Cezâsız kalmayan büyük suçları, Hafız Zehebî Hz.'nin güzel bir üslûp içinde kat'î delillerle beyan edilmiş olan KİTÂBÜ'L KEBÂİR isimli eserinden kısaltıp sâdeleştirerek müslümanların istifâdesine sunmuş bulunuyoruz.

MUHTASAR ZEKAT RİSALESİ

ÖNSÖZ

Kur'an-ı Kerim'in 80 küsûr yerinde; NAMAZ KILIN, ZEKÅT VERİN emr-i celîli ile, zekât namazla beraber beyan buyurulmuştur.

Resûlullah S.A.V. Allahü Teâlâ'nın hakkı ile, kulların hakkını beraber beyan buyurup, zekât ve öşür hakkında vâkî olan ilâhî hükmü cihana duyurmuş, gönüller arasında bağlantı kurmak suretiyle, karşılıklı alâka, mürüvvet ve sevgi hisleriyle kaynaşma sağlamış ve saymakla bitmeyen nice menfaatlere sebep olmuştur.

Zekât ve öşür borçlusu olan Müslüman, mal ve serveti içinde, fukara hakkı olduğunu unutmadan, onu ayırıp ehline vermeli. Aksi halde haram yemekten kurtulmaz.

Haram yemek, yalnız yol kesmek, hırsızlık etmekle olmaz; zekât ve öşür borçlarını vermeyip, fukara hakkını yemek de haramdır.

Helâl gıda ile beslemek lâzım gelen vücuda haram yedirmek, benzinli arabaya mazot koymak gibi, maddî ve mânevî sıkıntılara sebeptir...

Müslüman kitap, sünnet ve icmâ ile sâbit olan zekât ve öşrünü lâyık olduğu yere vermekle çok şey kazanır.

 ZEKÂT

A.C.: (Habibim) Onların mallarından sadaka (zekât) al ki, bununla kendilerini (günahlardan) temizlemiş, iyi amellerini bereketlendirmiş olasın... (S. Teğabün 103)

H.Ş.: Malının zekâtını veren, şerrini defeder (heder olmaktan korur); bereketi elde eder, (her iyiliğe ulaşır). (Râmuz 2674-5)

Zekât, malla alâkalı bir ibâdettir. Senede bir defa verilir.

Zekât maddî ve mânevî temizliğe sebeptir. Zekâtı verilmeyen malın tamâmı haramdır. Haram ise ibâdet zevkine mânî olur. Haramla beslenen insan, kendisine gayri meşrû yol arar.

Kur'an-ı Kerim'de bildirildiği üzere, bir kimse zekâtını ve öşrünü vermese, namazı kabul olmaz; Peygamber'e itâat etmese, Allah'a itâatı kabul olmaz; ana babasına hizmet etmese, Allah'a şürkü kabul olmaz.

 ZEKÂTTA NİSÂB

Havâic-i asliyesinden (zarurî ihtiyaçlarından) ve borcundan fazla 96 gr. (bazı kavilde 80 gr.) altını veya bu kıymette parası veya malı veya tahsili kaabil alacağı olan Müslüman, bu mala bir sene sahib olması halinde, maldan nâmî olanların (çoğalabilenlerin) kırkta birini zekât olarak vermesi farzdır.

Şu halde borç miktarını düşüp kalan kısmın zekâtını verir.

* Sene başında zekât nisâbına sahip olan kimse, malın sene sonundaki kıymeti üzerinden zekât verir. Sene boyunca malın artıp eksilmesi zekât hesabına tesir etmez. Ancak, yıl içinde mâlî durumu nisâb altına düşerse zekât lâzım gelmez. (Dürer S. 182 – İbn-i Âbidîn C.2 s. 302)

* Sabî; nisâba malik de olsa, zekât vermesi lâzım gelmez. Sabînin vasîsi onun malından zekât niyetiyle verse, tazmin ettirilir. (Nimet-i İslâm, Zekât Bahsi S.8)

* * *

HAVÂİC-İ ASLİYE (ZARÜRİ İHTİYAÇLAR)

1- Oturacak bir ev veya daire ile onun döşenmesiyle alâkalı kâfî miktarda eşya,

2- Binek hayvanı veya bisiklet, motosiklet, otomobil vs.,

3- Bir adet silâh,

4- İş elbisesi, günlük elbise ve bayramlık olmak üzere üç kat giyecek,

5- Kendisinin ve bakması üzerine vâcip olan kimselerin bir senelik nafakaları,

6- Çift sürmede kullanılan bir çift öküz, veya bir traktör ile zırâî aletler,

7- Sanatkârın âletleri,

8- Her eserden birer takımı aşmamak üzere kitaplar. (Okumasını bilmeyenlerinki hariç...)

ZEKÂT LÂZIM GELEN VE GELMEYENLER

Ticaret maksadıyla elde bulunan ev, arsa, dâire, tarla ve ziynet eşyaları zekâta tâbidir. Ticâret niyetiyle alınmamışlarsa, bunlar zekâttan muaftır.

Yemek ihtiyâcına ayrılan zahîre, oturulan dâire, işletilen dükkân, yazlık ve kışlık elbiseler, kullanılan iş âletleri, makine ve arabalar, ev eşyaları ve kitaplar zekâta tâbî değildir. Çünkü bunlar aslî ve zarurî ihtiyaç sınıfındandır.

* Ev almak için biriktirdiği paranın üzerinden bir sene geçerse zekât vermek lâzım gelir; evi olmasa da...

* Tamamı haram olan maldan zekât lazım gelmez. O mal hak sâhipleri varsa onlara, yoksa, vârislerine, onlar da yoksa fakirlere verilir. (Büyük İslâm ilmihali S 340 Madde 30)

Helâl ve haram karışık ayrılması mümkün olmayan malın tamamından zekât verilir. (Büyük İslâm ilmihali S 340 Madde 30)

TAŞINMAZ MALLARIN ZEKÂTI

Han, hamam, dükkân, dâire veya arsa, satmak kastıyla bulunuyorsa zekât lâzım gelir. Satma kastı yoksa, gelirinden zekât lâzımdır. (Dürer C.1 S. 173 – İbn-i Âbidin C. 2 S. 265)

 ALACAKLAR

Tahsili mümkün olan her alacak (kadınlar için mihr-i müeccel), mal sayılır ve zekât hesabına dahildir.

Tahsil edilmesinden ümit kesilmiş alacaklar ise zekât nisâbına dâhil edilmez. (Dürer C.1 S. 173)

SÜS EŞYASINDAN ZEKÂT

Ticâret malı olsun, olmasın her türlü altın ve gümüşten ve bunlardan yapılmış süs eşyasından zekât verilir.

Bunlardan başka süs eşyaları, ne kadar kıymetli olsa da ticâret malı değilse zekât lâzım gelmez. (İbn-i Âbidîn C.2 S. 173)

TİCARET MALINDAN ZEKÂT

Ticâret eşyâsının zekâtı, zekât verilecek gün alış bedelinden hesaplanır. (Büyük İslam İlmihali S. 146 Madde 42)

Tüccarlar, satılık malını senede bir defa sayıp, değerini hesap eder. Bornu düşer, alacaklarını ilâve eder ve kalan miktarın kırkta birini zekât olarak verirler.

 HAYVANLARIN ZEKÂTI

Ticâret için bulundurulan hayvanların tamamı zekâta tâbîdir.

Çift sürmek, arabaya koşmak, yük taşımakta kullanılan ve senenin yarısında paralı yemle beslenen hayvanlardan zekât verilmez.

Senenin çoğunu mer'ada geçiren koyun ve keçiden kırkta bir; koyun veya keçi, sığırda otuzda bir dana, devede ise, beş devede bir koyun zekât olarak verilir.

Hayvanın bedeli verilecekse, zekât verilen gün alış fiyatı üzerinden verilir. (İbn-i Âbidîn C. 2 s. 286) 

İNŞAATÇILARIN ZEKÂTI

Ticâret için olan taşınmaz mallar da zekâta tâbidir. Bu maksatla elde bulunan veya satmak için inşâ edilen dâirelerin kırkta biri, ya da günün fiyatı üzerinden maliyet bedeli, zekât olarak verilir. (İbn-i Âbidîn C. 2 s. 285)

ZEKÂT VERİLECEK YERLER

 Zekât, bir günlük yiyeceği olmayan "miskinlere"; bir senelik veya bir aylık zarurî ihtiyaçlarını karşılayamayacak veya ancak karşılayabilecek durumda olan "fakire"; elinde borcunu ödeyecek kadar malı bulunmayan hakikî "müflis Müslüman’a"; İslâma ve Müslümanlara kalbi ısınması istenen yahut İslâm’a zararları dokunma ihtimali olan müşrik ve kâfirlere, yani "Müellefe-i kulûb"a; "Allah için ve Allah'ın dininin yücelmesi için çalışan" her ferde, cemiyete veya kurumlara; "yolculara"; "mükâtep kölelere"; ülül-emr tarafından zekât toplamakla vazifelendirilen "âmillere"; Kur'an kurslarına, İslâm ahlâkın ve akîdesini koruyan ve devamına çalışan ilim sahiplerine verilir.

* Bir fakiri dilenmekten kurtarmak maksadıyla zekâtın hepsini ona vermek, fukaraya dağıtmaktan evlâdır. (İbn-i Âbidîn C. 2 s. 353)

* İyiyi-kötüyü anlayan küçük fakir çocuğa zekât verilir.

Usül ve fürûundan olmayan, ancak akrabâlık yönünden nafakası üzerine düşen yetime, zekâtına mahsûben– yenecek veya giyecek bir şey vermek câizdir. Mubah olarak fukaraya ikram edilen yemek ise –temlik şart olduğundan- zekâta mahsup edilmez. (Büyük İslâm ilmihali S. 360 Madde 90- 91)

* Düğün ve bayramlarda âdet olan hediyeleri muhtaçlara zekât niyetiyle vermek câizdir. (Büyük İslâm ilmihali S. 363 Madde 104)

* Zengin birinin fakir olan hanımına ve yetişkin çocuklarına zekât niyetiyle vermek câizdir. Çünkü, yetişkin oğul babasının, kadın kocasının zengin olmasıyla zengin sayılmaz. (Dürer C.1 S. 191 Büyük İslâm ilmihali S. 362 Madde 101)

* Zengin bir kadının fakir olan çocuğuna (anasının yanında kalsa veya evli olsa dahî) zekât verilir. Çünkü anaların zenginliği ile bunlar zengin sayılmazlar.

* Fakir zannıyla zekât verilen kimse, zengin olduğu sonradan anlaşılsa, - araştırma yapılmışsa­- verilen zekât geri alınmaz. Araştırma yapılmadan verilmişse yeniden vermek lâzım gelir. (Büyük İslâm ilmihali S. 363 Madde 107-108)

İLİM TALEBESİNE ZEKÂT

Din ilmi okuyan talebeye zekât verilir. Çünkü o, nefsini, kendisinin ve başkalarının istifadesi için vakfetmiştir ve çalışıp kazanmaktan âcizdir. Hâcetler de onu buna zorlamaktadır (Nimet-i İslâm 35, İbn-i Âbidîn C.2 S. 343 Tahtavî... İhya C.1 S. 614)

İlim tahsil edene ve âlime zekât verilir. Çünkü bunlar çalışmayı ilme hasrettikleri için zengin de olsalar, kazançtan mahrumdur. Hem âlimdeki paradan fakir de istifade eder. (Nimet-i İslâm S. 524 - Mültekaa şerhi Damad C.1 S. 180)

Talebeye zekât ve sadaka vermekle ilim tahsiline yardım etmiş ve ilim sevabına ortak olunmuş olur. (İhyâ İmam-ı Gazâlî Hz.)

 ZEKÂT VERİLMEYECEKLER

Kişi babasına, anasına, oğullarına, kızlarına, torunlarına, karısına ve kadın ise, kocasına zekât veremez. (Dürer C.1 S. 184)

* Gayrimüslime ve zengin kimselere zekât verilmez. (Dürer C.1 S. 190)

* İşçisine az ücret verip de onu zekâtla gözetmek câiz olmaz. Çünkü yalnız Allah rızâsı için verilen zekâtı menfaat karşılığı vermiş olur. (Dürer C.1 S. 171)

* Devlete verilen vergi zekât sayılmaz. Çünkü devlet aldığı vergilerle zenginlere hatta Müslüman olmayanlara da hizmet götürür. Zekat ise ancak Müslüman fakire verilir. (Büyük İslâm ilmihali S. 362 Madde 102)

* Fazla olan evinde fakiri iskân edip alacağı kirayı zekâta saymak câiz olmaz.

* Bir fakire vermek üzere emânet aldığı zekâtı şahsı için sarfeden, fakir de olsa tazmin eder. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 269)

* Başkalarından alacağı olup bu alacak ile fakirlik ölçüsünün üstünde olan kimseye, başka malı olmasa da zekât verilmez.(Nimet-i İslâm S. 528)

* Zekât verilmezse işi bırakır korkusuyla hizmetçiye zekât vermek câiz olmaz. (Dürer C.1 S. 171)

* Zengin bir kimsenin bâliğ olmayan evlâtlarına zekât vermek câiz değildir. Çocuklar ister babalarının yanında kalsın, ister kalmasın... Çünkü babaları zengin olmakla onlar da zengin sayılırlar. (Dürer C.1 S. 191)

* Ölünün kefen ve defin masrafları veya borçları için zekât vermek de câiz değildir. (Dürer C.1 S. 189)

 AKRABADAN ZEKÂT VERİLEBİLENLER

* Kardeşlere, onların çocuklarına ve torunlarına, amcalara ve onların çocuklarına, dayılara, hala ve teyzelere ve onların çocuklarına zekât verilebilir. Hatta akrabalık sebebiyle bunlara vermek efdaldir. (Dürer Hâşiyesi C.1 S. 192)

* Oğlunun fakir olan hanımına (gelinine) zekât vermek de caizdir. (Nimet-i İslâm S. 528 Madde 16)

* Karısının önceki kocasından olma (üvey) çocuklarına zekât verilebilir. (Nimet-i İslâm S. 528 Madde 2)

 ZEKÂTIN TESLİMİ

Zekât, mal olarak, para olarak veya altın olarak verilir.

Zengin zekâtı bizzat kendisi verdiği gibi birini vekil tayin ederek de verebilir.

Muhtaç kimseye bizzat verildiği gibi, vekiline ve o kimse adına zekât toplayan birine de teslim edilebilir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 269)

 Zekât verilecek kimse sabi veya aklî durumu iyi değilse, zekat velisine veya kendisini koruyan kimseye verilir. (Büyük İslâm ilmihali S. 363)

Paranın kadrini bilen ve aldanmayacak yaşta olan çocuğun kendisi alması da kâfidir. (Nimet-i İslâm S. 528 Madde 5)

Zekât, îtimatlı bir kişi vâsıtasıyla toplanıp hakîkî ihtiyaç sâhipleri tesbit edilerek, bir merkezden de dağıtılabilir.

SENET VE ÇEKLE ZEKÂT

Zekât için çek veya vâdeli senet verilecekse alışverişlerde hesap ettiği vâde farkı düşülmelidir. Aksi halde zekât noksan verilmiş olur. "Bir dirhemden az zekât; dağ kadar altını nâfile niyetiyle sadaka vermekten birkaç derece üstündür.” denilmiş. (M.İ.R.C.1,M.29)

 NİYET

Zekât veren kalben "Malımın zekâtı" diyerek niyet etmek şarttır. Dilden "Hediyedir" diyebilir.

Bayram ve sâir günlerde muhtaç olan hizmetçilere, çocuklara veya sevinçli bir haber getiren fakire verilen bahşi zekât niyetiyle verilbilir. (Büyük İslâm İlmihali S: 474)

ZEKÂT BORCU İLE ÖLEN KİMSE

Zekât borçlusu olarak ölen kimse vasiyet eder, vârisleri de razı olursa, malının tamamı üzerinden zekâtı verilir. Vârisler razı olmazlarsa, malının üçte birinden yettiği kadar zekât ödenir. (Şerh-i Ferâid-i Sirâciye S. 4)

Ölen kişinin zekât borcunun teberrüken ödenmesinde fayda ümit edilir.

FİTRE

Şer'i ölçülere göre zengin sayılan (aslî ihtiyaçlarından fazla mala sahip olan) müslümanın, Ramazan ayı içinde, mâlî durumuna göre, o sene tesbit edilen miktarı, fakirlere vermesi vaciptir. Buna "Fitre" denilir ve zekât vermek caiz olan yerlere verilir.

Bir fitreyi parçalayıp bir kaç fakire vermek câiz olmaz. (İbni Nüceym Fet. - Dürer C.1 S. 196)

Fitreyi Ramazan ayı içinde vermek efdaldir. Fitre Ramazan bayramı günü sabah namazı vaktinin girmesiyle vacip olur. (Dürer C.1 S. 195) 

 

BİR ESNAFIN ZEKÅT

HESABINA MİSÅL

 

Dükkânındaki malın değeri  350 TL.

Tahsil edebileceği alacaklar  50 TL.

Mevcut parası  100 TL.

Elindeki altın ve gümüşler   + 10 TL

YEKÜN MAL MEVCUDU 510 TL

Borcu    - 30 TL.

ZEKÂT TAHAKKUK EDEN MİKTAR 480 TL

Verilecek zekât.. (Kırkta bir)  12 TL.

 

İNŞAAT YAPIP SATANLARIN

ZEKÂT HESABINA MİSÂL

 

Biten dairelerin değeri  4.000 TL

Bitmeyen daireler  1.000 TL

Elinde bulunan malzeme  400 TL

Elindeki ticârî arsalar  600 TL

Elindeki çek ve senetler

(O günkü değeri)  600 TL

Evindeki altın ve gümüşler  400 TL

Mevcut parası    +1.100 TL

YEKÜN MAL MEVCUDU  8.100 TL

Borcu    - 500 TL

ZEKÅT TAHAKKUK EDEN MİKTAR 7.600 TL

Verilecek zekât.. (Kırkta bir)  190 TL

 

İMALATÇI TÜCCARIN ZEKÅT

HESABINA MİSÅL

 

İmal edilmiş malların değeri  400 TL

Elindeki hammadde  200 TL

Alacakları  200 TL

Mevcut parası    + 100 TL

YEKÜN MAL MEVCUDU  900 TL

Borcu  -  100 TL

ZEKÅT TAHAKKUK EDEN MİKTAR 800 TL

Verilecek zekât... (Kırkta bir)  20 TL

* * *

ÖŞÜR

A.C.: Ey İman edenler, kazandıklarınızın en güzelinden ve yerden çıkardıklarınızdan infak edin. (S. Bakara 267)

A.C.: ...her biri mahsül verdiği zaman onlardan yiyin. Hasat günü (mahsülün toplandığı gün) de hakkına (öşrünü) verin (S. Enam 141)

H.Ş.: Arzın meydana getirdiği her şeyden öşür veya yarım öşür vardır. (Ramuz 325/9)

H.Ş.: Yağmur suyu, nehir ve çeşme gibi akar suların suladığı araziden çıkan mahsulden tam (onda bir), dolapla, hayvanla, satın alınan su ile sulanan yerden elde edilen mahsulden yarım (yirmide bir) öşür vardır. (Râmuz 326/5)

Öşür "ONDA BİR" demektir. Mahsûllerde on kiloda bir kilo, on ölçekte bir ölçek öşür verilir.

