وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا أَصْحَابَ الْقَرْيَةِ إِذْ جَاءَهَا الْمُرْسَلُونَ

 {١٣}

13) Onlara, o şehir halkının (Antakyalıların) halini misal getir. Hani oraya (İsa'nın gönderdiği) elçiler gelmişti.

Ey Muhammed! Onlara Antakya halkının hikayesini misal ver. Onların hallerini Kureyşlilere hatırlat ve anlat.

 إِذْ أَرْسَلْنَا إِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ فَقَالُوا إِنَّا إِلَيْكُمْ مُرْسَلُونَ

{١٤}

14) Hani onlara iki elçi göndermiştik de ikisini de yalanlamışlardı. Bunun üzerine biz de bir üçüncü ile (onlara) takviye etmiştik. (Bu üç zat Antakyalılara) Gerçekten biz, size gönderilmiş elçileriz demişlerdi.

Biz her kavme resul gönderdiğimiz için, Antakya'ya da önce iki resul göndermiştik. Fakat o şehir halkı onları yalanladılar. Biz de o iki resulü takviye için üçüncüsünü gönderdik. Onlar da şehir halkına, "Biz size Allah tarafından gönderilen kimseleriz; O'nun birliğini kabul edin; O'na iman edin" dediler.

Müfessirler bu hadiseyi şöyle anlatıyorlar:

İsa Aleyhisselam, havarilerinden iki kişiyi Antakya şehrine gönderdi. Şehre yaklaştıklarında, koyu otlatan bir ihtiyar gördüler ki o zat Habib-i Neccar idi.  Karşılaştıklarında ona selam verdiler.

İhtiyar onlara,

- Siz kimsiniz? diye sordu.

- Biz İsa Aleyhisselam'ın elçileriyiz; insanları, putlara tapmayı bırakıp Allah'a ibadet etmeye davet ediyoruz, dediler.

İhtiyar,

- Peki, bir mucizeniz var mı? dedi.

- Evet var. Biz, Allah'm izniyle hastaları şifaya kavuşturur, körlerin gözünü iyi eder, alaca hastalığını tedavi eder, ölüleri diriltiriz, dediler.

İhtiyar,

- Benim senelerdir iyileşemeyen hasta bir oğlum var, onu iyileştirebilir misiniz? dedi.

- Bizi ona götür; bir görelim, dediler.

İhtiyar, onları alıp evine getirdi. Resuller, ihtiyarın oğlunun vücudunu elleriyle sıvazladılar; hasta, Allah'ın izniyle iyileşip ayağa kalktı.

Bunun üzerine Habib-i Neccar, onların davetini kabul edip, iman etti.

Bu hadise, yani resullerin Habib'in oğlunu bu şekilde şifaya kavuşturdukları haberi şehirde hızla yayıldı. Hastası olanlar hastalarını getirmeye başladılar. Allah'ın izniyle, birçok hasta onların elleriyle şifaya kavuştu ...

Uyûn isimli kitapta bu mesele hakkındaki rivayet şöyledir:

Bahsedilen ihtiyar âmâ olup gözleri görmüyordu. Bu iki zat, onun gözlerinin açılması için dua ettiler; Allah'ın izniyle gözleri açıldı.

O şehirde, Natıhıs isminde, Yunan hükümdarlarının büyüklerinden olan ve puta tapan bir hükümdar vardı. Resullerin, dua ederek insanları şifaya kavuşturdukları haberi onun kulağına kadar gitti. Resulleri huzuruna davet etti. Gittiler. Onlara;

-Siz kimsiniz? diye sordu.

-Biz, İsa Aleyhisselam'ın resulleriyiz, dediler.

Hükümdar,

-Buraya ne maksatla geldiniz? dedi.

Resuller,

-İnsanları, işitmesi ve görmesi olmayan putlara tapmayı bırakıp, işiten ve gören Allah'a ibadet etmeleri için davet etmeye geldik, dediler.

Hükümdar,

-Bizim taptığımız ilahlardan başka ilah mı var? dedi.

-Evet, var; O seni yaratandır, seni terbiye edendir, senin taptığın ilahları yaratan da odur, dediler.

