ın Zütını değil,
sıfatlarını, azametini, kudretini ve büyüklüğünü, Onun büyüklüğü yanında
mahlûkatın küçüklüğünü düşünmek ve ibret almak yeterlidir.
SORU :
Allah'ı
abdestsiz anmak câiz midir?
CEVAP:
Câizdir ve mekrûh da değildir. Hattâ âdet
günlerinde lohusalık hâlinde ve cünüpken bile Allah'ı zikretmek, tesbih, tehlil
okumak ve du'â etmek câizdir. Fakat Kur'ân-ı Kerim okumak haramdır. Âdet
günlerinde, lohusalık hâlinde ve cünüpken bazı du'âları okumak, onlara dokunmak
ve üzerinde taşımak, Allah'ı zikretmek, tesbih ve tehlil getirmek, yemek-içmek ve
kabir ziyâretinde bulunmak, ağzı, burnu ve elleri yıkadıktan sonra câizdir. Bir
mahzuru yoktur. (Dürrü'l- Muhtâr)
Abdestsiz olan kimsenin, dokunmamak şartıyla
Kur'ân-ı Kerîm'i okumasında bir sakınca yoktur. Bunun mekrûh olmadığı icmâ' ile
sâbittir. Ancak cünüp iken dokunmaksızın da olsa Kur'ân okumak haramdır. (Halebî)
SORU:
Asî, fâsık ve alenen ilâhî emirlere karşı gelen kimselerin Allah'ı zikretmesi doğru mudur? Böyle kimselere zikir telkin etmek ve Kur'ân-ı Kerim okumasını öğretmek câiz midir? Aralarında genç delikanlıların da bulunduğu bir yerde düzenlenen zikir meclisine katılmak haram mıdır?
CEVAP:
Hepsi
de câiz ve haram değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, kendisini zikretmeyi ve Kur'ân
okumayı yalnızca sâlih ve muhlis kullarına tahsis etmemiş, emirlerinde bütün
ehl-i îmana hitab etmiştir. Nitekim namazını beş vakit kılmayan kimsenin,
bayram namazı kılmasının kerâhetsiz câiz olduğu da bunu gösterir. Cenâb-ı Hakk:
«Ey îmân edenler! Allah'ı çokça zikredin. » (el-Ahzâb (33), 41) âyet-i kerîmesinde; «Ey
sâlihler! » şeklinde değil «ey iman edenler» diye bütün mü'minlere hitâb
etmiştir. «O halde Kur'an'dan
kolayınıza geleni okuyun (ne miktar kolayınıza gelirse o kadar gece namazı
kılın. Kendinizi zorlamayın. Namazda Kur'ân okunduğundan, gece namazı mecâzen Kur'ân
okuma ile ifâde edilmiştir.) (el-Müzzemmil
(73), 20) âyet-i kelimesindeki emirde de bir kısıtlama sözkonusu değildir.
Günah ve kusûr çokluğu sebebiyle hayır ve iyilikler asla terk ve te'hir edilemez.
Bu husûsa işâret etmek üzere bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: «Üzerlerinde dağlar kadar günah yükü ile zikir
meclisine gelen öyle kimseler vardır ki, zikirden sonra üzerlerinde günahdan
bir iz bile kalmadan kalkarlar.» Aksine
günahkâr olarak işlenen iyilikler, sâhibini bu yükten kurtardığı için ayrı bir
ecir çokluğuna da sebep olur. (Ahmed
b. Hanbel Zühd bâbında rivâyet etmiştir.) Genç ve tâze delikanlılara, içinde şehvet bulunmamak kaydıyla
bakmak haram değildir. Onların meclislere girmesi de haram olmaz. Zâviye ve
zikir meclislerine girmelerinin hükmü de böyledir.
Nitekim Hz. Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem'in torun lan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'i mescide getirmesi debunu gösterir. Az bir kötülükten dolayı, çokça olan bir hayrı terketmek en büyük kötülüktür. Bir fısk u fücûr meclisinde bulunan ve Allah'ı zikir ve tesbih eden bir kimse için; eğer orada kötülükle meşgul ise ve buna niyyet etmişse fısk, yok burada Cenâb-ı Hakkı zikr ile vakit geçiriyorum derse, zikir ile meşgûldür demişlerdir. Böyle birinin durumu çarşıda-pazarda Allah'ı zikreden kimsenin durumu gibidir. (Kadîhân)
SORU:
Mevleviyye tarikatı bağlılarının, âdetleri
gereği şeyhlerine hürmet ve saygı göstermek maksadıyla secde eder gibi yerlere
kadar eğilmeleri küfür müdür?