Öşrün verilecek yerler, zekât verilen yerlerdir.

* Öşür verilen muhsûlde, işçi ücreti, ilâç, gübre, su yolu açmak gibi hiç bir masraf düşülmez. (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 67)

Tohum çıkarılmadan mahsûlün tamamından verilir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 328)

 ÖŞÜR VERİLECEK MAHSULLER

* Topraktan elde edilen her türlü mahsûlden, baldan ve kudret helvasından öşür verilir. (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 66)

* Arazî, ekilmediği halde, kendiliğinden mahsûl verse, o mahsûlden de öşür verilir.

* Keza umuma ait dağlardan toplanan her çeşit meyveden de öşür vermek lâzım gelir. (Dürer C.1 S. 186)

ÖŞÜR VERİLMESİ İCAB

ETMEYENLER

* Samandan ve balıktan öşür verilmez. ((İbn-i Âbidin C. 2 S. 327)

* Zeytinden öşür verilmişse yağından öşür verilmez.

* Kezâ üzümden ve susamdan öşür veren pekmezden ve susam yağından öşür vermez... (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 70)

 ÖŞÜR VERMESİ İCAB EDENLER

* Öşürde; zengin olmak veya malın üzerinden sene geçmek şart değil. Bir araziden senede bir kaç mahsûl alınsa, her mahsûlün öşrünü vermek lâzımdır. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 326)

* Öşürde "Araziye" itibar olunur, sahibine değil... Bir kimse fakir ve borçlu olsa da kaldırdığı mahsûl kendi ihtiyacına yetmese de elde ettiği mahsûlden öşür verecektir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 326)

* Arâzî sahibi çocuk, mecnun veya yetim olsa, velisi ve vasîleri, elde edilen mahsûlün öşrünü vermeleri lâzımdır. Vakıf arazisi dahî öşre tâbîdir. (Mebsût C-2 (İbn-i Âbidin C. 2 S. 326)

* Arazi mahsûlünün öşrü verilmeden, sahibi ondan yiyemez. Yemişse, hesap edip, onun öşrünü de verir. (İbni Abidin C-2 S.332 - (Büyük İslâm ilmihali S. 355)

* Vefat eden müslimin öşür borcu varsa, malından çıkarılır, mirasçılar ondan sonra taksim ederler. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 332)

* Kira ile tutulan tarlanın mahsûlünden öşrünü İmam-ı Azam'a göre mülk sahibi (kiraya veren), İmâmeyn'e göre kiralayan verir. Bu mevzûda İmâmeyn'in ictihadı tercih edilmiştir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 334)

* Ortak ekilen araziden kalkan mahsûl taksim edildikten sonra herkes kendi hissesine düşen kısmın öşrünü verir. (Hukuk-u İslâmiye Kâmusu C. 2 S. 79)

* İmam-ı Azam Hz.'ne göre: Mahsûlün azından, çoğundan hasılat alınınca, hemen öşür verilir. (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 66)

* Yetişmiş mahsûlün hasadından önce ölen mal sahibinin öşrünü vârislerin vermesi icap eder. (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 73)

 TÜRKİYE ARAZİSİ

Türkiye arazisi, "Öşür arazisi mi değil mi?" diye şüpheye aslâ mahal yok. Zira baba ve dedelerimiz öşür vermişlerdir.

Aynı zamanda Diyânet İşleri Başkanlığı Müşâvere Kurulu tarafından, Başkanlığın emriyle:

a) 26.8.1954 tarih ve 1519 sayılı

b) 19.4.1960 tarih ve 182 sayılı

c) 1.12.1976 tarih ve 185 sayılı ve

d) 21.9.1979 tarihli fetvalarda "Türkiye Cumhuriyeti hudutları içinde, tapulu ve tapusuz araziden elde edilen mahsulden öşür vermek lazım" denilmektedir.

CİHAD

Müslüman kimsenin zekâttan başka da borcu var. Ticârî olmayan bir çok mala mâlik olanlar, zekât vermeleri icap etsin etmesin, din hizmeti ve dinin ihyâsı için en az zekât borcu kadar tasadduk etmeleri icap eder denilmiştir.

A- HADİS-İ ŞERİFLERİN CEMEDİLMESİ VE YAZILMASI:

 

Bu kısımda “Kitabetü’l-Hadis”, “Tedvîn” ve “Tasnîf” tabirlerinin kısa izahları yapılacak ve tasnif usulleri ile alakalı hulasa olarak ma’lûmât verilecektir.

 

1- KİTÂBETÜ’L-HADÎS

 İlm-i Hadîs’te “Kitâbetü’l-Hadîs” tabiri ile, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve  Sahabe-i Kirâm devrinde hadis-i şeriflerin mücerred yazılması ve cemedilmesi kasdedilir. Asr-ı Saadet’te Sahabe-i Kirâm’ın bazıları Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hadis-i şeriflerini yazarak “sahîfe” adını verdikleri küçük risaleler vücuda getirmişlerdir. Abdullah İbn-i Amr İbni’l-Âs (r.a) Hz.’nin “Sâdıka” ismini verdikleri sahifesi ile; Hemmam İbn-i Münebbih (r.a.) Hz.’nin, Ebû Hureyre (r.a.) Hz.’nden yazmış oldukları “Sahîha” isimli sahifesi bunların arasında en meşhur olanlarıdır.

 

2- TEDVÎN

 Tedvîn lügatte, cemetmek manasınadır. Bu kelime ile, “yazılı sahifeleri cemederek iki kapak arasında kitap haline getirmek” manası ifade edilir.

 Hadîs İlmi Istılâhı’nda ise Tedvîn, Sahâbe-i Kirâm tarafından yazılmış olan yahut hafızalarda tutulan hadîs-i şerîfleri toplayarak bir kitap meydana getirmek manasına gelir.

 Tedvîn devrinin ne zaman başladığı hakkında kat’î bir tarih vermek mümkün değildir. Ancak bu mevzû ile alakalı olarak gelen rivayetlerden, tedvîn devrinin Sahâbe Asrı’ndan sonra, yani birinci asrın sonları ile ikinci asrın ilk çeyreğinde başladığı anlaşılmaktadır. 

 Tedvîn faaliyetine ilk başlayan ise Hilyetü’l-Evliyâ’da bildirildiğine göre İbn-i Şihâb ez-Zührî Hz.’dir.

 

3- TASNÎF

 Bu tabir “Kitâbetü’l-Hadis” ve “Tedvîn” tabirlerinden daha farklı bir manayı ifade eder. Hadîs-i şerîfleri tedvîn eden kimse (müdevvin), kitabını hazırlarken, içine aldığı hadîs-i şerîfleri sınıflandırır ve meselâ salât ile alakalı olanları bir bölümde; zekat ile alakalı olanları bir bölümde zikrederse “tasnîf”“musannaf” ismi verilir. yapmış olur. Bu şekilde hazırlanan eserlere de

 Hadîs Tarihi’inde evvelâ “Kitâbetü’l-Hadîs”, ardından “Tedvîn”, ondan sonra da “Tasnîf” devreleri teşekkül etmiştir.

 

4- BAŞLICA TASNÎF USULLERİ

 

 Hicrî ikinci asırda tedvîn ve tasnîf edilmeye başlanan hadîs eserleri Sünenler, Câmîler, Müsnedler, Müstedrekler gibi kısımlara ayrılmaktadır. Şimdi bu kısımlarla alakalı olarak kısaca ma’lûmât verelim.

 

a) Sünenler:

 Ahkâm Hadîslerini ihtivâ eden ve fıkıh bablarına göre tanzîm edilmiş olan hadîs kitaplarına “sünen” ismi verilmiştir. Bu kitaplarda sadece merfû’ olan  hadîs-i şerîfler yer alır ve “ibâdât , ukûbât ve mu’amelât” olmak üzere üç başlık altında toplanır. Bu başlıklara ait fıkhî mevzular da “kitab” ismi altında zikredilir. Kitablar ise “bablar” şeklinde tasnif edilir.

Mesela: Kitâbü’s-Salâh, Bâb-ü Salâti’l-Cümü’a gibi.

 

b) Câmîler:

 Bu sınıf hadis kitaplarında ise “Sünenler” gibi ibâdât , ukûbât ve mu’âmelât’a dair hadîs-i şerîfler toplanmıştır ancak, sadece bunlara değil bunlara ilaveten çok daha değişik mevzûlardaki hadîs-i şerîflere de yer verilmiştir.

Mesela Câmîler’de bulunan Kur’ân-ı Kerîm’in faziletleri, tefsiri; menâkıb, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sîret ve megâzîsi, Sahâbe-i Kirâm’ın faziletleri gibi mevzûlara sünenler’de temas edilmez. Bu itibarla Câmîler, her türlü müşkilin halli için başvurulabilecek mufassal hadis eserleridir.

 

c) Müsnedler:

 Bu sınıf hadis eserleri Hicrî üçüncü asırda ortaya çıkmıştır. Bu eserlerde hadîs-i şerîflerin mevzûları dikkate alınmamış, fakat hadîs-i şerîfler onları rivayet eden sahâbî’nin ismi altında cemedilmiştir. Mesela Ebû Hureyre (r.a.) Hz.’nin rivayet ettiği hadîs-i şerîfler, mevzûları ne olursa olsun, bu isim altında cemedilir.

 Sahâbe-i Kirâm’ın isimleri de İslam’a giriş sırası esas alınarak veyahut da neseblerine göre sıraya konmuştur.

 

d) Müstedrekler:

 Bir müellifin kendi şartlarını taşıdığı halde eserine almadığı hadîs-i şerîfleri, başka bir müellifin cemetmesiyle meydana gelen kitaplara “müstedrek” ismi verilir.

 En meşhur müstedrek, İmam Hâkim en-Neysâbûrî Hz.’nin, Sahîh-i BuhârîSahîh-i Müslim için (bu ikisine ilm-i hadîs’te -sahîhayn- ismi verilir) telif etmiş olduğu “el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn” isimli eseridir. ve

 

B- MEŞHUR HADİS ESERLERİ VE MUSANNIFLARI HAKKINDA MA’LÛMÂT:

 

Bu kısımda İlm-i Hadis’te “Kütüb-i Sitte” ismiyle meşhur olan en muteber altı eser ve musannıfları ile; bu altı eserden sonra en muteber diğer üç eser ve musannıfları hakkında kısaca ma’lûmât verilecektir.

 

CÂMÎLER

1) İmam-ı Buhârî Hz. (h. 194-256) ve el-Câmi’u’s-Sahîh:

 Hadis eserleri içinde en meşhur ve en muteber eser İmam-ı Buhârî Hz.’nin telif ve tasnif etmiş olduğu el-Câmi’u’s-Sahîh isimli eseridir. Bu eser “Sahîh-i Buhârî” ve “Buhârî Şerîf” isimleriyle de meşhurdur. İmam-ı Buhârî Hz.’nin asıl ismi, Muhammed bin İsmâil bin İbrâhim’dir. On yaşlarında bile yokken hadîs ezberlemeye başlamış, binden fazla şeyhten hadîs yazmış; yüz bin sahîh, iki yüz bin de sahîh olmayan hadîs-i şerif ezberlemiştir.

 el-Câmi’u’s-Sahîh isimli eseri Kur’ân-ı Kerîm’den sonra yeryüzündeki en sahîh kitaptır. Bu kitabı on altı senede tamamlamıştır.

 Bu eseri ile alakalı olarak kendisi şöyle söylemiştir: “Sahîh’i 600.000 hadîs-i şerîf içerisinden seçerek yazdım. Hiçbir hadîsi iki rekat namaz kılmadıkça içerisine koymadım” 

Talebesi Firebrî de İmam-ı Buhârî’nin şu sözünü nakleder: “el-Câmi’u’s-Sahîh’i Mescid-i Haram’da tasnif ettim ve iki rekat namaz kılıp Allah-ü Teâlâ’ya istihâreye vararak doğruluğunu tesbit etmedikçe hiçbir hadisi içine koymadım” İmam-ı Buhâri Hz. bu eserinde mükerrerlerin haricinde takrîbî 7400 hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. Mükerrer olanlarla birlikte 9000 hadîs-i şerîf mevcuttur.

 Keşfü’z-Zünûn’da bildirildiğine göre Sahîh-i Buhârî’in seksen iki adet şerhi yapılmıştır. Bunların içinde en meşhur olanı ise İbn-i Hâcer el-Askalânî’nin yazmış olduğu Fethu’l-Bârî isimli eserdir.

 

 

 

 

2) İmam-ı Müslim Hz.(h. 206-261)  ve el-Câmi’u’s-Sahîh:

 Kütüb-i Sitte içerisinde Sahîh-i Buhârî’den sonra en muteber hadîs eseri olan bu kitabın müellifi Ebû’l-Hüseyn Müslim ibnu’l-Haccâc el-Kuşeyrî en-Neysâbûrî’dir.  İmam-ı Müslim Hz., “Sahîh-i Müslim” ve “Müslim-i Şerîf” isimleriyle de meşhur olan bu eserini mükerrerler hariç 4000 hadîs-i şerîfi bir araya getirerek telif etmiştir.

 İmam-ı Nevevî Hz. Sahîh-i Müslim’i bablara ayırmış ve başlıklar koymuş, bu suretle ondan daha kolay istifade etme imkanı hâsıl olmuştur. İmam-ı Müslim Hz. de (Allah’ın ihsan ettiği bu nimeti ikrar için) kitabı hakkında şöyle buyurmuştur: “Bütün yeryüzü halkı hadis yazmaya çalışsalardı, ancak bunun seviyesine ulaşabilirlerdi. Mutlaka bir huccete dayanmadıkça bu kitaba ne bir hadis yazdım, ne de bir hadis çıkardım”

Sahîh-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim için “Sahîhayn” tabiri kullanılır. Yine ikisinin birden rivayet ettiği hadîs-i şerîflerin sonunda “Ravâhü’ş-Şeyhân” ve “Müttefekun aleyh” ibareleri yer alır.

 Sahîhayn’da "haddesenâ” tabiri “senâ” rumuzu ile, “ahberenâ” tabiri de “enâ” rumuzu ile gösterilir. Bu rumuzlar ihtisar için kullanılan birer ıstılahtır. Bil-hassa Sahîh-i Müslim’de sık sık ( ح ) harfi kullanılır. Bu işaret senedlerin değiştiğini gösterir.

 

SÜNENLER

3) İmam-ı Nesâî Hz.(h. 225-303)  ve Sünen-i Nesâî:

 Ebû Abdirrahman Ahmed İbn-i Şuayb en-Nesâî Hz.’nin telif etmiş olduğu bu eser Kütüb-i Sitte içinde Sahihayn’dan sonra en muteber eserdir.

 İmam-ı Nesâî Hz. Sünen-i Kübrâ isimli bir kitap telif etmiş ve bazı ma’lül hadisleri de bu kitaba almıştı. Kendisinden bu ma’lül hadisleri ayıklaması istenince de Sünen-i Kübrâ’yı ihtisar etmiş ve el-Müctebâ ismini verdiği ikinci süneni hazırlamıştır. İçinde ma’lül hadis bulunmayan ve Sünen-i Nesâî diye meşhur olan bu muhtasar, Kütüb-i Sitte içinde üçüncü sıraya yerleşmiştir.

 İmam-ı Hâkim en-Neysâbûrî Hz. şöyle demiştir: “Ebû Abdurrahman’ın (İmam-ı Nesâî) hadis fıkhı üzerindeki izahları sayılamayacak kadar çoktur. Onun Kitâbü’s-Sünen’ini tetkik eden kimse izahlarının güzelliği karşısında hayrete düşer.”

4) Ebû Dâvûd Hz.(h. 202-275)  ve Sünen-i Ebî Dâvûd:

 Bu eserin müellifi Ebû Dâvûd Süleyman İbni’l-Eş’as es-Sicistânî Hz.’dir. Hadis öğrenmek için küçük yaşta seyahatlere çıkan Ebû Dâvûd Hz. Horasan, Irak, Suriye ve Hicaz muhaddislerinden hadis yazmış; topladığı 500 bin hadîs-i şerîf içinden de ahkamla alakalı 4800 hadîs-i şerîf’i seçerek Sünen-i Ebî Dâvûd’u meydana getirmiştir.

 Bu eser hakkında İbnü’l-A’râbî şöyle söylemiştir: “Bir kimsenin elinde ilim olarak Allah’ın kitabı ve bir de Ebû Dâvûd’un Sünen’i bulunsa o kimse, başka bir şeye muhtaç olmaz.” Ebû Süleyman el-Hattâbî ise “Ebû Dâvûd’un Sünen’i, İslamî ilimler sahasında benzeri yazılmamış kıymetli bir eserdir. Mezhepleri farklı olduğu halde, bütün insanlar tarafından hüsn-ü kabul görmüştür. Bu sebeple ulema ve fukaha arasında bir hakem olmuştur.” diye söylemiştir.

5) İmam-ı Tirmizî Hz.(h. 209-279)  ve Sünen-i Tirmizî:

 Ebû Îsâ Muhammed ibn-i Îsâ et-Tirmizî Hz. küçük yaştan itibaren hadis öğrenmeye merak sarmış ve bu maksatla bir çok seyahatlere çıkmıştır. İmam-ı Buhârî Hz.’nin talebelerindendir.

Sünen-i Tirmizî de hadis eserleri arasında “Sünen” sınıfına dahildir. Çünkü bu eser de fıkıh bablarına göre tanzim edilmiştir. Ancak başka mevzulardaki hadîs-i şerîfleri de hâvî olduğu için “el-Câmi’u’s-Sahîh veya Câmi’u’t-Tirmizî” isimleriyle de şöhret kazanmıştır.

 İmam-ı Tirmizî Hz. tasnif etmiş olduğu bu eseri için şöyle söylemiştir: “Bu kitabı tasnif ettiğim zaman, onu Hicaz alimlerine arz ettim, beğendiler; Irak ulemasına arz ettim, beğendiler; Horasan ulemasına arz ettim, onlar da beğendiler. Her kimin evinde bu kitap bulunursa sanki o evde konuşan bir Nebi vardır.”