Bunun üzerine hükümdar sinirlendi,

-Tamam, gidebilirsiniz; biz sizin söylediklerinizi bir düşünelim, dedi.

Fakat, çıkıp giderlerken halk peşlerine düştü; sokakta yakalayıp dövdüler.

* * *

Vehb bin Münebbih'in bu husustaki rivayeti ise şöyledir:

İsa Aleyhisselam, bu iki kişiyi Antakya'ya gönderdi. Antakya'ya  geldiklerinde, hükümdarla görüşmek istediler. Fakat uzun müddet görüşemediler. Hükümdar bir gün sahraya çıktığında, bu iki resul onun işiteceği şekilde tekbir getirmeye ve Allah'ı zikretmeye başladılar. Hükümdar buna sinirlendi. Onların yakalanıp hapsedilmelerini ve her gün 100 sopa vurulmasını emretti. Velhasıl, hem kendilerine inanılmamış oldu hem de her gün 100 sopa vuruluyordu.

İsa Aleyhisselam, bunun üzerine oraya havarilerin reisi olan Şem’unu gönderdi.

Şem'un, Antakya'ya gitti. Bir miktar da ekmek alıp, kim olduğunu tanıtmadan, arkadaşlarının bulunduğu hapsaneye vardı. Hapsane görevlisine,

- Ben bu ekmekleri içeridekilere dağıtmak istiyorum, dedi.

Bu şekilde, izin alarak içeri girdi. Arkadaşlarını buldu. Nasıl olupta oraya düştüklerini sorup öğrendi. Onlar da başlarından geçeni anlattılar.

Şem'un,

- Siz işi aceleye getirmişsiniz, işinizi yumuşakça yapmamışsınız, dedi. Devamla onlara şöyle söyledi:

- Bir kadın düşününüz. Bu kadın, gençliğinde çocuk doğurmamış. Nihayet ihtiyarlığında bir çocuk sahibi olmuş. Yaşı ilerlediği için, çocuğunun büyümesini bir an önce görmek istiyor. Onun için, bebeğine mama yerine ekmek yediriyor. Haliyle, annesinin yedirdiği ekmek, bebeğin midesine oturuyor. İşte sizin vaziyetiniz, bu kadının vaziyetine benziyor. Acelenin şeytandan, yavaş ve ihtiyatlı hareket etmenin de Allah'tan olduğunu bilmiyor musunuz?

Şem'un, onlarla konuşup vaziyetlerini öğrendikten sonra hapsaneden çıktı. Yavaş yavaş hükümdarın yakınlarıyla arkadaşlık kurmaya başladı; onlar da Şem'un ile samimi oldular, ondan hükümdara da bahsettiler. Hükümdar, Şem'unu huzuruna davet etti. Sohbet ettiler.

Şem'un'un sohbetinden hoşlandı; ona yakınlık duydu, aralarında samimiyet meydana geldi, Şem'un' a çeşitli ikramlarda bulundu.

Bu samimiyetten istifade ile Şem'un bir gün hükümdara,

- Hükümdarım! Sizi, başka bir dine çağıran iki kişiyi hapse attırdığınızı ve dövdürdüğünüzü duydum, diye laf açtıktan sonra,

- Onlarla hiç konuştunuz mu? Söyledikler neymiş, onları dinlediniz mi? diye onu yokladı.

Hükümdar,

-Hayır; onlarla benim aramda geçen sadece senin söylediklerinden ibaret. Sinirlendim ve öyle yaptım, dedi.

Şem’un,

-Eger uygun görürseniz, onları çağırıp bir dinleyelim, bakalım ne diyorlarmış, dedi.

Hükümdar, Şem'un'un isteği üzerine o iki zatı huzuruna getirtti. Şem’un onlara,

-Sizi buraya kim gönderdi? diye sordu.

Onlar,

-Ortağı olmayan ve her şeyi yaratan Allah gönderdi, dediler.

Şem’un,

-O Allah 'ı tarif eder misiniz? dedi.

-İstediğini diler, dilediğine hükmeder, dediler.

Şem’un,

-Bize, sözlerinizin doğruluğunu isbat edecek bir şey gösterebilir misiniz? dedi.

-Hükümdarın istediği bir şey varsa, yerine getirebiliriz, dediler.