CEVAP:
Küfür değildir. Çünkü, secde: Bedenin yedi
organını, ibâdet kasdıyla, Kıble'ye yönelerek, abdestli bir şekilde yere
kapamaktan ibârettir. Buradaki hareket ise şeyhe olan saygının ifâdesi olarak
yere kapanmaktır. İbâdet gâyesi gütmeksizin bir kimsenin, hürmet ve saygı
göstermek için Sultana secde etmesi küfür değildir. Bunun aslı, meleklerin Hz.
Âdem'e yaptıkları saygısecdesi ve kardeşlerinin Hz. Yûsuf'a gösterdikleri hürmet
secdesinden alınmıştır. (Kadîhân
Fetvaları'nın İstihsan bölümünden,alınmıştır.)
Eğer bir konuda küfrü gerektiren veya tekfire mâni olan fetvâ türleri varsa, müftînin küfre mânî olucu fetvâ ile hüküm vermesi gerekir. (Fetâvâ'yı Ali Efendi) İmanın şartlarından birini inkâr etmek gibi kişiyi küfre sokan bir redd ve inkârda bulunmadıkça, mü'min îman dâiresinden asla çıkmaz (Fetâvâ-yı Ali Efendi)
SORU :
Nakş-bendiyye
Tarikatı'nda «Râbıta-i Şerife» adıyla meşhûr olan uygulamaya, tarikattan nasibi
olmayan, mutaassıb bazı âlimlerin, fıkıhda bilgisiz olan bazı taklîdçi ilim
adamlarının karşı çıkmalarının sebebi nedir?
CEVAP:
Râbıta,
Allah'a, Onun yüce Rasûlüne ve Cenâb-ı Hakk'ın veli kullarına duyulan bir
sevgiden ibârettir. Râbıta ile sevgi arasındaki alâka «zikr-i lâzım ile irâde- i
melzûm» (birinin bulunması hâlinde diğerinin de zaruri olarak bulunması)
kabîlindendir. Nasıl sevgi; sevgilinin hayâlini, güzelliğini, şahsını,
sıfatlarını, hâl ve hareketlerini, yüz hatlarını düşünerek kalbi sevgiliye bağlamaktan
ibâret ise râbıta da öyledir. O da: Sevginin fazlalığından kaynaklanan kalbî
bir alâkadan ibârettir. Bu, şahsına, hal ve durumuna göre her mü'minin kalbinde
az veya çok bulunur. Zira, her mü'minin kalbinde az ya da çok Hz. Peygamber
sallâllahü aleyhi ve sellem ve Dört büyük halîfesine yönelik bir sevgi ve bir
alâka vardır.
Râbıta, lügatta, artırmak, kuvvetlendirmek, güçlendirmek ve
bağlamak ma'nâlarına gelir. Aşağıdaki âyet-i kerimelerde bu anlamda
kullanılmıştır. «Kalblerinizi (birbirine) bağlamak ve ayakları (nızı) pekiştirmek için üzerinize gökten bir su
indiriyordu. » (el-Enfâl (8), 11) (Rabıta ile ayaklarınızı birbirine sağlamca
bağlamak ve bu bağı kuvvetlendirip sağlamlaştırmak) şeklinde ifâde edilmiştir. «Ey
inananlar! Sabredin, direnip (düşmanlarınıza) üstün gelin. Cihâda hazırlıklı,
uyanık bulunun ve Allah'tan korkun ki, başarıya eresiniz.» (Âl-i İmrân (3), 200)
Burada «Râbıtü» emri; Mevzilerde
bedenlerinizi ve bineklerinizi kuvvetli bulundurun.» «İtaatlara karşı dâima
nefsinizi gözetin ve denetim altında tutun» ma'nâsındadır. Bu ma'nâya işâret
etmek üzere bir hadis-i şerifte: «Bu râbıtadır, bu râbıtadır» buyurulmuştur. Bu
ma'nâlara göre âyet şöyle açıklanabilir: «Âdetleri terketmek husûsunda nefsin
üstün gelme isteklerine karşı çıkın, tâ'at ve ibâdetlerin ağırlık veren
acılığına karşı dayanma gücü gösterin. Cenâb-ı Hakk'tan tecelli edecek ilâhî
vâridatları gözetebilmek için sırr'larınızı takviye edin. Şerî'at, tarikat ve
hakîkat'a göre zuhûr edecek varidâta surlarınızı hazırlayın. » Murâbatasız
musâbara, musâbarasız da sabır olmaz.
Bunların eksiksiz ve semereli bir şekilde
yapılabilmesi seyr ü sülûk ile mümkündür. Kul ancak böyle ma'nevi bir terbiye
ile hal ve makamları sonuna kadar aşabilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk: «Eğer biz,
(va'dimize) inananlardan olması için onun kalbini (sabır, sebüt, kuvvetli bir
irtibat ve güçlü bir bağ ile) iyice pekiştirmemiş olsaydık, nerede ise işi
açığa vuracaktı.» (el-Kasas
(28), 10) (Bu açıklamalar Rûhü'l-beyân'dan
kısaltılarak alınmıştır.)