 

6) İbn-i Mâce Hz. (h. 209-273 veya 275) ve Sünen-i İbn-i Mâce:

 Ebû Abdillah Muhammed İbn-i Mâce el-Kazvinî Hz. de hadis öğrenmek için bir çok seyahatlere çıkan; hafıza ve itkan cihetinden hadis imamlarının medh-ü senâ ettiği; sika ve huccet olduğuna dair ittifak bulunan büyük bir muhaddistir.

 Bu eserini 32 kitap ve 1500 bab olmak üzere, fıkıh bablarına göre tasnif etmiştir. Bu babların tamamında, muhtelif sayılarla, toplam 4000 hadîs-i şerîf mevcuttur.

***************************************************************************

Mezkür altı eser için İlm-i Hadîs’te “Kütüb-i Sitte” tabiri isti’mal olunur. Ancak 6. kitabın hangisi olduğu hususunda ihtilaf vardır. Şöyle ki; 

· Bir kısım âlimler 6. kitap olarak İmam-ı Malik Hz.’nin, el-Muvattâ isimli eserini;

· Aralarında İbnü’s-Salah, İmam-ı Nevevî ve İbn-i Hâcer el-Askalânî Hz.’nin de bulunduğu diğer bazı âlimler ise ed-Dârimî’nin, “Sünen-i Dârimî” isimli kitabını kabul ederler.

Muvattâ, Sünen-i Dârimî ve Ahmed İbn-i Hanbel Hz’nin Müsned’i hakkında malumat vermeden önce, yukarıdaki altı hadis eseri ile alakalı olan bazı tabirleri kısaca izah edelim:

· Sahîh-i Buharî ve Sahîh-i Müslim ile birlikte İmam-ı Malik Hz.’nin Muvattâ isimli eseri için “Kütüb-i Selâse” tabiri kullanılır. (Bu, Kütüb-i Sitte içine İmam-ı Mâlik Hz.’nin bu eserini dâhil edenlere göredir. Bu âlimler Sahihayn’dan sonra 3. sırada Muvattâ gelir görüşündedirler.)

· Sünen-i İbn-i Mâce’den önceki beş esere Kütüb-i Hamse” ve “Usûl-i Hamse” denir.

· Kütüb-i Sitte’ye Sünen-i Dârimî’nin dahil edilmesiyle yedisine birden “Kütüb-i Seb’a” denir.

· Kütüb-i Sitte içindeki dört sünen için ise “Sünen-i Erba’a” tabiri kullanılır. Bazı rivayetlerde kullanılan “Sünen Sahipleri” ifadesi ile de bu dört sünen kasdedilir.

Şimdi Kütüb-i Sitte’den sonra en meşhur ve muteber olan diğer üç eser hakkında ma’lûmât verelim. Kütüb-i Sitte’ye bu üç eser de dahil edilerek tamamına birden “Kütüb-i Tis’a” denir.

7) Dârimî Hz. (h. 181-255)  ve Sünen-i Dârimî:

 Dârimî Hz. hilm, dirayet, zekâ, hıfz, ibadet ve zühd bakımından darb-ı mesel olacak şekilde son derece zekî ve dindar bir kimse idi. Hadis toplamak için pek çok seyahatlere çıkmış, bu sebeple Mısır, Şam, Irak ve Haremeyn’i ziyaret etmiştir. Semerkand’da uydurma hadislere kaşı mücadele vermiştir. Daha önce de zikrettiğimiz gibi İbnü’s-Salah, İmam-ı Nevevî ve Hafız İbn-i Hacer el-Askalânî gibi bazı alimler altıncı kitap olarak Sünen-i Dârimî’yi kabul etmişlerdir. İmam-ı Nevevî Hz. onun hakkında şöyle demiştir: “Dârimî zamanındaki Müslümanların hafızlarından bir tanesidir. Fazilet ve hafızasına çok az insan yetişebilirdi.”

8) İmam-ı Mâlik Hz.(h. 95-179)  ve el-Muvattâ :

 İmam-ı Mâlik Hz. malum olduğu üzere Mâlikiyye Mezhebi’nin kurucusu ve Sahâbe-i Kirâm’dan Ebû Âmir (r.a.) Hz.’nin torunudur. Kendisi Abdurrahman ibn-i Hurmuz başta olmak üzere Medine’nin diğer alimlerinden ilim öğrenmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hadîs-i şerîfleri ile beraber Sahâbe-i Kirâm Hazerâtı’nın sözleri ve fetvalarına da kitabında yer veren İmam-ı Mâlik Hz. bu eserini şeyhlerine arzetmiş, onlar da muvafakat göstermişlerdir.

 

 

 

 

9) Ahmed ibn-i Hanbel Hz.(h. 164-241)  ve Müsned-i Ahmed ibn-i Hanbel :

 Ebû Abdillah Ahmed ibn-i Muhammed ibn-i Hanbel Hz. de malum olduğu üzere mezheb imamlarımızdandır ve ilim öğrenmek için küçük yaşlardan itibaren seyahatlere çıkmıştır. 40 yaşına kadar hadîs-i şerîf toplamakla ve ilmini ziyadeleştirmekle meşgul olmuş; 40 yaşından sonra da hadis rivayet etmeye ve ilim öğretmeye başlamıştır. 750.000 hadis içerisinden seçerek yazdığı Müsned’i dînî mevzûlarda ihtiyaç duyulan tüm meselelerin halli için başvurulabilecek kıymette bir eserdir.

Böylece “Kütüb-i Tis’a” ismiyle meşhur olan en muteber 9 hadis eseri ile alakalı kısa malûmât vermiş olduk. Daha sonraları bu eserler için birçok şerhler, hulasalar yapılmış; bunlardan istifade ile başka eserler meydana çıkmıştır. Bu hususla alakalı olarak mufassal eserlerde izahat bulunabilir.

C- “İLM-İ USÛL-İ HADÎS” İLE ALAKALI ISTILAHLAR VE HADÎS-İ ŞERÎFLERİN TAKSÎMÂTI

 

Bu kısımda İlm-i Usûl-i Hadis’te müsta’mel olan ıstılahlar ve ehl-i hadisin mertebeleri kısaca izah olunup, hadis-i şeriflerin muhtelif itibarlarla taksîmâtı yapılacak; ardından sıhhat dereceleri  ( makbul veya merdüd olmaları )  beyan edilecektir.

 

İlm-i Hadîs iki kısma ayrılır:

1. İlm-i Rivâyet-i Hadîs: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in akvâl ve efâlini bilmeye ve bunların rivayet, zabt ve tahrîrine mahsus olan ilimdir. Bu ilme Fürû-u Hadîs ismi de verilir.

2. İlm-i Dirâyeti-i Hadîs: Rivâyetin şart, nevî ve hükümleri; Râvî’ninMervî’nin (rivâyet olunan haber) nevîleri kendisiyle bilinen ilimdir.  hali ve şartları;

Tabîr-i âharla: Râvî ve Mervî’nin hallerinden, kabul veya red haysiyetiyle bahs eden ilimdir. Bu ilme Usûl-i Hadîs ismi de verilir.

Nasıl ki Usûl-i Fıkıh, Furû-u Fıkh’ın esası ve temelidir, aynen bunun gibi, Usûl-i Hadîs de Furû-u Hadîs’in esası ve mebnâ aleyh’idir.

1- ISTILÂHÂT-I USÛL-İ HADÎS

Sünnet, lügatte iyi olsun (medhe layık), kötü olsun (zemme layık) yol (tarîk) ve gidişât (siret) manalarına gelir. Istılahta ise bu manaları muhafaza etmekle beraber Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in tarîk ve sîreti için tahsis edilmiş ve kelimenin “mezmüm yol” manası kaldırılmıştır. Hulasa sünnet, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in, tamamen Allah (c.c.)’nun ahkamıyla amil olarak ihtiyar buyurduğu söz, fiil ve takrîrinden ibarettir. Bu itibarla sünnet üç kısımdır:

· Kavlî Sünnet (Sünnet-i Kavliyye) : Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sözleri

· Fiilî Sünnet (Sünnet-i Fiiliyye) : Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in fiilleri

· Takrîrî Sünnet (Sünnet-i Takrîriyye) : Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in asr-ı saadetlerinde mü’minler tarafından bir fiil yapıldığını gördükleri veya işittikleri halde nehiy ve inkara dâir hiç bir şey buyurmamaları

 Hadîs ise lügatte (kadîm-eski) kelimesinin zıddı olan, (cedîd-yeni) manasına gelir. Yine az veya çok olsun “söz” manasını da ifade eder. Hadîs İlmi Istılâhı’nda ise Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sözlerine ıtlak olunur.

 Bazı alimler Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sadece sözleri için değil, fiil ve takrîrleri için de (hadîs) tabirini kullanmışlar; diğer bazı alimler de Sahâbe-i Kirâm’ın söz, fiil ve takrîrlerini de bu kelimenin manasına dahil etmişlerdir.

 Haber ve Eser kelimeleri ise (Hadîs) kelimesinin mürâdifidir.

 Ashâb ve Sahâbe kelimeleri, arkadaş, dost, yâr-i hemdem manalarına gelen "Sâhib" kelimesinin cemîleridir. Sahâbî ise Sahâbe’den bir ferd manasınadır.

Sahâbî, İslam Istılâhı’nda, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i mü’min olarak gören (veya Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından görülen) ve mü’min olarak vefat eden kimsedir. Sahâbe-i Kirâm Hazerâtı’nın tamamı âdalet sahibidir (udûldür).

 Tâbiî (cemîsi : Tâbi’în) ise -ekseriyetin kavlince- Sahâbe-i Kirâm’dan birine veya birkaçına mülâkî olmuş zâttır.

 Muhadram, hem câhiliye devrine, hem de asrı saadete vasıl olarak Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i görmeksizin imana nail olan kimsedir. İmam-ı Müslim Hz.’nin 20 nakîb olduğunu bildirdiği ve İmam-ı Nevevî’nin adetlerini daha da ziyadeleştirdiği bu zâtlar, tâbiîn’dendir.

Sahâbe-i Kirâm ve Tâbiîn için “Seleftabiri isti’mal olunur.

Sened, hadîs-i şerîfin ricâlini yani hadîs-i şerîfi rivayet eden şahısları ifade eder. Senedin “ibtidâsı” o hadîsi rivayet eden şahıstır, “intihâsı” ise hadîsin sahibi olan zâttır.

İsnad, lügatte "dağın zirvesine tırmanmak ve bir şeyi yükseltmek" manalarına gelir. Hadîs Istılahı'nda ise haberin aracılar vasıtasıyla asıl sahibine yükseltilmesidir. Bu sistem başka milletlerde bulunmayan, Müslümanlara has bir sistemdir.

İsnad, Âlî İsnad ve Nâzil İsnad olmak üzere iki kısımdır. Şöyle ki:

Hadîs-i şerîfi sahibine daha az râvî ile yani daha kısa bir yolla ulaştıran isnadlara Âlî İsnad denir. Bunun aksi hallerde ise, yani haberi sahibine çok râvî ile ve daha uzun bir yolla ulaştıran isnadlara ise Nâzil İsnad ismi verilir.

Âlî İsnad ile rivâyet edililen hadîs-i şerîfler, Nâzil İsnad ile rivâyet edilenlere nisbetle daha makbuldür. Çünkü râvî sayısı çoğaldıkça hata yapma ihtimali de artar.

Metin, isnadın nihayet bulduğu kelamdır.

Ehl-i Hadîs’in Mertebeleri:

Sünnet-i Senniyye’yi nakil ve rivâyet eden Ehl-i Hadîs’in dereceleri, aşağıdan yukarıya doğru, şu şekildedir:

Tâlib : İlm-i Hadîs’de mübtedî olan kimselerdir. Ehl-i Hadîs arasında mevkîi yoktur.

Râvî veya Müsnid: Hadîs-i şerîfi senedi ile nakleden kimse demektir. (Muhric, senedi zikretmeden metni nakleden kimsedir.)

Muhaddis: Senedleri hıfz etmekle beraber, senedin ricâlinin ne dereceye kadar âdil veya mecrûh olduğunu da bilen şahıstır. Şeyh ve İmam da denilen Muhaddis, İlm-i Hadîs’de, Üstâz-ı Kâmil mertebesini bulan zâttır.

- Eğer Muhaddis, yüz bin hadîs-i şerîfi metinleriyle ve senedleriyle bilir; ayrıca senedin ricâlini hal tercümeleri ve cerh-ta’dîl noktasından halleriyle tanırsa o muhaddise Hâfız denir.

- Eğer aynı şekilde üç yüz bin hadîs-i şerîfi bilirse o kişiye Huccet ismi verilir.

- Bütün Sünnet’i ihata etmiş olan İmam’a ise Hâkim denir.

 

2- HADÎS-İ ŞERÎFLERİN TAKSÎMÂTI

 

RÂVÎLERİN ADEDİNE İTİBARLA (DERECE-İ ŞÜYÛ')

Haber, râvîlerinin adedine göre ya Mütevâtir olur ya da Haber-i Vâhid olur (cemîsi: Haber-i Âhâd). Haber-i Vâhid, lügatte yalnız bir şahsın rivâyet ettiği haber manasına gelse bile ıstılahta, Mütevâtir mertebesini bulmayan haber demektir. Râvîsi ister bir, ister iki, ister daha ziyâde olsun.

Haber-i Vâhid ise Meşhûr, Azîz ve Garîb olmak üzere üç kısımdır. Şimdi bu kısımları kısaca izah edelim:

a) Mütevâtir

 Her üç asırda da (Sahâbe, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn) yalan üzerine ittifakları adeten muhal olan kalabalık bir topluluğun verdiği haberlerdir ki verilen o haber hakkında zarûreten ilm-i yakîn ifade eder. Mütevâtir olan haber-i Rasûl’ün münkiri kâfir olur. Çünkü böyle bir haberi inkar etmek tekzîb-i Rasül’e varır ki, şüphesiz bu küfürdür. (el-ıyâze billâh)

 

Haber-i Mütevâtir’in dört şartı vardır :

  1. Kesret-i aded.
  2. Râvîlerin yalan üzerine ittifaklarının mümkün olmaması
  3. Bu vasıfların her üç tabakada da mevcud olması.
  4. Râvîlerin, bu haberde hisse itimad etmeleri. Yani haberin ya görülen ya da duyulan bir vâkı’a olması (mahsüs olması)

Haber-i Mütevâtir iki kısımdır:

  1. Lâfzî Mütevâtir: Hadîs-i şerîfin hem lafzının hem manasının tevâtüren nakli (Bu vasıftaki hadîs-i şerîflerin sayısı azdır. İmamı-ı Nevevî Hz.’in Şerh-i Müslim’deki beyanına göre takriben ikiyüz küsur)
  2. Manevî Mütevâtir: Hadîs-i şerîfin yalnız manasının mütevâtir olması.

Haber-i Mütevâtir’de sened aranmadığı gibi, râvîlerin adâlet ve zabt gibi sıfatları da aranmaz. Böyle bir haber ilm-i yakîn ifade eder ve hemen o haberle amel vâcib olur.

b) Meşhûr

 Her tabakada en az üç ve daha fazla râvî tarafından rivayet olunup tevâtür derecesine ulaşmayan haberlerdir (Bu tarife göre Haber-i Meşhûr'un diğer adı da Müstefîz'dir)

 Başka bir tarife göre ise Haber-i Meşhûr; Sahabe Asrı'nda bir veya iki râvî tarafından rivâyet olunup, ikinci ve üçüncü asılarda tevâtür derecesine bâliğ olan haberdir. Ayrıca halk arasında şöhret bulmuş olan haberlere de -aded ne olursa olsun- meşhûr ismi verilir.     

c) Azîz

 Haber-i Azîz ibtidâsından intihâsına kadar her tabakada iki râvî tarafından rivâyet edilen haberdir.

d) Garîb

Haber-i Garîb ise her tabakada yalnız bir tek şahsın rivayet ettiği haberdir. Buna Ferd ismi de verilir. İki kısımdır: 1- Ferd-i Mutlak, 2-Ferd-i Nisbî

Haber-i Vâhid'in üç kısmı da zan ifade eder. Râvîlerinde adâlet ve zabt şartları aranır ve buna göre makbul veya merdüd olabilir.

 

SENED VE İSNADA İTİBARLA ( İTTİSAL VE İNKITA')

Sened ve İsnad itibarıyla hadîs-i şerîfler başlıca iki kısma ayrılır:

a) Muttasıl (Mevsul)

 Bir hadîs, râvî silsilesinden (senedinin ricâlinden) hiç biri sâkıt olmaksızın rivâyet edilmişse, o hadîse muttasıl veya mevsûl ismi verilir. İsterse o hadîs merfû veya mevkûf veyahut da maktû olsun (bunlar biraz sonra izah olunacaktır).

b) Munkatı'

 Senedinin ricâlinden bazısı sâkıt olan hadîse munkatı' ismi verilir. (Bu isim kelimenin lügat manası dikkate alınarak verilmiştir. Yani bu mana umumîdir. Biraz sonra göreceğimiz üzere bazı hadislere de kelimenin ıstılah manası dikkate alınarak munkatı' ismi verilir ki bu mana daha hususîdir. Şöyle ifade edelim: Umumî olan munkatı' başlığının altında bir de, ondan daha hususî olan munkatı' başlığı vardır.)

 İşte munkatı' hadisler, senedin ricalinde meydana gelen bu sükûtun sayısına göre veya isnadın başında, ortasında ya da sonunda olmasına göre değişik isimler altında zikredilir. Buna göre Munkatı' hadisler beş kısımdır: Muallâk, Mürsel, Mu'dal, Munkatı' ve Müdelles. Bunlardan ilk dördünde sükût-u râvî (râvînin düşmesi) zahirdir. Yani herkesin anlayabileceği şekilde açıktır. Beşinci de ise hafîdir. Şimdi birer cümle ile bu beş kısım hadisi izah edelim:

1. Muallâk: Senedinin başından bir râvî veya birbirini takip etmek üzere (ale't-tevâlî) birkaç râvîsi hazf edilmiş olan ve en son hazfedilen râvînin şeyhine isnad edilen hadis.

 

 

 

2. Mürsel: Sahâbe-i Kirâm'ın çoğunu gören ve onlarla sohbette bulunan Tâbiîn âlimlerinin hadis rivâyet ederken, kendilerinden hadis işittikleri Sahabe'leri zikretmeden "Kâle Rasülullah" diyerek rivâyet ettikleri hadîs-i şerîflere bu isim verilir.