Bunun üzerine, hükümdar adamlarına emretti; gözleri görmeyen, hatta hiç göz yeri olmayan ve göz yerleri dümdüz olan bir erkek çocuğu getirdiler. Hükümdar bu çocuğun görür hale gelmesini istiyordu.

Resuller dua ettiler. Onlar dua edince, dümdüz olan yüzdeki göz yerlerine iki yarık açıldı. Resuller çamurdan iki yuvarlak yapıp, çocuğun yüzünde açılan yere koydular. Oraya iki de gözbebeği yaptılar. Ve çocuk görmeye başladı.

Bunu gören hükümdar hayretler, içinde kaldı. Bunu fırsat bilen Şem’un,

-Hükümdarım, eğer kendi ilahlarınızdan da bunların yaptığı gibi bir şey yapmalarını isterseniz ve onlar da yaparlarsa, şeref sizde ve ilahlarınızda kalır, dedi.

Hükümdar putların yanına gittiği zamanlar, Şem'un da hemen oraya varır, çokça dua okur ve bol bol yalvarırdı. Bunun için hüküm dar, onu kendi dininden zannederdi. Ona,

- Ey Şem'un! Benim senden gizlim saklım yok. Biliyorsun ki, bizim tapındığımız ilahlar işitmez, görmez, ellerinden bir fayda da gelmez, dedi. Resullere de dönerek,

- Sizin ibadet ettiğiniz Allah eğer ölüleri diriltirse, size ve ona iman ederiz, dedi.

Resuller,

- Bizim ilahımızın gücü her şeye yeter, dediler. Hükümdar,

- Burada, 7 günlük bir ölü var. Babası burada değil. O dönmediği için gömdürmemiştim. Haydi bunu diriltin, dedi.

Hep beraber ölünün yanına gittiler. Baktılar; ölünün rengi değişmişti. İki resul açıktan, Şem'un ise gizli olarak Allah'a dua ettiler. Ölü, Allah'ın izniyle dirildi, ayağı kalktı ve konuşmaya başladı:

- Ben 7 gün önce müşrik olarak ölmüştüm. Beni, ateşten 7 vadinin içine soktular. Sakın, içinde bulunduğunuz inancı devam ettirmeyin; onu hemen terk edin.

Artık bu apaçık mucize karşısında oradakiler dayanamayıp iman ettiler.

Dirilen şahıs konuşmaya devam etti:

- Gök kapıları açıldı; ben bakıyordum; yüzü güzel bir genç gördüm. O genç şu üç kişiye yardım ediyordu, deyince hükümdar hayret etti,

- Üçüncüsü kim? dedi.

Dirilen şahıs,

- Üçüncüsü bu, diye Şem'un'u gösterdi. Diğerleri de şu ikisi diye diğer resulleri işaret etti.

Hükümdar, Şem'un'un şimdiye kadar kendi dininden olduğunu zannettiği için hayretler içinde kaldı. Şem'un, şimdiye kadar kendisini gözlemişse de bu hadiseyle artık her şey açığa çıkmıştı. Hükümdarı açıkca İslama davet etti. Hükümdar ve kavmi iman ettilerse de diğerleri iman etmediler. Cebrail Aleyhisselam, onların helak olması için bir bağırdı; onun bağırmasıyla iman etmeyenlerin hepsi helak olup gittiler.

* * *

Diğer bir rivayete göre de hadise şöyledir:

Hükümdarın kızı ölmüştü. Şem'un, hükümdara "Bu iki kişiden kızınızı diriltmelerini iste" dedi. O da öyle yaptı.

Resuller, hükümdarın isteğini yerine getirmek üzere kalktılar. Namaz kılıp, sesli olarak dua ettiler. Gizlice Şem'un da dua ediyordu. Allah (C.C.) dualarını kabul buyurup hükümdarın kızım diriltti ve kabirden çıktı. Ve şöyle dedi:

-Bunların dediklerini kabul edin; çünkü bunlar doğru söylüyorlar. Fakat sizin kabul edeceğinizi zannetmiyorum.