3. Mu'dal: İsnadının ortasından birbirini takip eden iki veya daha fazla râvîsi düşmüş olan hadislere Mu'dal denir.

4. Munkatı':  İsnadının ortasından birbirini takip etmeksizin bir veya daha fazla râvîsi düşmüş olan hadislere -hususî manası ile- Munkatı' denir.

5. Müdelles: Bir râvînin, görüştüğü şeyhten işitmediği halde işitmiş gibi veyahut da muasırı olmakla beraber görüşmediği şeyhten işitmiş gibi rivâyet ettiği hadislere Müdelles ismi verilir.

 

 

MÜSNEDÜN İLEYH'E İTİBARLA

Haber, müsnedün ileyh'e yani haberin sahibine, onu söyleyene itibarla Merfû', Mevkûf ve Maktû' olmak üzere üç kısımdır.

a) Merfû'

 İster muttasıl olsun ister munkatı' olsun bi'l-hâssa Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'e muzaaf kılınan hadîstir. Bu hadîs kavlî, fiilî veya takrîrî olabilir. İki kısımdır: Ya tasrîhan olur. Bu Peygamber Efendimiz (s.a.v.)  'şöyle buyurdu', 'böyle yaptı' veya 'takrîr etti' ifadelerinin açıkça zikredilmesiyle olur. Ya da Hükmen olur. Bu ise kavl, fiil ve takrîrin Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'e aidiyeti açıkça beyan edilmese bile, nakledilen haberin mahiyetinden, O'na ait olduğunun anlaşılmasıyla olur.

b) Mevkûf

 Sahâbe-i Kirâm (r.anhüm) Hazerâtı'nın kavl, fiil ve takrîrlerine ait olan, muttasıl veya munkatı' nakillerdir ki bunlarda rivayet Sahâbî'ye dayanıp orada kalır. Ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'e ref' olunmaz. Mevkuf hadisler yalnız tasrîhan mevkuf olabilirler. Hükmen olmazlar. 

c) Maktû'

 İsnadı Tâbiîn'de son bulan ve Tâbiîn'in kavl ve fiillerinden ibaret olan haberlerdir.

 

 

 HADİSİN SIFATINA İTİBARLA (SIHHAT CİHETİNDEN)

Haber, sıfatı itibarıyla yani sıhhatine göre Sahih, Hasen ve Za'îf olmak üzere üç kısımdır. "Sıfatına itibarla" ifadesi, "râvîlerin sıfatlarına ve senedin haline göre" demektir. "Râvilerin sıfatları" sözü ile râvilerin adalet, hıfz ve itkanı başka bir tabirle kendilerine olan itimad mertebesi kasd olunur. "Senedin hali" ifadesinden maksad ise muttasıl veya munkatı' olmasıdır.

Bu üç kısmın izahından önce şöyle bir taksimat yapmak faideli olacaktır: Daha önce "Râvîlerin Adedine İtibarla" başlığı altında Hadîs-i şerîflerin Mütevâtir ve Haber-i Vâhid olarak ikiye ayrıldığını görmüştük.

Haber-i Mütevâtir için sened aranmadığı ve senedsiz olmakla beraber ilm-i yakîn ifade ettiği malumdur. Haber-i Vâhid ise ya Makbul olur ya da Merdüd olur.

Makbul olanlar da sıfat-ı kabulün en yüksek derecesini haiz olursa buna Sahîh denir. O derecede değilse Hasen ismini alır. Sıfat-ı Kabulü haiz değilse buna da Za'îf (veya Merdüd ya da Sakîm) ismi verilir. Şimdi bu kısımları kısaca izah edelim:

a) Sahih

 Adalet ve zabt şartlarını hâiz olan râvilerin muttasıl isnadla rivâyet ettikleri, şaz ve muallel olmayan hadislerdir. Bu tariften de anlaşılacağı üzere bir hadisin sahih olabilmesi için şu beş şartı toplamış olması lazımdır:

 

· Râvîlerin adâlet sahibi olması: Adalet, insanı takvâ ve mürüvvet sahibi yapan bir melekedir. Sahâbe-i Kirâm'ın haricindeki diğer râvilerin adalet hususunda za'fiyyeti ma'lum ise, yine kim olduğu ya da adil olup-olmadığı meçhul ise, o hadis sahih olmaz. Sahâbe-i Kirâm'da adalet şartları araştırılmaz. Onların cümlesi âdildir.

· Râvîlerin zabt şartlarını taşımaları: Zabt râvînin rivayet ettiği veya kitabına aldığı hadiste fazla hata yapmayacak derecede hafız, dikkatli ve titiz olmasını sağlayan bir melekedir. Buna göre rivâyetinde çok hata yapan râvîlerin bulunduğu hadisler sahih değildir.

· Senedinde ittisal olması: İttisal, isnadda yer alan her râvînin, hadisi aldığı şeyhine mülâkî olması ve hadisi bizzat ondan almasıdır. Yani rivâyette inkıta' olmamasıdır. Bu itibarla Munkatı' başlığı altında yukarıda zikredilen hadisler sahih hadis kısmına girmezler. Ancak Buhârî ve Müslim'deki bütün hadîs-i şerîflerin sahih olduğu hususunda, muhaddisler ittifak etmişlerdir. Bu sebeple onlarda mevcud olan munkatı' hadisler dahi muttasıl sayılır ve sahihtir.

Bu şartlar müttefekun aleyh şartlardır. Şu iki şart ise muhtelefün fîh şartlardır:

· Hadisin şâz olmaması: Şaz hadis, sika (güvenilir) olan bir râvînin, kendisinden daha güvenilir diğer râvîye muhalif olarak rivayet ettiği hadistir. Bu halde daha güvenilir olan râvînin rivayeti tercih olunur, diğer rivâyet ise sıhhat vasfını kaybeder.

· Hadisin muallel olmaması: Muallel hadis, metin veya isnadında illeti bulunan hadistir. İllet, hadisi za'fa uğratan gizli bir kusurdur. Böyle bir kusuru olan hadis sahih hadis olmaz.

Sahih Hadis'in iki kısımdır:

1. Sahih li-zâtihî: Mezkür şartlara alâ vechi'l-kemal yani tam olarak, en üst seviyede sahip olan hadislerdir.

2. Sahih li-gayrihî: Yukarıda zikredilen şartlarda, sika bir kimsenin malumu olan bir nevî kusur mevcud olur ve bu kusur, sağlam olan başka isnadlar ile ortadan kalkarsa bu hadise Sahih li-gayrihî ismi verilir.

Hadis alimlerimiz "sahih li-zâtihî" olan hadîs-i şerîfleri, a'lâdan esfele doğru, yedi dereceye ayırmışlardır:

ü Birincisi, İmam-ı Buhârî ve İmam-ı Müslim Hz.'nin ittifak ettikleri hadîs-i şerîflerdir ki bunlar için (ravâhü'ş-şeyhân veya müttefekun aleyh) tabirleri kullanılır.

ü İkincisi, yalnız İmam-ı Buhârî Hz.'nin rivayet ettiği hadîs-i şerîflerdir.

ü Üçüncüsü, yalnız İmam-ı Müslim Hz.'nin rivayet ettiği hadîs-i şerîflerdir.

ü Dördüncüsü, İmam-ı Buhârî ve İmam-ı Müslim Hz.'nin şartlarını hâiz olduğu halde, her ikisinin de kitaplarına almadıkları hadîs-i şerîflerdir. (Bu şekildeki hadîs-i şerîfleri İmam-ı Hâkim, el-Müstedrek ale's-Sahîhayn isimli eserinde bir araya getirmiştir.)

ü Beşincisi, yalnız İmam-ı Buhârî Hz.'nin şartlarını hâiz olan hadîs-i şerîflerdir.

ü Altıncısı, yalnız İmam-ı Müslim Hz.'nin şartlarını hâiz olan hadîs-i şerîflerdir.

ü Yedincisi ise Şeyhayn'ın şartlarını taşımadığı halde diğer ulemâya göre sahih olan hadîs-i şerîflerdir.

 

 

 

 

 

b) Hasen

Hadîs-i Hasen'in tarifinde çok zahmet çekilmiştir. Mahmud Es'ad Usul-i Hadîs isimli eserinde şöyle bir tarif zikrediyor: "Mezkür şartlar hususunda kendisinde bir noksanlık olup, bu noksanlığın, kesret-i turuk gibi bir cihetle ortadan kalkmadığı hadislerdir."

Buna Hasen li-zâtihî denir.

Eğer bu noksanlık kesret-i turuk gibi bir cihetle ortadan kalkarsa buna da  Hasen li-gayrihî ismi verilir.

c)Za'îf

 Mezkür şartları taşımayan hadislere ise bu isim verilir.

 

 

 

İSTİFÂDE EDİLEN ESERLER:

1. Usûl-i Hadîs, Mahmud Es’ad (Osmanlıca)

2. Usûl-i Hadîs Şerhi, Dâvûd-i Karsî

3. Tecrîd-i Sarîh Tercemesi (Sahîh-i Buhârî Muhtasarı), Ahmed Naim

4. Hadîs Usûlü, İsmail Lütfi Çakan

5. Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları, M. Yaşar Kandemir (Mütercim)

6. Hadîs Usûlü, Talat Koçyiğit

7. Kütüb-ü Tis’a CD’si-(Mevsû’atü’l-Hadîsi’ş- Şerîf li-Şirketi Sahr)

8. Hadîs Külliyâtı CD’si-(Mektebetü’l-Elfiye lis-Sünneti’n-Nebeviye)

 

 

Râbıta’nın Usûl-i Fıkıh Işığında Tahlîli


Bundan sonra... [1]

İslâm Ümmeti içinde Sûfiyye-i Aliyye’nin ’âlimi ve ’avâmıyla hemen hemen hepsinin, Tefsîr, Hadîs, Fıkıh ve Akâid âlimlerinin de bir nicelerinin yapa geldikleri Râbıta ameli var. Bu amelin, zamânımızın kimi ilim adamı pozlarındaki câhil edebsizlerince ve onların yollarından giden sürülerce şirk olarak i’lân edildiğini işitiyor ve okuyoruz. Bunlar esâsen cevâb vermeye bile değmeyen sefîhler iselerse de, şeytânî vesveseleriyle aldatıp kandırdıklarına ve de sâmîmî kimselere faydası olur düşüncesiyle bu makâlede bahsi geçen mevzû’u incelemek istiyoruz. Ve billâhi’t-tevfîk…

 Râbıta Ne Demektir?

Lüğatta Râbıta; Râbıta, rabt eden, bağlayan şey demektir. Râbıta, ulka ve vuslat demektir.[2] Ulka ise…… ve ilişik’e (yani alâkaya) denir. benim şu malda ulka’m, ya’ni alâkam var dersin.[3] Taallük, bağlantı, tutunulacak şey.[4] Vuslat: Ulaşmaklık, ittisâl ma’nâsınadır.[5] Şu hâlde, Tâcü’l Arûs sâhibi Zebîdî’ye göre Râbıta, İlişik, alâka, ulaşmaklık ve ittisâl/bitişmek demektir. Istılâhta Râbıta: Tasavvuf ıstılâhındaki Râbıta, değişik çeşitleriyle, farklı farklı ta'rîf edildiyse de, bizim üzerinde duracağımız çeşidi ve onun ta'rîfi şudur: Râbıta, bir mürîdin, fenâ fillâh’a[6] ulaşmış mürşid-i kâmilinin rûhâniyetiyle beraber, (kalbiyle) ondan yardım istemesinden ve sûretini kalb gözünün önüne getirerek hayâl etmesinden ibarettir.[7]

Temhîd:

Râbıta, ya hem ma'nâ ve muhtevâ, hem de şekil ve sûret olarak Saadet asrında vardı, veya yoktu. Var idi ve -kimi câhil ve sapıklarca iddiâ edildiği gibi- küfür idiyse, hakkında açık âyet ve hadîsin bulunması gerekirdi. Biz, kitâbımız Kurân’da böyle bir âyet veya onun birinci ve en esaslı tefsîri olan Sünnet’te de zayıf bile olsa bir hadîs bilmiyoruz. Vardır, diyen Allah celle celâlühû’ya veya Resûl’ü sallallâhu aleyhi ve sellem’e iftirâ ediyor, demektir.

Hem ma'nâ ve muhtevâ, hem de şekil ve sûret olarak iki cihetiyle Saâdet asrında yok idiyse, ya ma'nâ ve muhtavâ olarak var idi ama şeklen ve sûreten yok idi, veya hem ma'nen hem de şeklen ve sûreten yok idi.

Hem ma'nen, hem de şeklen ve sûreten yok idiyse, Şerîat tarafından, hakkında her bakımdan susulan bir şey olmuş olacağından küfür veya şirk olduğunu iddiâ etmek, küfür veya şirk, yahud da fısk ve bidattır. Zîrâ böyle bir iddiâ yeni bir teşrî’/kanun îcâd etmek, veya, ya câhilce konuşmak yahud da hakâret demektir. Bu ise küfür veya fıskdır. Yok eğer, şeklen ve sûreten yok idiyse de, ma'nâ ve muhtevâ bakımından var idi ve şirktir; veya tam tersine mendûb bir ameli ihtivâ etmektedir, deniliyorsa, ortaya iki zıd kanâat çıkıyor: Birincisi, Râbıta, şirk, veya harâm, yahud mekrûh olan bir bid’attir fikri, ikincisi ise, Râbıta, mendûb, veya sünnettir i’tikâd ve anlayışı… Şu iki takdîrde de, ortada, bir çeşit ictihâd veya daha dar ma'nâda bir nev-i kıyâs var demektir. Bu hâlde, önümüze ciddî iki müşkil/problem çıkıyor; Birincisi, bu ictihâdı ve kıyâsı kim yaptı veya yapacaktır? İkincisi, bu ictihâdın İslâmî hükmü ve değeri ne olacaktır? Şu ictihâdı yapan geçmişte hiçbir müctehid bilinmemektedir. Bilen varsa bildirsin. Bunu şimdilerde yapacak olanlar, Râbıta inkârcıları gibi yer ile göğü ayıramayacak kadar sarhoş ve mübtezel, tezekle çöreği fark edemeyecek kadar aç ve şaşkın kimseler ise, iş çok feci; âyet ve hadîslerle oynanılıyor demektir. Bu oynamaya, -şâyet, küfürdür diyemiyorsanız bile- en azından harâm olan bir cinâyettir, demek zorundasınız. Akıllı ilim sâhibleri ve ayıkların şu cinâyete müsaade etmemeleri îcâb eder. Bu ictihâd ve kıyâsı yapacak olanlar, eğer mutlak olarak/her bakımdan veya en azından kısmen ictihâda ve kıyâs'a ehil kimselerse, şu ictihâd ve kıyâsın hükmü zann olmakla, katî/kesin harâm değil de, en fazla ictihâdî bir harâm olur. Onu kabûl etmeyenler kâfirlikle suçlanamazlar. Sözü edilen ictihâd ve hükmün karşısında ictihâda ehil kimselerce yapılan zıd içtihadlar yoksa, fâsıklık, sapıklık ve bid’atçılıkla ithâm edilebilir. Karşısında ehil kimselerce yapılan zıd ictihâdlar varsa, fâsıklık sapıklık ve bi'atçılıkla da ithâm edilemezler. Hâl böyleyken şu câhiller ve sapık Râbıta inkârcıları ağızlarına geleni söyleyebiliyorlar. Kendileri kültürlü(!) ama câhil, dünya haritasında Amerikanın nerede olduğunu bilen ama kendinin ve cennet ile cehennem’in nerelerde, hangi yolların ucunda olduğundan habersizdirler… Kıyâs bile kabûl etmeyecek ölçüde kendilerinden üstün ve ictihâda hakîkaten ehil olanlara salya sümük saldırıyorlar… Te’vîl kaldırmayan zırvalarına ters düşmesine rağmen doğru neticeleri veren ictihâdlar yapabilen muhâtâblarını şu ictihadlarında müşriklikle suçlayabiliyorlar…

Mes'elenin Usûl-i Fıkıh Cihetiyle Tahlîli

Ele alacağımız mes’elelerin sağlam bir zemîne oturtulabilmesi için onlara bir çeşit mukaddime/öncül olma mâhiyyetinde bazı usûlî[8] Noktalara ihtiyac vardır. Bu sebeble burada birkaç Nokta’ya açıklık getirmeyi münâsib görüyoruz. Zîra şu mes’elelerin anlaşılması sözünü ettiğimiz Noktaların kavranması zemînine oturacaktır. Ancak, ilim sâhibleri takdîr ve teslîm ederler ki, bu bahis mevzûu edeceğimiz Noktalar, aslında çok geniş mevzûlardır ki, böylesi bir makâle bunların her yanıyla ortaya konulmasına, tahlîline ve münâkaşasına elverişli değildir. Değilse, esas maksad boğulup anlaşılmaz hâl alır. O yüzden biz burada, şu husûslara sadece kısaca dikkat çekeceğiz:

Birinci Nokta

Şâri'in Terk'i Neyi İfâde Eder?

Resûlüllah sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz veya Ashâb’ının yapmadığını yapmanın hükmü nedir? Terk, yani bir şeyin Efendimiz sallallâhu teâla aleyhi ve sellem ile Ashâb’ı tarafından yapılmamış olması onun harâm olduğuna veya câiz olmadığı’na delîl midir? İddia edildiği gibi, Râbıta, Onlar tarafından yapılmadıysa, ona ne hüküm verilecektir? Terk, yapmama işi demektir. Bu yüzden şu husûs, Usûl-ı Fıkh’ın Nebî sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz’in fiileri bahsıyla alâkalıdır.

Hâfız Muhaddis Allâme Abdullah Muhammed Sıddîk el-Ğumârî bu husûsla alâkalı olarak yazdığı Husnü’t-Tefehhüm ve’d-Derk li Mes’eleti’t-Terk isimli eserinde terk’in ne harâmlık ne de mekrûhluk delîli olmadığını etraflıca anlatmaktadır. Sözünü ettiğimiz risâleden bir kısmını aktarmayı kâfî görüyoruz:

Hâfız Ğumârî şöyle diyor: Yalnız başına terk, kendisiyle beraber, terk edilenin yasaklanan bir şey olduğuna dâir bir nass bulunmadıkça, onun (terkedilen şeyin) harâmlığına delâlet etmez. Aksine o işin en fazla, meşrû’ olduğunu gösterir. O terk edilen (yapılmayan) işin mahzûrlu oluşu ise tek başına terkden anlaşılmaz.

İmâm Ebû Saîd İbn-i Lübb (701-782), namazdan sonraki düâyı -bunun bu şekilde yapılmasının Selef’in yaptığı bir iş olmadığı gerekçesiyle mekrûh gören(ler)e cevâben şöyle dedi: Bu (Selef’in şu düâyı bilinen şekliyle yapmadığına dâir olan) nakil doğruysa,[9] şu terk, ancak o terk edilende terkin câiz olduğu ve onda zorluk ve darlığın bulunmadığı hükmünü gerektirir. Bilhassa düâ gibi Şerîat’ta yerleşmiş umûmî bir temel esâsa dayanan husûsta terk edilenin harâm veya mekrûh oluşunu ise hiç gerektirmez.