Şaşkına dönen hükümdar, kızına, öldükten sonra neler olduğunu sordu. Kız dedi ki:

-Bugün benim öldüğümün yedinci günü. Ben öldükten sonra, hayatta yaptıklarım getirildi. Kendimin kafir olduğumu anladım. Bundan sonra bana her gün ateşten ayrı bir evde azap edilmeye başlandı. Her birinde yapılan azap diğerine benzemiyordu. Yedinci evdeyken cesedimle birleştirildim; diriltildim. Bana, "Yukarıya bak” denildi. Gökyüzüne bakınca, gök kapılarının açıldığını gördüm. Orada güzel yüzlü bir adam vardı. Elini bu üç kişiye uzattı ve bunlara yardım etti.

Hükümdar,

- Üçüncüsü kim? diye sordu. Kız, Şem'un'u göstererek,

- Üçüncüsü şu genç, diğer ikisi de şunlar, diye diğer resulleri gösterdi. Devamla dedi ki,

- Babacığım, bu üç kişi beliklerimden tutup beni ateşten çıkardılar. Gözümü açtım, kendimi burada buldum.

Sonra, resullerden kendisini tekrar yerine iade etmelerini istedi.

Onlar da iltica ettiler; kız kabrine girdi ve ruhunu teslim etti.

* * *

Başka bir rivayette, iman ettikten sonra tekrar kabre konuldu.

Bir rivayette, hükümdar iman etmeyip kafir olarak kaldı ve "Siz buraya sadece fitne çıkarmak için gelmişsiniz" dedi.

 قَالُوا مَا أَنْتُمْ إِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَا وَمَا أَنْزَلَ الرَّحْمَنُ مِنْ شَيْءٍ إِنْ أَنْتُمْ إِلَّا تَكْذِبُونَ

{١٥}

15) Onlar, siz bizim gibi insandan başka (şahıslar) değilsiniz. Rahman hiçbir şey indirmemiştir. Siz, sırf yalan söylüyorsunuz dediler.

Yani, "Siz bizim gibi insansınız" demekle, "Allah tarafından vazifelendirilmiş kimseler değilsiniz" demek istiyorlardı. Antakyalıların bu sözlerini duyan resullerin ne cevap verdikleri, bir sonraki ayette şöyle bildiriliyor;

 قَالُوا رَبُّنَا يَعْلَمُ إِنَّا إِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ 

وَمَا عَلَيْنَا إِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبِينُ

{١٦-١٧}

16-17 ) Elçiler, rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen ancak açık bir tebliğdir, dediler.

Bize düşen vazife, size risalet tebliğini yapmaktır. Çünkü Allah kesin olarak bizi size, batıldan hakka dönmeye çağırmak için gönderdi. Sizin üzerinize düşense, bizim söylediklerimizi kabul ederek, hem Allah'a hem de bizdeki risalet vazifesine iman etmenizdir.

Bunu duyan Antakyalıların nasıl karşılık verdikleri şöyle anlatılıyor;

 قَالُوا إِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُمْ مِنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ

{١٨}

18) Onlar, biz hakikaten sizin sebebinizle uğursuzlandık. (Yağmurumuz kesildi.) Yemin olsun, eğer vazgeçmezseniz, sizi mutlaka taşlarla tepeleriz ve mutlaka bizlerden size bir azap dokunur dediler.

Uğursuzlıkla kasdettikleri, yağmur yağmaması ve aralarında değişik hastalıkların çoğalmasıydı.

"Bu belalar başımıza sizin uğursuzluğuzdan dolayı geldi. Yoksa, siz buraya gelmeden önce, biz beldemizde böyle şeyler görmemiştik" dediler. Bununla da kalmayıp, "Eğer bu vaziyetinizi bırakmazsanız, sizi taşlayarak öldürürüz" dediler.

Resullerin cevabı, bir sonraki ayette:

 قَالُوا طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ أَئِنْ ذُكِّرْتُمْ بَلْ أَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ

 {١٩}

19) Elçiler, uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Nasihat edilseniz de (küfrünüzden vaz geçmeyeceksiniz) öyle mi? Doğrusu siz haddi aşmış bir kavimsiniz dediler.

Elçilerin, "Uğursuzluğunuz sizinle beraberdir" demeleri, "Uğursuzluğunuz, kendi küfrünüz ve günahınızdan dolayıdır; size ondan dolayı uğursuzluk geliyor" demektir.

"Nasihat edilseniz de öyle mi?" sözleri de, "Bizim tarafımızdan Allah' a çağırılsanız da yine bizi uğursuz sayacak ve bizi taşlayacaksınız öyle mi? Siz gerçekten müşrik bir kavimsiniz. Kendinize gönderilen elçileri öldürme suçundan dolayı cezalandırılacaksınız." Demektir.

Bu haber, (Elçilerin öldürülmek istenmesi haberi) Habib-i Neccar' a ulaştı. Hemen onların tarafına yöneldi. Ayet-i kerimede onun hali şöyle anlatılıyor:

 وَجَاءَ مِنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ رَجُلٌ يَسْعَى قَالَ يَاقَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَلِينَ

 {٢٠}

2O) O esnada şehrin ta öbür ucundan bir adam koşarak geldi. Ve dedi ki: Ey kavmim uyun bu gönderilmiş (elçi)lere.

Bu gelen zat Habib-i Neccar idi. İmam Süddı, Habib-i Neccar'ın mesleğinin elbise yıkayıcılık olduğunu, Yehb bin Münebbih ise ipekçilik olduğunu söylüyor.

Habib-i Neccar'ın evi, şehrin giriş kapılarının en uzağının yanındaydı. Çok sadaka veren bir kişiydi. Akşam olunca, o günkü kazancını hesap eder, onu ikiye ayırır, yarısını çoluk çocuğuna bırakır yarısını da fakirlere sadaka olarak dağıtırdı.

Katâde diyor ki: Habib-i Neccar bir mağarada rabbine ibadetle meşguldü. Kendi kavminin, resulleri öldürmek istediklerini duyunca, koşarak oraya geldi. Resullere,

-Siz  bu risalet vazifesi karşılığında her hangi bir ücret istiyor musunuz? dedi.

Onlar,

-Hayır, biz onun karşılığında bir ücret istemiyoruz; biz sadece bizim söylediklerimize uyulmasını söylüyoruz, dediler.

Bunun üzerine Habib-i Neccar'ın ne dediğini ayet şöyle haber veriyor;

 اتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ

{ ٢١}

21) Uyun sizden hiç bir ücret istemeyen bu zatlara. Onlar hidayete (doğru yola) ermişlerdir.

Habib-i Neccar'ın "Ey kavmim! Kendileri doğru yolda olup sizi doğru yola ve hidayete çağıran bu resullere uyun" dediğini duyanlar,

- Demek, sen bizim dinimize sırt çevirdin. Bu resullere uydun, dediler.

Habib-i Neccar da şöyle cevap verdi:

 وَمَا لِيَ لَا أَعْبُدُ الَّذِي فَطَرَنِي وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

 {٢٢}

22) Hem ben, beni yaratana niye kulluk etmeyeyim. Hepiniz ancak O'na döndürüleceksiniz.

Dikkat edilirse, Habib-i Neccar Hazretleri yaratılma fiilini kendi üzerine alarak "Beni yaratan ... " diyor. Çünkü yaratma, nimet vermenin bir eseridir ki bu nimet insan üzerinde açıkça görülmektedir.

Kıyamette dirilmede ise mecburiyet ve zorlama manası vardır. Yani, insanlar isteseler de istemeseler de diriltileceklerdir. Bu manaya uugun olarak, "Kıyamette dirilip onun huzuruna çıkarılacak ve amellerinize göre karşılık göreceksiniz" diyor ki, isteseler de istemseler de bunun başlarına geleceğini hatırlatıyor.

Rivayete göre, "Bu elçilere uyun" deyince, onu alıp hükümdarın huruna çıkardılar.

Hükümdar,

-Sen onlara mı uyuyorsun? dedi.

Habib-i Neccar de cevaben,

-Ben, beni yaratana niye kulluk etmeyeyim! Hepiniz O’na döneceksiniz, diye cevap verdi.

Habib-i Neccar devamla şöyle söyledi:

 

     ءَأَتَّخِذُ مِنْ دُونِهِ ءَالِهَةً إِنْ يُرِدْنِ الرَّحْمَنُ بِضُرٍّ لَا تُغْنِ عَنِّي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا وَلَا يُنْقِذُونِ

{٢٣}

23) Hiç ben O'ndan başka ilahlar tanır mıyım! Eğer o Rahman bana bir zarar vermek istese, onların şefaatı bana hiçbir fayda vermez. Onlar beni kurtaramazlar.