Ebû Dâvud ve Nesâî, Câbir İbnü Abdillah’dan rivâyet ettiler: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in iki işinden ikincisi, ateşin (pişirerek) değiştirdiği şey(-i, yemeği yemek)den dolayı abdest almayı terk etmektir…[10] Bunu mes’elemizle alâkalı olarak delîl getirmek açık bır husûstur. Zîrâ ateşle pişen yemekten dolayı abdest almak vâcib olsaydı, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem abdest almayı terketmezdi. Mâdem ki, terk etti, bu, onun (câiz olmadığını değil) vâcib olmadığını gösterir.

İmâm Ebû Abdillâh et-Tilimsânî (Ö:771) şöyle dedi: Bir hüküm bildirmekte fiil’e/yapmaya, katılan şeylerden biri de terk/yapmamakdır. Zîrâ Resûlüllah sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz’in fiili/bir şeyi yapması ile harâm olmamaya delîl getirilirse, terki/yapmaması ile de vâcib olmamaya delîl getirilir. Bu, ashâbımız(Mâlikî İmâmların)ın ateş dokunan (ateşte pişen) şeyler(i yemek)ten dolayı abdestin (vâcib) olmadığına delîl getirmeleri gibidir…[11]

Çünki, belki o anda onu yapmalarına bir mâni’ vardı. Veya ondan daha fazîletli bir şeyden ötürü, yahud onun bilgisi hepsine ulaşmadığından, onu terk ettiler, yapmadılar.

İmâm Buhârî, Sahîh’inde, Nebî sallalahu aleyhi ve sellem’e yaptıkları işlerde uymak bâbında İbn-i Ömer radıyallahu anhüma’dan şöyle dediğini rivâyet etti: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bir altın yüzük edindi. İnsanlar da derhâl altun yüzükler edindiler. Ben bir altun yüzük edindim dedi, hemen ardından onu attı ve ben onu ebediyen giymeyeceğim buyurdu ve insanlar yüzüklerini derhâl attılar.[12]

İbn- i Hacer, (İmâm Buhârî, Sahîh’inde) bu misâlle iktifâ etti. Çünki o (misâl), yapmak ve terk etmek’te/yapmamakta O’na (Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e) uymayı ihtivâ etmektedir, dedi.

Ben (Ğumârî) Derim ki, İbn-i Hacer’in terk etmek ta’birinde mecâz kullanılması vardır.[13] Çünki, atmak fiildir. Onlar O’na (şu) fiil’de uydular. Terk ed(ip bir daha yüzük takma)mak şu fiilin netîcesidir…[14] Yine biz Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e, O’ndan sâdır olan her bir şeyde uymayı inkâr etmeyiz. Aksine onda (şu uymakta) fevz ve seâdet görürüz. Lâkin Mevlid- i Nebevî ve Mi’râc gecesinde olduğu gibi, yapmadığının da harâm (veya mekrûh) olduğunu söylemeyiz. Çünki bu (harâmlık iddiâsı) Allah celle celâlühû’ya yapılan bir iftirâdır. Kezâ, Selef'ın bir şeyi terk etmesi, yani yapmaması da o işin mahzurlu (yasaklanmış) olduğunu göstermez.

İmâm Şâfiî Şöyle dedi: Şerîat’tan dayanağı olan hiç bir şey, Selef onu yapmasa bile bid’at değildir. (Ğumârî’den nakiller bitti.)[15]

Şu husûsta, mezheblerde değişik görüşler olduğu farz ve isbât edilse bile, böyle bir icdihâdî genişliğe rağmen, kimse Râbıta’ya küfürdür diyemez. Derse, en hafîfinden yobazlık etmiş olur.

İkinci Nokta:

Eşyâda asıl olan nedir?

İbn-i Nüceym şöyle diyor: Eşyada asl olan -delîl mübâh olmadığını göstermedikçe- mübâh olmak mıdır? Bu, Şâfiî’nin mezhebidir. Veya, delîl mübâhlığı göstermedikçe, harâm olmak mıdır? Şâfiîler, bu görüşü Ebû Hanîfe rahmetüllâhi aleyh’e dayandırmışlardır. El-Bedîu’l-Muhtâr’da şöyle denilmiştir: Seçilen görüş, Şerîat’tan önce amellerin hükümlerinin bulunmamasıdır….

El-Menâr’a, musannifi (İmâm Nesefî) tarafından yazılan şerhde şöyle denilmiştir: Eşya (varlıklar ve işler) bazı Hanefî âlimlere göre aslında mübâhlık üzeredir. Kerhî onlardandır. Bazı hadîs âlimleri eşyada asl olanın yasaklık olduğunu söylemişlerdir. Ashâbımız (Hanefî âlimleri) onlarda (eşyada) asl olanın tevakkuf olduğunu söylemişlerdir. Bunun ma’nâsı şu demektir. Eşyanın mutlaka bir hükmü vardır. Ancak biz onu aklımızla bilemeyiz. (Nesefî’nin dediği bitti)

Hidâye’nin İhdâd faslında, Mübâhlığın asıl olduğu ifâdesi vardır. (Hidâyenin sözü bitti)

Bu anlaşmazlığın eseri, âyetlerde ve hadîslerde susulan, hakkında bir şey söylenmeyen husûslarda ortaya çıkar. Hâli müşkil/problemli olan şeyler bu kaide üzerine oturur. Bu müşkil mes’elelerden biri de işi müşkil olan hayvandır. (İbn-i Nüceym’in sözü bitti.) [16]

Hamevî de, el-Eşbâh Hâşiyesi’nde kısaca şöyle dedi: Kasim İbn-i Kutlu Buğâ bazı ta’liklerinde,[17] şöyle söyledi: Seçilen görüş, Ashâbımızın cumhûru/çoğu katında asl olanın mübâhlık olduğudur. Fahru’l-İslâm bunu/mubâhlığı peyğamber bulun-madığı zamanla sınırlı tutmuştur…..[18]

Kişinin kendine veya başkalarına zararlı olduğu husûslar tartışma sahasının dışındadır.[19]

Taftâzânî de, et-Telvîh’de, eşyada asl olanın mübâhlık olacağını söylemiştir.[20]

Abdü’l-Hayy el-Leknevî, deryâlaşmış olmakla vasfettiği Es’ad[21] er-Rûmî’nin nefis bir eser diyerek övdüğü Mecâlisü’l-Ebrâr isimli kitâbından şu nakli yapıyor: Hakk olan, eşyâda, peyğamberlik gelmeden önce bir hükmün bulunmamasıdır. Peyğamberlikten sonra da, âlimler bu husûsta üç ayrı görüş üzre ihtilâf etmişlerdir: Birincisi, Şerîat delîli mübâhlığını göstermedikçe harâm olduğu, ikincisi, Şerîat delîli harâmlığını göstermedikçe mübâhlıkla sıfatlanacağı, üçüncüsü ve doğru olanı da bu husûsta, tafsîlin olduğudur/işin ayrılmasının lâzım geldiğidir: O da, zararlı şeylerin harâmlıkla, -ki, bunun ma’nâsı, asl olanın kendinde harâmlık olduğudur- faydalı (veya zararsız) olanların da mübâhlıkla sıfatlanacağıdır.[22]

Âlimlerin bu husûstaki ifâde tarzları bir çok farklı tercîhleri ihtivâ ediyorsa da nakilleri artırarak mes’eleyi uzatmak istemiyor, bir nakil ile sözü bitirmek istiyoruz;

İ’lâu’s-Sünen sâhibi Allâme Zafer Ahmed el-‘Usmânî et-Tânevî şöyle dedi: Âlimler bu husûsta üç görüş üzere ihtilâf etmişlerdir. Birincisi, mübâhlık delîli gelmedikçe her şey yasaklık üzeredir. Bu, Şâfiîlerin çoğunun mezhebidir. İkincisi, yasaklık delîli gelmedilçe her şey mübâhlık üzeredir. Kerhî, Ebû Bekr er-Râzî, Hanefî ve Şâfiî fakîhlerinden bir tâifenin ve Mu’tezile’nin çoğunun mezhebidir. Et-Tefsîru’l-Ahmedî(isimli ahkâm tefsîrin)de ve Müsellemü’s-Sübût(isimli Usûl-i Fıkıh kitâbların)da böyle denmiştir. Üçüncüsü, kendisinde hangi hükmü gerektireceğine dâir delîl gelmedikçe eşyânın hiçbir hükmü yoktur. (Bu da, Eş’arî ve Ona tâbi olanların görüşüdür. Tânevî) İbnü’l-Arabî el-Mâlikî’nin Ahkâmu’l-Kur’ân’ında böyle yazılıdır.[23] Yani, bazı eşyâda asl olan harâm, kimisinde de mübâhlık… Âlimlerin anlaşmazlığı her husûsta değil bazı maddelerdedir… Bizce en isâbetli kanaat da -Allahu a’lem- budur.

İbn-i Nüceym’in âyetlerde ve hadîslerde susulan, hakkında bir şey söylenmeyen husûslar sözünü iyi anlamak îcâb eder. Aksi hâlde mühim yanlış anlamalar olur, hatâlar yapılır ve hakîkatler tes yüz edilir.

Hâfız Muhaddis İbn-i Receb el-Hanbelî, şöyle diyor: Bilinmesi lâzım gelen husûslardan biri de şudur: Bir şeyin harâmlık ve helâllik ile zikredilmesi Kitâb ve Sünnet’in nasslarından anlaşılması bazen gizli kalabilir. Zîrâ, nassların ma’nâları göstermesi, kimi zaman nass ve tasrîh (açıkça ifâde etmek)yoluyla, kimi zaman, umûm ve şümûl yoluyla, bazen fehvâ ve tenbîh yoluyla olur. (Bu fehvâ yoluyla olması) O ikisine (anaya ve babaya) öf bile demeyin âyetinde olduğu gibidir. Zîrâ, öf demekten daha büyük olan incitme çeşitlerinin bu yasaklamaya girmesi evlâ yolla olur ve buna mefhûm-i muvâfakat denir. (Nassın harâmlık ve helâlliğe) delâleti bazen mefhûm-i muhâlefet[24] yoluyla olur… Âlimlerin çoğu bunu (mefhûm-i muhâlefeti) almışlar ve hüccet olarak kabûl etmişlerdir. (Nassın harâmlık ve helâlliğe delâleti) bazen da kıyâs bâbından olur. Şâri’ (Allah celle celâlühû veya Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem) ma’nâlardan bir ma’nâdan dolayı bir şeyde bir hükmü anlatır ve o ma’nâ bir başka şeyde de bulunur. O takdîrde şu hüküm âlimlerin çoğuna göre, o ma’nânın bulunduğu her şeye geçer. Bu, Allah celle celâlühû’nün indirdiği ve i’tibâr edilmesini emrettiği adâlet ve terâzî bâbından olur. Bütün bunlar, nassların kendisiyle harâmlık ve helâlliği göstermesi bilinecek şeylerdendir. Hakkında bunların hiç birisi bulunmayan husûslara gelince… Orada (şu husûslarda Kur’ân ve Sünnet’te) vâciblik ve harâmlık zikredilmemekle, onların afvedilmiş (serbet sâha) olduğuna delîl getirirlir.[25]

Şu hâlde delîllerin delîlliğini bilmek de, hidâyet ve istikâmetin yanısıra akıl ve ilim dahî ister. Bu sebeble çokça görülmektedir ki, çok açık delîl gösterilmesine rağmen, hidâyetsizlik yüzünden hani delîl? diye höykürenler vardır. Diğer tastamam olmayan delîl getirme yollarıyla ise, yanlarına hiç yanaşmayın. Öte yanda da, bir çok câhil bazen bir nice isyânı İslâmın Rûhu veya Kur’ân’ın rûhu, yahud Sünnet’in rûhuna uydurur, câiz veya vâcib, yâhud îmânın esasından görür ve gösterir. Kimi zaman da, bir çok câizi veya vâcibi, İslâm’ın Rûhu veya Kur’ân’ın rûhu, yahud Sünnet’in rûhuna ters görüp göstererek harâm veya küfür i’lân eder.

Râbıta’nın, şu eşyâda aslolan nedir? mes’elesiyle olan alâkasına gelince… Meşrûiyetine dâir hiçbir nass bulunmasa bile, yasaklığına dâir kâfî bir delîl bulunup getirilemediği müddetçe “eşyâda aslolan mübâhlıkdır” görüşüne Râbıta en azından mübâh olur. İyi maksadlarla yapılması ve iyi hedeflere götürmesiyle de müstehâb bir ibâdet hâlini alır.

Üçüncü Nokta

İhtiyâc Ânında Açıklama Terk Edilebilir mi?

Beyân, yani açıklama, ihtiyâc duyulan bir vakitte ve yerde, sonraya bırakılabilir veya terkedilebilir mi? Açıklamaya ihtiyâc duyulan bir zamanda açıklamayı geciktirmenin hiçbir şekilde câiz olmadığında usûlcülerin icmâı vardır. İhtiyâc vakti demek, o vakit demektir ki, açıklama o zamandan sonraya bırakılsa, mükellef olan kişi, mükellef kılındığı vazîfeyi, onu işlemekle mükellef kılındığı vakitte yerine getirmeye imkân bulamaz. Bu te’hîrin câiz olmadığının delîli şudur: Eğer şu geciktirme câiz olsaydı, bu, güç yetmeyecek bir şeyi kişiye yüklemek olurdu. Çünki mükellef bu hâldeyken kendisine yükleneni yerine getirmeye imkân bulamaz. Kullara güçlerinin yetmediği şeyleri yüklemek ise, onlardan düşmüştür.[26]

Açıklamayı geciktirmek câiz değilse, hiç açıklamamak haydi haydi câiz değildir. Câhil sapıklarca şirk ve küfür veya harâm olduğu iddiâ edilen Râbıta hakkında -şâyet iddiâ doğru olsaydı- Tevhîd dîni İslâm’ın söz söylememesi mümkin miydi? Söylediyse hangi âyet veye hadîste söyledi? Delîl getirilsin. Ancak âyetler ve hadîsler hasta beyin ve yüreklerce tahrîf edilmesin. Allah celle celâlühû’ya veya Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’e iftirâ edilmesin.

Dördüncü Nokta

İstıslâh veya Mesâlih-i Mürsele Bir Delîl midir?

İstıslâh veya Mesâlih-i Mürsele ne demektir, hüccet midir? Bu, Usûl-i Fıkh'ın mühim ve münâkaşalı mevzûlarındandır. Şu ağır münâkaşalarla zâten karışık ve bulanık olan kafaları daha da karıştırmak istemiyoruz.

Kâdî Mücâhidü’l-İslâm el-Kâsimî bu husûsu açık ve anlaşılır bir tazda Fıkhu’l-Müşkilât isimli eserinde uzunca ele aldı.[27] Mevzûu oradan hulasa ederek buraya almak istiyoruz: Maslahat kendinde kuvvetli salâh bulunan şey için kullanılır. Öyleyse lügatta maslahat, ister fayda ve lezzetleri kazanmak gibi celb etmekle olsun, isterse zararlı şeyleri ve elemleri savmak gibi def etmek ile olsun, kendinde menfaat bulunan her bir şey demektir. Istılâhta ise, sonsuz hikmet sâhibi olan Şâri’in, kulları için hedeflediği, dinleri, canları, akılları, nesilleri ve mallarını korumak ve bu muhafazayı yok edecek şeyleri defetmekle alâkalı menfaattir.

İmâm Ğezâlî rahimehullah şöyle diyor: Maslahat aslında fayda celbetmek ve zarar defetmek demektir. Biz (maslahat bir hüccettir derken) şu fayda te'mîni ile zararı savmayı kasdetmiyoruz. Zîrâ bu fayda te'mîni ile zararı savma kulların maksadlarıdır. Kulların salâhı ise maksadlarını elde etmektedir. Lâkin biz, maslahat ile Şerîat’in maksadını (hedefini) korumayı kasdediyoruz. Şeriat’in kullardan maksûdu, aradığı beş şeydir: O da onlara dinlerini, canlarını, akıllarını, nesillerini ve mallarını korumasıdır. Şu beş temel esâsı korumayı içinde bulunduran her şey maslahat, şu beş esâsı yok edecek her bir şey de mefsedet/zarar, bunların defedilmesi de maslahatdır.[28] İmâm Râzî de, benzer ifâdeleri kullanıyor.[29]

Acaba bu maslahat ve mefsedetleri bilebilmenin ölçüsü nedir, bunları akıllarımızla bilebilir ve ta’yîn edebilir miyiz? Yahud akıllarımızı Şerîat sâhibinin önüne geçireceğiz, sonra da maslahattır veya mefsedettir diye o hükmü vereceğiz, öyle mi? Birinci şekli seçecek olursak, Şerîatin ve dinin temeli yıkılır. Zîra kısa akıllarımız mefsedetleri maslahatların, maslahatları da mefsedetlerin yerine koyarak Şerîat heykelinin tamamını ve din sarayının bütününü yıkar. Bu kapıyı açmak Şerîatin hudûdunun ve nasslarının tamamını değiştirmeye götürür.[30]

Maslahatlar, üçe ayrılır: Bir: Mu’teber olduğu Şerîat’te sâbit olan maslahatlar. İki: Mu’teber olmadığı/geçersizliği Şerîat’te sâbit olan maslahatlar. Üç: Ne mu’teber olduğu ne de mu’teber olmadığı Şerîat’ta bulunmayan maslahatlar.

Bu üç maslahattân birinci kısım, mu’teber/geçerli maslahatlar, ikinci kısım, Mulğât/iptal edilen maslahatlar, üçüncü kısım da, Mürsel/salınan maslahatlardır. Şu hâlde Mesâlih-i Mürsele Şer'îat sâhibi tarafından ne mu’teber olduğuna, ne de mu’teber olmadığına, iptâl edildiğine dâir delîl bulunmayan maslahatlar demektir. Mürsele ve mutlaka diye isimlendirilmelerinin sebebi, onların ne mu’teberlik delîli ne de iptâl delîli ile bağlanmamış olmalarıdır.

Şâtıbî şöyle diyor: Istıslâh, hakkında, nass ve icmâ’ bulunmayan bir hâdisede Maslahat-ı Mürsele’yi gözeterek hüküm çıkarmaktır.[31] Bazıları, İmâm Mâlik’e, ‘hükümlerin teşrî’ine binâen Mesâlih-i Mürsele’ye mutlak olarak i’tibâr ettiğini, maslahatın hakîkî ve âmme, yani sadece ferdi değil de umûmu/geneli içine alacak şekilde olmasını şart koşmadığını nisbet etti. Lâkin Âmidî bu nisbeti inkâr etti.[32]

Ebû Bekr el-Bâkıllânî, Şâfiîlerin çoğu, Hanbelîlerden sonraki âlimler ve bir kısım Hanefîler,[33] Istıslâh’ın (Mesâlih-i Mürsele’nin) hüccet (kesin delîl) oluşunu inkâr etmektedirler.[34] (Kâsimî’den yapılan hülâsa nakil son buldu.)

Kâsimî bazı muhakkıkların Hanefîlere nisbet edilen inkârın doğru olmadığını bir takım misâller vererek söylüyorsa da bunların kimler olduğunu söylemiyor. Hâsılı, bu Mesâlih-i Mürsele’yi Şer’î bir hüküm çıkarmakta hüccet kabûl etmeyen fukahâ olduğu gibi, kabûl eden fukahâ da vardır. Öyleyse kabûl edenlerin usûlüne göre, lehinde veya aleyhinde naklî delîl bulunmadığı farzedilen Râbıta da, -Şerîat’in gözettiği maslahat ve faydası gösterilebiliyorsa,- şu örüş sâhiblerince asla redde-dilemez. Ancak, anzetün ve in târet/uçsa da keçidir şeklindeki Arab atasözünde de ifâde edildiği gibi, müşrik inâdına sâhib olanlar, inkârlarında yine de ısrâr edeceklerdir.

Beşinci Nokta

Bid’at Ne Demektir, Hükmü Nedir?

Râğib el- İsfehânî, Müfredâtü’l-Kurânda şöyle dedi: İbdâ’ bir san’atı bir şey hizâsında bulunmadan ve bir şeye uymadan yoktan var etmektir. (Bu ibdâ’ kelimesi) Allah celle celâlühû hakkında kullanılırsa, bir şeyi, âletsiz, maddesiz, zamansız ve mekânsız olarak var etmek demektir. Bu da ancak Allah celle celâlühû’ya âiddir. Bedî’, mübdi’/modelsiz olarak yoktan var eden için kullanılır. Allah celle celâlühû’nün Göklerin ve yerin bedî’i sözü(nde olduğu) gibi.[35] Bedî’ kelimesi, mübde’/ misâlsiz/modelsiz olarak yoktan var edilen için de kullanılır. Aynı şekilde, el-bid’u kelimesi de, misâlsiz/modelsiz olarak yoktan var eden ve modelsiz olarak yoktan var edilen ma'nâlarında kullanılır. Ahkâf sûresinin dokuzuncu âyetinin ma'nâsı, denildiğine göre, ben peygamberlerden, kendimden önce bir peygamber geçmeyen bir mübda’ değilim, bir ma'nâlandırmaya göre de, söylemekte olduğum şeyler husûsunda bir mübdi’ değilim, demektir. Mezhebde bid’at, bir kanaat bildirmektir ki, onu söyleyen ve yapan o husûsta Şerîat sâhibinin yolundan gitmemiş ve geçmiş misâlleri ve sağlam kılınan usûllerine riâyet etmemiştir. Her bir sonradan îcâd edilen şey bid’attır. Her bir bid’at sapıklıktır. Her sapıklık (sâhibi) de cehennem ateşindedir.[36]

İbnü’l-Esîr, en-Nihâye’de şöyle demiştir: Bid’at iki türlüdür; hidâyet bid’ati, sapıklık bid’ati. Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in emrettiğinin zıddına olan bid’at kınanılacak ve inkâr edilecek bid’attir. Allah celle celâlühû’nün teşvik etmiş olduğu husûsların umûmu/geneli altında/çerçe-vesinde bulunan, Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in teşvik ettikleri, medhedilenler altındadır. Bir tür cömertlik ve iyi işi yapmak gibi mevcud bir misâli bulunmayan şeyler ise övülen işler zımnındadır. Bunun Şerîat’ın getirdiğine zıt bir şekilde olması câiz olmaz. Çünki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bunun için şu husûsta bir sevab koymuş ve kim güzel bir çığır açarsa, o kişi için onun ecri ve onunla amel edenlerin ecri vardır, buyurmuştur. Bunun zıddı hakkında da kim de kötü bir çığır açarsa, onun üzerine onun günahı ve onunla amel edenin günahı vardır[37] buyurdu. Bu Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem efendimizin emri zıddına olduğu zamandır. Hazreti Ömer radıyallâhu anh’in bu ne güzel bir bid’attir[38] sözü bu türdendir. Bu (terâvîh namazının topluca kılınması) hayırlı fiillerden olunca ve medhedilen fiillere dahil bulununca onu bid’at diye isimlendirip medhetmiştir. Çünkü Nebî sallallâhu aleyhi vesellem onu (bu şekliyle) onlara sünnet kılmamıştır. Onu bazı gecelerde kılmış, sonra da terk etmiş, ona devam etmemiş, onun için insanları toplamamıştır. Hazreti Ebû Bekir radıyallâhu anh zamanında da yoktu. Sadece Ömer radıyallâhu anh insanları onun için topladı ve ona teşvik etti. Bu yüzden ona bid’at ismini verdi. Hâlbuki o gerçekte sünnettir. Çünkü aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm efendimiz sünnetime ve benden sonraki raşid halîfelerin sünnetine yapışınız[39] ve benden sonra iki kişiye Ebû Bekir ve Ömer’e uyunuz[40] buyurdu. Diğer her îcâd edilen bid’attir hadîsi bu te'vîle hamledilir. Sadece şunu murâd etmektedir: Şerîatın asıllarına ters düşen, sünnete uymayan şeyler.[41](İbnü’l-Esîr’in sözleri burada son buldu.)

Feyyûmî el-Mısbâh’da şöyle dedi: Allah celle celâlühû mahlûkatı ibdâ’ etmekle ibdâ’ etti, onları modelsiz olarak yarattı demektir. Ebda’tü ve Ebda’tühû onu çıkardım ve ihdâs ettim demektir. Bu ma'nâdan olarak muhâlif hâle bid’at denilmiştir. Bid’at ibtida’dan isimdir. Nasıl ki, rıf’at (yükseklik) irtifa’dan ise. Sonra bunun (bid’atın) dinde noksanlık ve yahud fazlalık olan şeylerde kullanılması galib oldu. Lâkin kimi zaman bir kısmı mekrûh olmaz ve mübâh bid’at diye isimlendirilir. Bu mübâh bid’at cinsine Şerîat’ta bir aslın şâhidlik yaptığı, yahud kendisiyle bir zararın savulduğu bir maslahatın gerektirdiği bid’at demektir. Halîfenin insanlarla içli dışlı olmaktan perdelenmesi gibi.(Feyyûmî’nin sözleri bitti.)[42]

Kamus ve Şerhi’nde şöyle denmiştir: Bid’at dinin ikmâl edilmesinden sonra, onda yeni bir şey yapmak demektir.[43] Sizi işlerin sonradan îcâd edilenlerinden sakındırırım. Zîrâ her sonradan îcâd edilen bid’attır, her bid’at da dalâlettir hadîsi bundandır. Yahud o Leys’in sözüdür. İbnü’s-Sikkît, bid’at her sonradan îcâd edilen şey demektir, dedi. Sonra Şârih (Zebîdî) Nihâye’nin kelâmını yukarıdaki gibi nakletti.

Geçen bilgilerden her sonradan îcâd edilenin lüğatte ve Şerîat'te bid’at olduğu ve Şerîat örfünde bid'atın övülen ve yerilen iki çeşide ayrıldığı ortaya çıkmaktadır. Kaçınılmaz olarak bilinen şeylerdendir ki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem mübâhların tamamını işlememiştir. Çünkü onlar çoktur. Hiçbir beşerin gücü onları saymaya yetmez. Nerede kaldı ki onları kullanabilsin. Çünkü Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem zâhid ve mübâhları az kullanan birisiydi. Onlardan ihtiyacı giderecek kadar ve hacetin davet ettiği kadarıyla yetinir bundan fazlasını terk ederdi. O yüzden kim Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bir şeyi yapmadı da’vasıyla bir şeyin harâmlığını iddiâ ederse, hakkında delîl bulunmayan bir şeyi iddiâ etti demektir. Da’vası da merduddur. Gene kaçınılmaz olarak bilinen şeylerdendir ki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem mendûbların tamamını da işlememiştir. Çünki o vaktinin büyük bir kısmını içine alan da’veti tebliğ etmek, müşrikler ve ehl-i kitâbla mücadele etmek, kâfirlerle cihad etmek, İslâm yumurtasını himaye etmek, sulh anlaşmalarını akdetmek ….. gibi mühim işlerle meşguldü. Hattâ kendisi işlediği zaman Ümmet'ine farz olması yahud onlara meşakkatli hâle gelmesi korkusuyla bazı mendûbları kasden terk etmiştir.

Müslim Sahîh’inde Cabir radıyallâhu anh’den o da Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivâyet etti. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem hutbesinde şöyle derdi: Hiç şübheniz olmasın ki sözlerin en hayırlısı Allah celle celâlühû’nun hitâbı, yolların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in yolu, işlerin en şerlisi sonradan îcâd edilenleridir ve her bid'at sapıklıktır.[44]

Nevevî şöyle demiştir: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in her bir bid'at sapıklıktır sözü sınırlandırılmış bir umûmî hükümdür. Kasdedilen bid'atlerin çoğunluğudur. Lugat âlimleri demişlerdir ki; bid'at demek geçmiş misâli olmadan yapılan her bir iştir. Âlimler bid'at’ın beş kısım olduğunu söylemiştir: Vâcib, mendûb, harâm, mekrûh ve mübâh. Vâcib olan bid'atlerden birisi kelam âlimlerinin mülhid ve bid'atçılara karşı delîlleri dizmeleri ve benzeri şeylerdir. Mendûb olan bid'atlerden biri de ilim kitâblarını yazmak, medreseleri, tekkeleri ve başka şeyleri bina etmektir. Mübâh olan bid'atlerden biri de değişik yemekler ve benzeri şeylerde genişliktir. Harâm ve mekrûh olan bid'atler ise açıktır. Bu anlattığım bilinirse hadîsin aslında ma'nâsı genel olan ama sınırları (başka delîller yüzünden) daraltılan bir hadîs olduğunu bilir. Gelen buna benzer sâir hadîsler de böyledir. Ömer radıyallâhu anh’in ne güzel bid'at sözü de bunu te’yid etmektedir. Hadîsin tahsîs edilen bir âmm oluşuna, her bir bid'at sözünün her bir ifâdesiyle pekiştirilmesi mâni' değildir. Aksine buna rağmen hadîse bir sınırlandırma gelmektedir. Bu, Allah Tealâ’nın her bir şeyi tedmîr/kahr ve helâk edersin[45] sözü gibidir.[46]

Hâfız ibn-i Receb, Erbaîn Şerhi’nde şöyle demektedir: Bid'at’le murâd edilen Şerîat’ın kendisine delâlet edeceği aslı bulunmayan şeyler türünden yapılan ihdâslar/îcâdlardır. Şerîat’tan kendisine delâlet edecek bir aslı bulunan şeyler ise, lüğat olarak her ne kadar bid'at ise de Şerîat’ça bid'at değildir.[47] (İbn-i Receb’in sözü bitti)

İbn-i Hacer şöyle demiştir: Muhdesât, (sonradan îcâd edilen ma’nâsına gelen) muhdese kelimesinin çoğuludur. Bununla murâd edilen, Şerîat’ta aslı olmadığı hâlde îcâd edilen şey demektir. Bu, Şerîat örfünde bid'at diye isimlendirilir. Şerîat’ın delâlet edeceği aslı bulunan bir şey ise bid'at değildir. O hâlde Şerîat örfünde bid'at mezmûmdur ama lüğattaki bid'at böyle değildir. Zîrâ misâlsiz olarak ihdas edilen her bir şey övülen olsun, yerilen olsun bid'at diye isimlendirilir.[48](İbn-i Hacer’in sözü bitti.)

Ben (Ğumârî) derim ki; Şerîat’ın şâhidlik yapacağı bir aslı olduğu hâlde sonradan îcâd edilen şeye sünnet-i hasene/güzel sünnet ismi verilir. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem onu böyle isimlendirmiştir. Bunun mukabili de sünnet-i seyyie/kötü sünnet diye isimlendirildiği gibi, bid'at diye dahî isimlendirilir.

Ebû Nüaym İbrâhim ibnü’l-Cüneyd’den şöyle dediğini rivâyet etti: Şâfi'î’yi şöyle derken işittim: Bid'at iki çeşittir; övülen bid'at ve yerilen bid'at. Sünnet’e uyan övülen, Sünnet’e ters düşen de yerilen bid'at demektir.[49]

Beyhaki, Menâkıbu’ş-Şafi’î’de İmâm Şâfi'î’den şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Sonradan îcâd edilen şeyler iki çeşittir: Bir âyete veya bir sünnete, yahud bir esere, yahud da bir İcmâ'a ters düşen bid'at. Bu sapıklık olan bid'atıdır.[50]

İbn-i Hacer, Fethu’l-Bâri’de şöyle demiştir: ’İrbâz b. Sâriye’nin hadîsindeki sizi işlerin sonradan îcâd edilenlerinden sakındırırım sözünden sonraki, zîrâ her bir bid'at bir sapıklıktır ifâdesi, sonradan îcâd edilen şeyin bid'at diye isimlendirildiğini göstermektedir. Her bir bid'at bir sapıklıktır sözü mantûku/açık ibaresi ve mefhûmu yani ma'nâsıyle küllî bir Şer’î kaidedir. Mantûkuyle bunun böyle olması sanki şöyle denilmesi gibidir; şunun hükmü bid'attır, her bir bid'at sapıklıktır, o hâlde bid'at Şerîat’ten olmaz, çünkü Şer'îat’ın tamamı, hidâyettir. Eğer sözü geçen hükmün bid'at olduğu sâbit olursa, iki mukaddime yani öncül sahîh olur ve matlûbu netice verir. Her bir bid'at bir sapıklıktır sözüyle anlatılmak istenen, sonradan îcâd edilip de Şerîat’tan ne husûsî ne de umûmî bir yolla delîli bulunmayan şey demektir.[51] (İbn-i Hacer’in sözü burada bitti)

İmâm Nevevî, Tehzîbu’l-Esma ve’l-Lüğât isimli eserinde şöyle demiştir: Şerîat’ta bid'at, Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem zamanında bulunmayan bir şeyin sonradan ihdâs edilmesi demektir ki, güzel ve çirkin diye ikiye ayrılmaktadır. Abdülazîz b. Abdisselâm el-Kavâid isimli kitâbının sonunda şöyle demiştir: Bid’at, vâcib, harâm, mendûb, mekrûh ve mübâh’a ayrılmaktadır. Bundaki yol, Şerîat’in kaidelerine arzedilmesidir. Eğer vâciblik kâidesine dâhil oluyorsa, vâcibdir. (Abdülazîz b. Abdisselâm’ın sözü bitti.)

İmâm Beyhekî, Menâkıbu’ş-Şâfiîde, isnâdıyla İmâm Şâfiî’den, şöyle dediğini rivâyet etti: Sonradan îcâd edilen işler iki kısımdır: Birincisi, bir âyete veyâ bir hadîse, yâhud bir eser’e, yahud da bir icmâa ters düşen şeylerdir ki, işte sapıklık olan bu bid’attır. İkincisi de, îcâd edilen hayırlı şeylerdir. Bunun hakkında âlimlerden hiç birinin muhâlif görüşü yoktur. Bu kınanmayan bir sonradan îcâd edilen şeydir. Ömer radıyallahu anhu Terâvîh namazı için bu ne güzel bir bid’attir derken, “önceden mevcûd olmayan, olduğu zaman da kendinde geçmişi inkâr bulunmayan bir îcâd olduğu”nu, kasdetmektedir. Bu, Şâfiî’nin -Allah celle celâlühû ondan râzı olsun- sözünün sonudur. [52] (Nevevî’nin sözü bitti.)

Yukarıdaki nakillerden anlaşılmaktadır ki, âlimler bid'atın mahmûd/övülen ve mezmûm/yerilen diye ikiye ayrıldığında ve Hazreti Ömer radıyallâhu anh’in bunu ilk defa konuşan olduğunda söz birliği hâlindedirler ve gene âlimler Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in her bir bid'at bir sapıklıktır sözünün âmm-i mahsûs olduğunda da müttefiktirler.

İmâm Şâfi'î şöyle demiştir: Şerîat’tan dayanağı olan her bir şey, Selef onu yapmasa da bid'at değildir. Zîrâ Selef’in onunla amel etmeyi terk etmesi bazen o anda kendileri için mevcûd olan bir ma’zeret sebebiyle, yahud ondan daha üstün bir şey sebebiyle, yahud da onun bilgisi tamamına ulaşmaması sebebiyle olmuş olabilir.(Şâfi'î nin sözü bitti.)

İbnü’l-Arabî şöyle dedi: Bid'at ve muhdes, lafızları veya ma'nâları yüzünden zemmedilen iki lafız değildir. Bid’atın Sünnet’e muhâlif olanı kınanır. Muhdeslerin yani sonradan îcâd edilen şeylerin sapıklığa çağıranları zemmedilir. (İbnü’l-Arabî’nin sözü bitti.)

Ulemânın Her bir bid'at bir sapıklıktır hadîsinin tahsîs edildiğine, yani sınırlarının daraltıldığına dâir olan görüşlerinin hadîslerden bir çok delîli vardır. (Bunlardan biri de şu hadîsdir:) “Kim İslâmda güzel bir çığır açarsa, onun için o çığırın ecri ve kendisinden sonra onunla amel edecek kimselerin, onların ecrinden hiçbir şey noksan olmaksızın ecri vardır.. Kim de islâmda kötü bir çığır açarsa onun günahı ve kendisinden sonra onunla amel edecek kimselerin günahı, o kimselerin günahlarından hiçbir şey eksilmeksizin onun üzerinedir.”[53]

Nevevî şöyle dedi: Hadîsde, hayırlı işleri ilk yapan olmak ve güzel sünnetler îcâd etmeye teşvik ile bâtıllar ve çirkin görülen şeylerden sakındırmak vardır. Bu hadîsde, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in, Sonradan îcâd edilen her bir şey bir bid’at, her bir bid’at da bir sapıklıktır sözünün sınırlandırılması ve bununla anlatılmak istenenin sonradan îcâd edilen bâtıl şeyler ile kınanan bid’atlar olduğu vardır.[54]

Sindî İbn-i Mâce Hâşiyesinde şöyle demektedir: Güzel bir sünnet demek, uyulacak ve gidilecek güzel bir yol demektir. Güzel ile kötünün arası Şerîat’ın ölçülerine uyup uymamakla ile ayrılır.. (Sindî’den nakil son buldu.)