Ayetteki, "Ben ondan başka ilahlar tanır mıyım?" cümlesi, istifham-i inkâridir, yani soru şeklinde ret ve inkar ifadesinin söylenmesidir; "Asla başka ilahlar tanımam" demektir.

Tanımam, çünkü onlar beni herhangi kötülükten kurtaramazlar; şefaat edemezler. Beni içinde bulunduğum o kötülükten çıkaramazlar da.

Bu sözleri Habib- Neccar' dan duyan kavmi,

-Ey Habib! Bu resuller senin babalarının dinini inkar ediyorlar. Ya onların dinlerinden dönersin, ya da seni azap ede ede öldürürüz, dediler.

Bunun üzerine Habib şöyle dedi:

 إِنِّي إِذًا لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ  

 {٢٤}

24) Şüphesiz (dönsem) bu takdirde ben, açık bir sapıklık içinde olurum.

Ben, müslüman olmuşken şimdi tekrar sizin dininize dönmüş olsam, açık bir sapıklık içine girmiş olurum. Çünkü, sizin dininiz batıldır.

Onlara böyle dedikten sonra resullere dönerek dedi ki:

 

إِنِّي ءَامَنْتُ بِرَبِّكُمْ فَاسْمَعُونِ  

 {٢٥}

25) Haberiniz olsun, ben rabbinize iman ettim. Gelin beni dinleyin ...

Habib-i Neccar iman ettiğini söyleyip "Gelin beni dinleyin" deyince derhal yakalayıp boynundan zincirlerle bağladılar, sonra götürüp şehrin kapısında idam ettiler.

* * *

İmam Süddı'nin ifadesine göre, onu öldürenler ona taş atıyorlar, o ise "Allahım, kavmime hidayet ver- onlara doğru yolu göster" diye dua ediyordu. Zaten, evliya yani Allah dostu olanlar, hep insanların hayrına dua edegelmişlerdir. Onlar öyle yüksek bir derecededirler ki,

asla insanlara buğz etmezler. Çünkü buğz ve düşmanlık taşıyanlar insaf sahibi olamazlar. İnsafsız olanlar nasıl Allah dostu olabilir!

Hatırlayınız ... Müşrikler, Uhut Harbi'nde taş atarak Peygamberimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dişini kırmışlardı. Peygamberimiz ise onlar için dua ediyor ve "Allahım! Kavmime hidayet ver; onlar bilmiyorlar" diyordu.

Hasan Basri Hazretleri diyor ki:

Habib-i Neccar'ın vücudunu parça parça ettiler. Parçalarını şehrin sokaklarına attılar.

* * *

Mübarek kabri Antakya'dadır. Allah onu cennete koydu; orada nimetler içindedir.

* * *

Deniliyor ki: Kavmi ona işkence ediyordu. Ölmek üzereyken Allah kalb gözünü açtı ve Habib cenneti gördü. O anda kendisine, "Ey mutmain olan nefsin sahibi! Gir cennete ve Allah'ın azabından emin ol" denildi. Ve cennet gösterildi. Ona ne denildiği, onun da Cenneti görünce ne dediği ayette şöyle ifade buyuruluyor:

 قِيلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَ قَالَ يَالَيْتَ قَوْمِي يَعْلَمُونَ 

 {٢٦}

26) Gir cennete denildi... Keşke kavmim bilselerdi (dedi) ..

Cennetin güzelliklerini ve nimetlerini görür görmez, kendisini öldürenlerin; ona nelerin verildiğini bilmelerini arzu etti.

Daha ne dediğini Kur'an şöyle haber veriyor:

 بِمَا غَفَرَ لِي رَبِّي وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُكْرَمِينَ

 {٢٧}

27) Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram görenlerden yaptığını bilselerdi, (dedi.)

Evet ... Habib-i Neccar Hazretleri, Allah'ın kendisini affetmesinin sebebinin, İslam dinine bağlılık olduğunu kavminin bilmesini arzu ettiği için, ruhu böyle söylemişti.

 

   
© incemeseleler.com