Bu hadîs (ve buna benzer hadîsler) bid’at’in, hasene ve seyyie diye ikiye ayrıldığını açıkça ifâde etmektedir. Hasene şahsı bakımından bid’at ise de nev’i/türü bakımından, Şer’î bir kâide veya bir âyet yahud, hadîsin geneli altına girmesi sebebiyle meşrû’dur. İşte bundan dolayı hasene diye isimlendirilmiştir. Ve ecri o çığırı açan üzerinde öldükten sonra devâm eder. Seyyie de Şerîat’in kaidelerine muhâlif olandır. Kınanan sünnet ve sapık olan bid'at da budur.[55] (Ğumârî’den nakiller bitti.)

Bu husûsta geçmiş bir çok büyük âlimden nakil yapılabilir. Lâkin buna lüzûm görmüyoruz.

Mühim Bir Süâl: Râbıta inkârcıları bize sorsalar; Ey Râbıtayı kabûl eden Nakşî Tarîkati mensûbları!.. Yukarıdaki nakillerinizden bid'atin, hasene/güzel ve seyyie/kötü diye ikiye ayrıldığı görülmektedir. Hâlbuki, Râbıta’yı kabûl edip onunla amel eden sizlerin imâmlarınızın en büyüklerinden olan İmâm Rebbânî, bunu kabûl etmemektedir; bid’atin hepsi kötüdür, güzeli olmaz demektedir;[56] buna ne dersiniz?

Cevâb: Büyük Muhaddis ve Fakih Abdülğenî el-Müceddidî, İbn-i Mâce Hâşiyesi İncâhu’l-Hâce’de, Kim bizim bu dîn işimizde ondan olmayan şeyi uydurursa o (uydurduğu) merdûddur hadîsini îzâh ederken şöyle diyor: Ondan (dînden) olmayan şeyi demek, dînin vesîlelerinden (de) olmadıkça demektir. Zîrâ vesîleler, ona (dîne) dâhildir. İşte bundan dolayı, Müceddid (İmâm Rebbânî) -Allah celle celâlühû ondan râzı olsun- dîn işinin vesîleleri olan sarf ve nahiv gibi ilimlerin, Sünnet’e dâhil olduğunu bid’at ta'bîrinin bunlar için kullanılmayacağını, söylemiştir. Zîrâ O’na göre, -Allah celle celâlühû Ondan râzı olsun- bid’atta kesinlikle bir güzellik yoktur. İşte bu yüzden O şöyle diyor: Nûru, sabâhın aydınlığı gibi de olsa, bid’at-i hasene[57] terk edilir. Çünki bid’at kesinlikle Sünnet’i kaldıran bir şeydir. Bir kişi Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yapmadığını yaparsa o hususta ona muhâlif olur. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaptığını yapmazsa yine öyle olur. (O’na muhâlif olur. İmâm Rebbânî) İşte bundan dolayı, namaza başlarken dil ile yapılan niyyeti men' etti. Zîrâ niyyetin dille yapılması ne Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, ne Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim, ne de müctehidlerden birinden sâbit olmamıştır. Âlimlerden bid’at-i hasene/güzel ve seyyieye ayıran da vardır. Bununla beraber âlimlerimiz şöyle demişlerdir: Helâya girerken önce sol ayağı içeriye sokmak gibi küçük bir şey de olsa, Sünnet’i işlemek, medreseler inşâ etmek gibi büyük bir iş de olsa bid’at-i haseneden evlâdır, daha iyidir.[58] (El-Müceddidî’nin sözü bitti.)

Hâsılı, bid'atin, hasenesi/güzeli olmaz; hepsi, seyyiedir/kötüdür diyenler Şer'î ıstılâhı kasdediyorlar; lügat ma’nâsındaki bid'at’i kasdetmiyorlar. Bid’atin güzeli de vardır diyenler, Şer’î Istılâhı kasdetmeyip lüğat ma’nâsını murâd ediyorlar. Yani her iki guruba göre de bid’at-i hasene Şer’î ma’nâda bid’at değildir. İmâm Rebbânî Şer’î ıstılâhı esas alarak Şer'îat’ı ve Sünnet’in temel esaslarına uyan ama şeklen sonradan ortaya çıkan bir şeye bid’at demez. Diğerleri de şeklen sonra ortaya çıkmasından dolayı lügat ma’nâsıyla bid’at, Şerîat esasına dayandığından dolayı hasene demişlerdir. Kısacası hilâf/anlaşmazlık lafzîdir, ma’nevî değildir. Esâsda hepsi bir kapıya çıkmaktadır.[59]

Mecmuamızın ileriki sayılarında delîller getirildiğinde de görüleceği ve anlaşılacağı gibi, Râbıta’ya Şer’î ma’nâda bid’at denemez. Çünki, Kur’ân ve Sünnet’e uymayan bir yanı bulunmadığı gibi, onlarla emredilen zikrin vesîlesi olmanın yanında, Şer’î delîllerden bir nicesinin umûmu/geneli ve kapsamı çerçevesinde düşünülebilecekleri çok açık ve esaslı dayanakları vardır.

Altıncı Nokta

Tekfîrde Lüzûmlu Dayanak Nedir?

Bir kimseyi kâfirlik veya müşriklikle suçlamak için lâzım olan yeterli delîl nedir?

Bunun için te'vîl/yorum kaldırmayacak seviyede açık âyet veya yine te’vîl götürmez mütevâtir Sünnet, yahud İcmâ'’a ihtiyac vardır. Başka şekilde, Kıyâslarla veya ictihâdlarla, hele Kıyâs ve ictihâd bile olmayan saçmalamalarla bir işe küfür veya şirk, bunu gördükleri kimseye kâfir veya müşrik diyenler, ya câhil ahmaklar veya hâin zındıklardır. Mütevâtir olmayan ve başka şekilde te’vîl edilemiyen sahîh hadîslerle Ehl-i Sünnet'in cumhûruna göre kesin harâmlık bile sâbit olmaz, sadece mekrûhluk ve inançlaştırma bahis mevzûu ise küfre sokmayan bid’at hâsıl olur. Ya, câhil ve sapık Râbıta düşmanlarının yaptıkları gibi abuk subuk yorumlamalarla olursa? Bu, düpedüz Allah celle celâlühû ve Resûlü ile alay etmek olur. Şunların hâlleri berbat… Câhillikleri ma’zeret olarak kabûl edilmezse işleri hepten kül…

Yedinci Nokta

Her Mes'elenin Delîli İllâ da Mantûk mu Olmalıdır?

Başka bir tâ'bîrle, ona âid husûsî bir ibâre midir? Hayır… Bir husûsun delîli illâ da onun için getirilen ibâre değildir. Bu dediğimizi daha iyi anlayabilmek için aşağıdaki soruyu cevâblandırmamız lâzımdır; Sözün ma’nâsını anlama kaç şekilde olur? veya, bir sözden bir ma'nâyı anlamanın kaç yolu vardır? Dört şekilde olur; veya dört yolu vardır;

Bir: Söz, ma’nâyı, nazmı (kendi dizilişi) ile gösteriyor ve o ma’nâ için getirilip söylenmiş ise, bu, ibaresiyle(ma’nâyı) gösterendir.

İki: Değilse, yani bir ma’nâyı göstermek için söylenmemişse, fakat yine de o ma’nâyı nazmıyla gösteriyorsa, işaretiyle o ma’nâyı gösterendir.

Üç: Eğer söz, nazım (kendi dizilişi)) ile bir ma’nâyı göstermiyor fakat lügatin mefhûmu (dilden anlaşılan ma’nâ) ile gösteriyorsa, delâletiyle o ma’nâyı gösterendir.

Dört: Değilse, (yani, ma’nâ lüğatten de anlaşılmıyorsa), iktizası ile o ma’nâyı gösteren bir lafız olur. (Yani, sözde o ma’nâ gözükmese de lafız o ma’nâyı gerektirir.)

Dolayısıyla, Râbıta'nın meşrû'luğu için illâ ona âid husûsî bir ibâre aramak, bu yoksa, diğer yollara bakmadan onu reddetmek ya câhillik veya hâinlikdir. Câhil olanlar, ibâre ma’nâsının dışındaki diğer üç ma’nâyı görmeyip, meselâ, bunun neresi Râbıta delîli? diyebilirler. Zîrâ bu onların cehâlet ve ona paralel olan idrâksizliklerinin muktezasıdır. Bu gibi gülünçlüklere sıkça rastlamaktayız... Delîl isterlerken illa, ibâresiyle delâlet eden delîl isterler. Ama kendileri delîl getirirlerken bu dördün de dışına çıkarak kısmen zann ifâde eden Kıyâsın hiçbir şey ifâde etmeyen (hattâ yalan ifâde eden) batılıyla insanları şirk ve küfürle suçlayabilirler…

Sekizinci Nokta

Sözün Açık Veya Kapalı Oluşu Kaç Çeşittir?

Lafzın/sözün ma’nâsı, eğer açıksa, ya, tahsîs/sınırlandırma kabûl eder veya etmez. Ederse, ma’nâsının açıklığı, ya sırf sîğesi (kalıbı) sebebiyledir, ki o zaman zâhir (açık)dir; Veya (sırf sîğesi sebebiyle) değildir, ki o takdîrde nassdır. Lafızda te’vîl ve tahsîs ihtimâli yoksa, ya nesh kabûl eder veya etmez. Ederse, mufesserdir/tefsîr edilendir. Kabûl etmezse muhkemdir.

Eğer lâfzın ma’nâsı gizli kaldıysa, bu kapalılığı, ya sîğeden başka bir şey sebebiyledir, ki, bu hafîdir, yahud sîğeden dolayıdır, ki bu da, eğer düşünmekle idrâki mümkin ise, müşkil, değilse, açıklanması, (başka delîllerle) umulan bir şeyse mücmel, değilse, müteşâbih olur.

Ayrıca, Lâfzın ma’nâda kullanılması, ya hakîkattır, veya mecâzdır. Bu ikisinden her birinin murâdı açıksa sarîh, kapalıysa, kinâye olur.[60]

Râbıta inkârcıları, onun meşrû'luğu için illâ apaçık delîl isterler. Oysa ilimde mu'teber olan delîllerin hepsi aynı açıklıkta değildir. Kimileri kısmen kapalı delîllerdir. Şunların hepsi de delîl olmaya elverişlidir. Lâkin yapılan sınıflama, bilhassa iki noktada mühimdir: Birincisi: Bunlardan her birinin bir husûs için delîl oluşunu inkâr etmenin hükmü ayrıdır. İkincisi: Şunların kendi ayarında zıd delîl bulunması hâlinde tevakkuf edilmesi, ikisininde i'tibârdan düşmesi, daha açık başka zıdd delîllerle teâruz/çelişki ânında da, daha açık olanların tercîh edilmesi gerekir.

Râbıta kendinden daha açık veya kendine denk hangi delîlle çelişmektedir? Bu ortaya konulmadıkça, onun meşrû'luğuna dâir getirilen delîllerin şu yollarla delîl olamayacakları gösterilemedikçe, yapılacak her bir karşı çıkmanın câhillikten veya sapıklıktan doğduğu inkâr edilemeyecektir. Halbuki biz, Râbıta inkârcılarında bu dediklerimizin hiçbirini göremiyoruz.

Dokuzuncu Nokta

Sükûtî İcmâ' Bir Hüküm Bildirir mi?

Evet, Sükûtî İcmâ’, Sözlü İcmâ' seviyesinde değilse de bir çok âlime göre bir hüküm bildirir.

Alâuddîn Buhârî şöyle diyor: Ruhsat icmâ'ının bu ismi alması, âlimlerin tamâmının fâsıklık ve dîn işlerinde kusûr etmekle suçlanmalarından korunmuş olmak için zarûret îcâbı icmâ' kabûl edilmesi sebebiyledir.[61] Mes'elenin sûreti/şekli şudur: Bir asırda Ehl-i Hall ve Akd'dan[62] bir kimse, bir mes'elede, bu mes'ele üzerinde mezheblerin hükmü yerleşmeden evvel bir hükme kanâat getirse, şu kanâat, asrının ahâlisi arasında yayılsa, üzerinden düşünme zamânı geçse ve ona muhâlif biri ortaya çıkmasa, bu ashabımız(Hanefî âlimlerin)in çoğuna göre kesin bir İcmâ' olur. Fiil/iş de böyledir. Ya'nî İcmâ' ehlinden birisi bir iş yapsa, onu zamânının âlimleri bilse hakkında düşünme müddeti geçtikten sonra ona hiçbir kimse karşı çıkmasa bu onlar tarafından şu işin mubâh olduğuna dâir bir icmâ' olmuş olur. Buna, onu kabûl edenlere göre Sükûtî İcmâ'/susmakla olan icmâ' ismi verilir.[63] (Alâuddîn Buhârî’nin sözü bitti.)

Râbıta amelini/işini yapan veyâ yapılmasını emreden bir değil sayılamayacak âlimler, ârifler ve sâlihler olmuştur… Râbıta, Müctehidler, Fakîhler Muhaddisler, Müfessirler ve Akâid âlimlerinin bol olduğu zamanlarda hemen hemen herkesin bildiği ve şâhid olduğu bir seviyede şöhretle işlenmekteydi. Buna rağmen, Râbıta'ya karşı gelen, veya onu şirk yâhud bid'at diye vasfeden hiçbir ilim sâhibi bilinmemektedir. Bu da bir Sükûtî İcmâdır. Zamânımızın akıl, ilim, hidâyet ve edeb müflislerinin söylemekte olduklarının ise bizce peş paralık bir kıymeti bile yoktur…

Onuncu Nokta

Sâlihlerin Örf ve Âdeti Meşrû'luk İfâde Eder mi?

Evet, eder. Nitekim bu husûs, Usûl-i Fıkıh kitablarında,[64] birtakım müstakıl risâlelerde,[65] Eşbâh ve Mecelle gibi Küllî veya Ekserî kâidelerden de bahseden eserlerde[66] etraflıca anlatılır.

Mü'minlerin güzel gördüğü, Allah celle celâlühû katında da güzeldir.[67] Örf ile sâbit olan Şer'î bir delîl ile sâbit olmuştur.[68] Örf ile sâbit olan Nas ile sâbit olmuş gibidir.[69] Örfün makbûl olmasının da elbette şartı vardır: Nassa muhâlif örfe i'tibâr edilmez.[70]

Netîce

İşte size tam on tane usûl kâidesi… Bunlar çerçevesinde de işte size meşrû' bir amel; Râbıta… Bahsi geçen âyetler, hadîsler ve fıkhî istinbâtlar dâiresindeki şu kâidelerin veya Râbıtanın bunlar çerçevesinde olduğunun yanlışlığı isbât edilmedikçe, onu inkâr etmek, en hafîfinden hevâ ile amel etmektir. Nefse ve hevâya tapınmaktır da diyebilirsiniz. Âbidler, ârifler ve zâhidler topluluğu olan Sûfiyye tâifesi gibi salâh ve takvâda mü'minlerin nümûneleri olan nezîh zâtların örfü hâline gelen Râbıta Allah celle celâlühû katında da elbette güzeldir.


 

 



[1] Şu yazı bilhassa bir ilim yetîmi ve fakîri olan Profesör Abdulaziz BAYINDIR’ın ve beşik şeyhliği ile hakiki şeyhliği karıştıran Ferit AYDIN isimli kimsenin hezeyanları münâsebetiyle kaleme alınmıştır.

[2] Tâcü’l-Arûs: 10/262

[3] Âsım Efendi, Kâmûs Tercümesi: 3/659

[4] Mısbâh: 462

[5] Ahterî: VSL maddesi.

[6] Allah’ın razı olduğu şeylerde yok olma mertebesine varmış. (İmâm Rebbânî:

 Mektûbât:1/102-103)

[7] Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Risâle-i Râbıta, Reşâhât kenarı: 222-223

[8] Daha kültürlü veya entellektüel (!) zevâtın ifâdesiyle, metotik yahud metodolo jik

[9] Ki doğru değildir. Söz doğru olduğu takdîrdedir.

[10] Yani önceleri ateşte pişen yemeği yediği için abdest alıyordu. Sonra artık ab- dest almadı.

[11] Ama abdest alsa daha iyi olur.

[12] [Buhârî, Sahîh, İ’tisâm: 4, Meğâzî:74, Müslim, Libâs:52, Ahmed Hanbel, 4:165]

[13] Bir şeyi zikredip netîcesini kasdetmek de bir mecâzdır.

[14] Altun yüzüğü Ashâb’ın kullanmamaları, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in onu kullanmayı terk edişinden değil, kullanmayacağım sözünden ve başka şu ya- saklığa dâir açık nasslar sebebiyledir..

[15] Husnü’t-Tefehhüm ve’d-Derk li Mes’eleti’t-Terk:5-25 den hulâsa

[16] İbn-Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir (Hamevî Hâşiyesi ile beraber):1/223-225

[17] Yer yer şerh ve hâşiyelerin hattâ bazen de şunların metinlerinin üzerine yazılan açıklamalar.

[18] Hamevî, aynı yer.

[19] Hamevî aynı yer.

[20] Telvîh: 2/39

[21] Veya Sa’d, yahud Ahmed er-Rûmî. Kadızâdelerden.

[22] Leknevî, Tervîhu’l-Cinân Bi Teşrîh-i Hukmi Şurbi’d-Dühân isimli risâle:17

 (Mecmûu Resâili’l-Leknevî:2/267)

[23] Ahkâmu’l-Kur’ân: 1/14-16

[24] Mefhûm-i Muhâlefet: Kelâmdan iltizâm yoluyla anlaşılan şeydir/ma'nâdır. Denil miştir ki, hükmün meskûtta/sözü edilmeyen, susulan şeyde, mantûkun/sözü edilenin zıddına isbât edilmesidir, var olduğunun söylenmesidir. (Seyyid Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât)

[25] İbn-i Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem:2/164-165

[26] Alâuddîn Muhammed İbnü Abdülhamîd es-Semerkandî, El-Mîzân fî Usûli’l-Fıkh :191, Dâru’l-Kütüb’l-İlmiyye

[27] Kâdî Mücâhidü’l-İslâm el-Kâsimî (Muâsır ulemâdan. Cihâdda Şehîd düşenler den), Fıkhu’l-Müşkilât: 37-48

[28] [Gezâlî, (el-Mustasfâ: 2/40-139)], Kâsimî:38

[29] [Fahruddîn er-Râzî, (El-Mahsûl: 2/434)], Kasimî:38

[30] [Ğezâlî: (el-Mustasfâ:1/139)], Kâsimî: 38

[31] [Şâtıbî, (El-İ’tisâm: 1/111)], Kâsimî Fıkhu’l-Müşkilât:42-43

[32] [Âmidî, (el-İhkâm: 4/160)], Kâsimî Fıkhu’l-Müşkilât:45

[33] Tahrîr’in ifadesi Hanefîler ve diğerleri şeklindedir, Kâsimî’nin naklettiği gibi

bazıları değil.

[34] [Et-Teysîr ale’t-Tahrîr: 4/171, el-İ’tisâm: 2/111, el-İhkâm:4/169], Kâsimî Fıkhu’l-Müşkilât:45

[35] Bakara:117, En’âm: 101

[36] [İsnadı sahîhtir. Ebû Dâvûd, es-Sünne (4607), Tirmizî el-İlm (2676), Tirmizî bu hadîs hasen ve sahîhtir demiştir. İbn-i Mâce Mukaddime (42, 43), Ahmed İbn-i Hanbel (4/126,127), Hâkim (1/95,1/96), Hâkim, bu hadîs illeti olmayan sahîh bir hadîstir, dedi ve Zehebî O'na muvâfakat etti.]

[37] [Müslim, Zekat (69/1017)]

[38] [Buhârî, Terâvîh Namazı (2010)]

[39] [Önceki hadîsin kendisi (Ebû Dâvûd ve Tirmizî hadîsi)]

[40] [Ahmed İbn-i Hanbel (5/382), Tirmizî, Menâkıb (3662, 3805), İbn-i Mâce (97)],

 [Taberânî el-Kebîr (8426), İbn-i Hibbân (İhsân-6863)]

[41] [En-Nihâye fî Ğarîbi’l-Hadîs: (1/106, 1/107)]

[42] [El-Mısbâhu’l-Münîr: (38). El-Mektebetü’l-ilmiyye Beyrut.]

[43] [Feyrûz Âbâdî, Kâmûs-i Muhît, (b,d,a) maddesi, (907) Müessesetü’r-Risâle]

[44] [Müslim Cumu’a: (43/867)]

[45] Ahkâf 25

[46] [Sahîh-i Müslim, Nevevî şerhi ile beraber (6/154-155)]

[47] [Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem (397, Darü’l-Fürkân-Ürdün)]

[48] [Fethu’l-Bârî (13/266, 13/267), Reyyan Baskısı]

[49] [Ebû Nüaym, Hilyetü’l-Evliyâ (9/113)]

[50] [Fethu’l-Bâri (13/267)]

[51] [Fethu’l-Bâri (13/267-13/268)]

[52] İmâm Nevevî, Tehzîbu’l-Esma ve’l-Lüğât: 3/22-23

[53] [Müslim, Zekât (1/1017), Nesâî, Zekât (5/75-77), İbn-i Mâce, Mukaddime (203)

 Cerîr b. Abdillâh el-Becelî’den]

[54] [Sahîh-i Müslim, Nevevî Şerhi ile (1/226-227)]

[55] Ğumârî’nin İsmi geçen risâlesinden hulâsa

[56] İmâm Rabbânî, Mektûbât:1/159-160, 186. Mektûb

[57] Allahu a’lem, vesîlelerden olmamasına rağmen isâbetsiz olarak, vesîle kabûl edilip kendisine hasene/güzel denilen sonradan îcâd edilen şeyleri kasdediyor. Namaz niyyetinin dille yapılması ve kefene yapılacak ilâve, açıktır ki, niyetin ve kefenin vesîlelerinden değildirler, ve bu hususlardaki sünneti ortadan kaldırmaktadırlar. Ama O, buna rağmen bunların güzel bulunmasına -haklı olarak- bir ma'nâ veremiyor. Bunların hasene diye isimlendirilişleri, bid’ati, hasene ve seyyieye ayıranların ta'rîfine de uymuyor.

[58] İncâhu’l-Hâce:3

[59] Bu bid’at husûsunda Allâme Leknevî’nin, İqâmetü’l-Hucceh isimli kıymetli bir risâlesi vardır.

[60] Her hangi bir Usûl-i Fıkıh kitabının Hakîkat, Mecâz ve Kinâye bahisleri.

[61] Ya'nî, âlimlerin susup da inkâr etmedikleri bir söz veya işin biz yanlış olduğunu kabûl edecek olursak, şu âlimlerin tamâmını fâsık olmak ve dînî işlerde kusûr işlemekle suçlamış oluruz. Bu ise kesinlikle yanlıştır. Şu yanlıştan sakınmış olmak için de onların bu susmasını bir icmâ' olarak kabûl etmeye mecbûruz.

[62] Mü'minlerin müşkillerini/problemlerini ve işlerini Şer'î ölçüler içinde çözen ve karâra bağlayan, onlar tarafından tabiî olarak dînî liderler kabûl edilen Rabbânî âlimler topluluğu

[63] Alâuddîn Buhârî, Keşfu'l-Esrâr alâ Usûli'l-Pezdevî: 3/228

[64] Alâuddîn Buhârî, Keşfu'l-Esrâr:2/95, Lafızların hakîkatlarının kendisiyle terk edileceği şeyler bahsi.

[65] İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'zı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/ 114

[66] İbn-i Nüceym, El-Eşbâh ve'n-Nezâir, Altıncı Kâide:1/126-139, Mecelle-i Ahkâm-i Adliye:36,37ve 38. maddeler.

[67] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, Abdullah İbn-i Mes'ûd'dan, mevkûf olarak. Tahrî ci ileride etraflıca gelecek.

[68] Şerh-i Eşbâh’ı Bîrî'den naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'dı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/115,

[69] Mebsût'tan naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'dı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/115,

[70] İbn-i Hümâm'dan naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'dı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/115,

RİŞTE-İ CEVÂHİR

 

HZ. ALİ R.A.’DEN HİKMETLER

 1- Kişinin imanındaki kemâli, yeminlerinden belli olur.

2- Şu zamanda kardeş geçinenler, ayıp arayan casuslardır.

3- Hakîkî kardeş dar günde yetişendir.

4- Kişinin edebi, altınından hayırlıdır.

5- Zenginliği açıklamak, şükürdendir.

6- Kötüye iyilik et, efendisi ol.

7- Borcun edâsı dindendir.

8- Musîbetleri gizlemek mürüvvettendir.

9- Zühd’ün efdali, gizli olandır.

10- Âile fertlerine edep öğret! Onlara menfaat verir.

11- Ana-babaya iyilik, amellerin en üstünüdür.

12- Ömrün bereketi, güzel amelledir.

13- Cumartesi ve Perşembe sabahları bereket zamanlarıdır.

14- Sabrettiğin zaman, nefsini zaferle müjdele!

15- Midesi, kişinin düşmanıdır.

16- Erken kalk, mes’ud ol!

17- Güler yüz, ikinci bir ihsandır.

18- Dünyayı âhiret karşılığında sat da kazan.

19- Belâ, insana dilinden gelir.

20- Allah korkusuyla ağlamak, göze nurdur.

21- Malın bereketi, zekâtın verilmesidir.

22- İhsanını minnetle yok etme!

23- Ömrün sonu için kıymet yoktur.

24- Ömrün evvelinde kaçırdıklarını, ömrün âhirinde tedârik et!

25- Namazda tembellik, iman zâfiyetindendir.

26- Yemekte elin çokluğu, berekettir.

27- Allah’ tevekkül et, O sana yeter.

28- Hayra yor, hayra er!

29- Günâhı terk ederek köşeye çekil!

30- Kişinin tevâzuu, kendine ikram eder.

31- Kötülükten uzak dur, hürmete mazhar ol!

32- Muhabbet, hürmetle kuvvetlenir.

33-  Kötülüğe karşılık vermeyi tehir, ihsandandır.

34- Üç şey helâk eder: Cimrilik, hevâ ü heves ve ucub.

35- İmanın üçte biri hayâ, üçte biri akıl, üçte biri cömertliktir.

36- Hırs ve tamâ gediğini, topraktan başkası örtemez.

37- Âlimin ölümü, dinde gediktir.

38- Âhiretin sevabı, dünya nimetlerinden hayırlıdır.

39- Melikin saltanatı, adâletle dâim olur.

40- İhsanını, özür dileyerek çoğalt!

41- İhsana teşekkür, ikramı artırır.

42- Cesedin devamı, gıda ile; rûhun devamı, ibâdetle...

43- Selâmet elbisesi eskimez.

44- Bulunanla cömertlik et!

45- İyilerle sohbet, ganimet; kötü dostla oturmak, şeytanla ülfettir.

46- Kişinin görüştüğü kendisi gibidir.

47- Kişinin güzelliği, yumuşak huylu olmasındandır.

48- Kendisi için ölüm olmayan (Allah) yücedir.

49- Sözün güzeli, kısa olanıdır.

50- Çokla cömertlik et, aza kanâat eyle!

51- Bâtılın ömrü, muvakkat bir zaman... Hakkın devamı kıyâmete kadardır.

52- Fukarâ ile otur da; şükrün artsın...

53- Fakirin az sadakası, zenginin çoğundan çoktur.

54- Güzel ahlâk ganimet; hiddet, tehlikedir.

55- Kişinin sanatı, definesidir.

56- Yemeğin ekşisi, sözün ekşisinden hayırlıdır.

57- Kişinin hayası, perdesidir.

58- Yumuşak huy, insanın yardımcısıdır.

59- Aslı bozuk olan kimseye, vefâ haramdır.

60- Evlât acısı, ciğer yakar.

61- Erkeğin ziyneti edep, kadının ziyneti zehep (altın)dır.

62- Allah korkusu kalpleri parlatır.

63- Allah’tan kork; başkasından emin ol!

64- Dostun hayırlısı, hayra götürendir.

65- Hâlis muhabbet, ahde vefâdandır.

66- Dini dünyaya değişenin kazancı hebâ olur.

67- Malın hayırlısı, Allah yolunda harcanandır.

68- Nefsine muhâlefet et, rahata er!

69- Kalbin boş olması, kesenin dolu olmasından hayırlıdır.

70- Kişinin dostu, aklının delilidir.

71- Kadının hayırlısı, çok doğuran ve erine muhabbetli olandır.

72- Meliklerin devleti, adâletle ayakta durur.

73- Din kardeşini ziyâret, sevincin devamına sebeptir.

74- Kalbin ilâcı, kazaya rızâdır.

75- İnsanın özü aklına; işi aslına delâlet eder.

76- Gazabına hâkim ol, âkıbetin hayır olsun.

77- Kişinin dîni, dostudur.

78- Cimrinin altını taş mesâbesindedir.

79- Rezillerin devleti, iyilerin âfetidir.

80- Tatlı dil sermâyedir.

81- Bir şeyi zemmetmek, o şeyle meşgul olmaktandır.

82- Sultanların yemeği dudak yakar.

83- Bir günah çok, bin tâat azdır.

84- Azgını azgınlığıyla bırak!

85- Sana ezâ edene mudârâ et, onu utandır. (Şerrinden kurtul.)

86- Allah dostlarından bahsetmek, rahmete vesîledir.

87- Fakirlikle zelîl olan, Allah katında zengindir.

88- Ölümü anmak, kalbe cilâdır.

89- Gençliği hatırlamak keder verir.

90- Kişinin zilleti, tamahındandır.

91- İlim rütbesi, rütbelerin en üstünüdür.

92- Babana hizmet et ki, evlâdında sana hizmet etsin!

93- Doğum ölümün habercisidir.

94- Nefsin rehâveti meşakkat getirir.

95- Dostu görmek, göze cilâ verir.

96- Rızkın seni bulur; müsterih ol.

97- İlmin yok olması, âlimin yok olmasından ehvendir.

98- Dünyanın her yeri belâlarla doludur.

99- İç güzelliği, dış güzelliğinden hayırlıdır.

100- Dostu ziyâret, muhabbeti tazeler.

101- Zayıfların silâhı, şikâyettir.

102- İlmin ayıbı, âlimin kendini methetmesi-dir.

103- Kişinin görünüşü, karakterini bildirir.

104- Cimri zengin, cömert fakirden daha fakirdir.

105- Az mârifet, çok amelden hayırlıdır.

106- Sabah uykusu rızka mânidir.

107- Câhilin sükûtu, perdesidir.

108- İyilerle sohbet eden, kötülerden emin olur.

109- Allah’tan başkasına ümit bağlayanın gayreti boşadır.

110- Dostun darbesi, düşmanınkinden acıdır.

111- Emsâlinle gez!

112- Kişiyi zulmü yıkar.

113- Kerimin gölgesi geniştir.

114- Zâlimin cezası, erken ölümdür.

115- Allah’tan korkanların mertebeleri yücedir.

116- Akıllı düşman, câhil dosttan hayırlıdır.

117- Hikmet müminin ganîmetidir.

118- Akıllı genç, câhil ihtiyardan hayırlıdır.

119- Kişinin fazîletiyle iftiharı, âile şerefiyle iftihârından evlâdır.

120- Her kalpte bir meşguliyet vardır.

121- Hasmına gâlip gelmen, sabır ve tahammülledir.

122- Kıymeti bilinmeyen nimet elden gider.

123- Bir şeyin parçası, aslından haber verir.

124- Akıllının câhile üstünlüğü, Ay’ın yıldıza üstünlüğü gibidir.

125- Kişinin kurtuluşu doğruluktadır.

126- Kardeş ayrılığı, gönül hüznüdür; kalbi yakar.

127- İnsanın zekâsı, aslına delildir.

128- Hakkı kabul etmek dindendir.

129- İşinde miktarı belli et, hatadan kurtul!

130- Kalp kasveti, tokluktandır.

131- Kişinin sözü, aslından haber verir.

132- Kalbin kuvveti, imanın sıhhatindendir.

133- Harisi öldüren, hırsıdır.

134- Kişinin kıymeti, hoşgörüsündedir.

135- Şerlilere yakın olmak zarar verir.

136- Kişinin kıymeti, ehemmiyet verdiği iş kadardır.

137- Allah kelâmı, kalbe devâdır.

138- Dünya ayıpları üzerinde dâim olmaman, sana kâfidir.

139- İlmin kemâli, hılimdedir.

140- Ölümü bilmen, keder olarak sana yeter.

141- Cömertliğin kemâli, verirken (az oldu diye) özür dilemektir.

142- Cömert kâfir, cennete girmeye, cimri Müslüman’dan daha ümitlidir.

143- Nasihat olarak ölüm yeter!

144- Dert olarak ihtiyarlık kâfidir.

145- Ölüm habercisi olarak ihtiyarlık yeter.

146- Haset edeni, hasedi yer.

147- Yumuşak söz, kalplerin bağıdır.

148- İlim devletine zevâl yoktur.

149- Eceli gören uzun emele düşmez.

150- Her gamma ferahlık, her derde devâ vardır.

151- Şöhret elbisesi giymek, ahmaklıktır.

152- Hasetçide huzur olmaz.

153- Kocalık ömürden sayılmaz. (Çünkü çileli geçer.)

154- Kavmine karşı mülâyim ol da sevil!

155- Kavlinde (sözünde) yumuşak ol da sevil!

156- Hasetçiden başka her düşmanla anlaşmak mümkün.

157- İlim meclisi, cennet bahçesidir.

158- Şerlilerle sohbet, deniz yolculuğu gibi tehlikelidir.

159- Gayreti çok olanın, kederi uzun olur.

160- Çok konuşan, çok pişman olur.

161- Tatlı suyun başı kalabalıktır.

162- Büyüklerin meclisleri, kelâmın kaleleridir. (Sır vermezler.)

163- Kişinin hüneri, dili altındadır. (sözünden anlaşılır.)

164- Arzûlara ulaşmak zenginliktir. (Maddi mânevî)

165- Gece namazlarıyla kalbini nurlandır.

166- İhtiyarlığını günahla karartma!

167- Ayrılık ateşi, cehennem ateşinden şiddetlidir.

168- Müminin nûru, gece namazındadır.

169- Ölümü unutmak, kalbi paslandırır.

170- Saçın ağardığında, sana ölümden haber verir.

171- Sözü doğru olanın yüzü güzeldir.

172- Emin halde uyu, yatakların iyisinde olursun.

173- Müminin yüz güzelliği takvâ nûrundandır.

174- Yerinde yapılmayan ihsan zulümdür.

175- Başa kakılan sadakanın günahı, sevabından büyüktür.

176- Yalnızlık kötü arkadaştan hayırlıdır.

177- Ahmağın reisliği kısa sürer, tez geçer.

178- Sana düşmanlık etmeyen, dostluk etmiş; gafletle muâmele eden de üzmüş olur.

179- Evlât sâhibinin rızkı geniştir.

180- Yazıklar olsun iyilere kötülük edenlere!..

181- İçi ve dışı çirkin olana yazıklar olsun!

182- Hasetçiye hasedi, en büyük sıkıntıdır.

183- Kişinin gam ve kederi, gayreti nispetindedir.

184- Gayret; namusu korumak, imandandır.

185- Hırslı helâk olur da haberi olmaz.

186- Tiriti hazırlayan yemez; kime kısmetse o yer.

187- Düşmanın nasihatinden uzak dur!..

188- Kişinin helâki, amelini beğenmesindedir.

189- Emânete riâyet etmeyende, iman olmaz.

190- Mürüvveti olmayanın (İnsana itibar etmeyen) din, kâmil değildir.

191- Fazîleti olmayanın, zenginliği olmaz.

192- Padişahlara rahat yoktur. (Devamlı maddî mânevi idâre düşüncesindedir.)

193- İyi insan âhireti için, kötü insan da dünyası için gam çeker.

194- Nefsinden sakınman, aslandan kaçmadan daha faydalıdır.

195- Yanındakini getir ki, onunla bilinesin. (Meddi mânevi bilgi)

196- İnsanın kıymeti, gayreti, kıymetidir.

197- Yalancıda kerâmet olmaz.

198- Kanâat ehlinde gam, akıllıda fakirlik olmaz.

199- Taktir olunan sana gelir.

200- Sadaka ömrü uzatır.

201- Saîdin sohbeti, insanı saîd eder. (İyi insan)

202- Sabreden muradına erer.

203- Kalbin hüznü, nefsin rahatındandır.

204- Laf taşıyan, bir saatte, bir kaç aylık fitne ve fesâda sebep olur.

205- Sen rızkını aradığın gibi, o da seni arar.

206- Kişi sadâkatiyle büyüklerin mertebesini kazanır.

207- sıhhat nimeti, en büyük bahtiyarlıktır.

208- Şerlilerle ünsiyet eden, kötü yoldadır.

209- Helâl lokma kalbi nurlandırır.

210- Kur’an okumak kalplerin şifasıdır.

211- Sadâkat, sâhibini kurtarır.

   
© incemeseleler.com