EMİRLERİN EDASI VE NEFS-İ EMMÃRE
Hükümleri yerine getirmekte zâhirî hastalık zorluğu sebep olduğu gibi bâtınî marazlar da aynı şekilde zorluğa sebeptir.
Şer-i şerif, nefs-i emmârenin âdetlerini ve onun boş arzûlarını yıkmak için gelmiştir. Zira nefsin arzûsu ve şerîata tâbi olmak, birbirine karşıdır. Şüphesiz bir zorluk varsa, bu nefsânî arzûların varlığına delildir. Nefsânî isteklerin varlığı kadar da zorluk vardır.
Eğer nefsânî heves ve arzûlar tamâmen kaybolursa, zorluk da tamâmen ortadan kalkar. (Mektûbat C.1 S.. 289)
* * *
NEFİS
Nefis iki mânâya gelir:
1. İnsanda gazap ve şehvet
kudretini toplayan şeydir.
Tasavvuf âlimleri böyle dediler. Çünkü nefsi kötü sıfatları toplayan
bir varlık kabul edip onu kırmayı kastetmişler.
Hadis-i Şerifte: “Senin en büyük düşmanın, iki yanın
arasındaki (seni kuşatan)
nefsindir.” Buyuru-luyor.
2. Nefis insanın hakîkati ve
kendisidir. Fakat nefis değişik halleriyle çeşitli isimler alır. Bunlar:
a) Nefs-i Emmâre
b) Nefs-i Levvâme
c) Nefs-i Mülheme
d) Nefs-i Mutmeinne
e) Nefs-i Raziye
f) Nefs-i Merzıyye
g) Nefs-i Sâfiyedir...
İnsanoğlu nefsi terbiye edip
îman ve ahlâkı sağlam temellere oturmadıkça çeşitli beşerî arzûlar sebebiyle
sık sık sarsıntılar geçirmekten kurtulamaz. Zîra nefis yetmiş iki şeytan
kuvvetinde, aklın önünde pusu kurmuş, her fırsatta sesini yükselten ve isteklerine
son olmayan bir mahluktur. Onun arzûlarında ölçü ve nihâyet yoktur.
Mânevî bir tabip tarafından
tedâvî ve terbiye edilmeden, iyiyi, doğruyu ve güzeli görmesi mümkün değildir.
Büyükler aklın ve îmanın gözünde perde olan nefis için nice sözler söylemişler.
Dünya kurulalıdan beri nefsi terbiye edip zararsız hâle getirmek, bütün kâmil
mürşitlerin gâyesi olmuştur.
İnsan; ömrü boyunca nefisle
mücâdele etmek, onun tazyikinden kurtulup doğruyu, iyiyi, güzeli bulmak
mecbûriyetindedir.
Hadis-i Şerifte: “Nefsini tanıyan Rabbini tanır”
buyuruldu. Yânî: nefsinin fenâlığını anlayan kişi Rabbi-ne ilticâ eder. Zîra
zorlu düşmandan kurtulmak, nurlu tâatle ve Rahman’ın rahmetine sığınmakla elde
edilir.
Nefisle mücâdele, Cihâd-ı
Ekber ve çok müşküldür; lâkin kazancı büyük, saâdeti ebedîdir. Nefsin hîlesinden
kurtulmak bir mürşid-i kâmile bağlanmakla mümkündür. Kibrit-i Ahmer gibi nâdir
bulunan bu büyükler eserlerinden anlaşılır.
Hadis-i Şerifte: “Kişinin eserleri aslına delâlet eder” buyuruluyor.
Ağacın mâhiyeti gövdesinden değil,
meyvesinden anlaşılır.
İçinde bulunduğumuz dünya,
habis nefsin arzûla-rını kolayca genişletmeye uygun, aldatıcı sesler ve renklerle
dolu...
Hulâsa:
Kurtuluş ilâhî nura bağlanmakla mümkündür. İnsan ancak bu sûretle iyiliği
nefsinde yaşar, başkasına numûne olan ve muhîtinde aranan kişi hâline gelir de,
ebedî saâdet kapısını açan altın anahtarı elde eder. Feyzi mânevî ile nefis
terbiyesine muvaffak olan insan, arzûlarında ölçülü, gazap hâlinde irâdesine hâkimdir.
Affetmesini bilir, yumuşak huylu, mahviyet sâhibi, iyilik ve merhametin
kaynağı, şerefli mevkie sâhip olur.
Bu uzun mücâdeleye uyanık
olarak ve aralıksız devam etmeli, nefsin isteklerini câzip görüp, onları rûhun
gıdâsı zanneden insan, ne kadar aldandığını sonra anlar.
Nefis. Üstü yeşilliklerle
kaplı bataklığa benzer; câzip görünür, lâkin içine dalanı girdâbında boğar, yok
eder. Nefse hizmet eden felâh bulmaz, ona hizmet îmanı zaafa düşürür, ahlâkı
öldürür.
Evliyâ nefesleriyle onun
terbiyesine muvaffak olup güzel ahlâkı diriltmek yüce bir gâyedir. Nefsini yenen
ihtiraslarını dizginler; arzûlarında ölçülü, sabırlı ve itâatli olur. İnsanlık
şahâdetnâmesini elde eder.
Kurtuluş ancak, ilâhî nûra
bağlanmakla mümkündür. Öyleleri: “Ey
itminâna ermiş nefis! Sen O’ndan râzı. O’da senden râzı olarak, Rabbine dön,
iyi kullarımın içine gir, gir cennetime...” (S. Fecr 27-30) âyet-i
celîleleriyle müjdelenir.
NEFSİ BİLMEK
H.Ş. : Nefsini bilen, Rabbini bilir.
Nefsin ayıpları dört şeyle
bilinir:
1. Mürşid-i Kâmilin mânevî gayreti,
2. Dostluğu menfaat düşüncesinden uzak, rûhen uyanmış
arkadaş,
3. Kusurları tâkip eden düşman. Bunlar hasımlarını îlan
ederler, sakınıp iyi huylu olmaya sebeptir.
İmam-ı Şâfiî Hazretleri “Dostumdan
ziyâde düşmanım bana hayırlıdır; dostum ayıplarımı örter, beni noksan bırakır.
Düşmanım ayıbımı söyler, beni uyarır” buyurdu.
4. İnsanların içine girmek... Zira insan, gördüğü iyilik
ve kemâlâtı elde etmek ve noksan tarafını görmek ister.
Lokman Hekim Hazretleri: “Edebi edepsizden öğrendim, onların
hallerinden müteessir olup edebe sarıldım” demiştir.
Nefs-i Emmâre’nin kötü
halleri:
Kibir, riyâ, ucub, süm’a,
hıkd, haset, mevki muhabbeti, mal sevgisi gibi kötü ahlâkın esasları ve buğuz,
düşmanlık, zengini yüceltip, fakiri aşağılamak, tevekkülü terk etmek, kıymetten
düşme korkusu, bahillik, uzun emel, iftihar, gıll u gîş (karışık düşünce),
kasvet (katı kalplilik), cefâ, gaflet, acele, hiddet, kalp darlığı, merhametsizlik,
hayasızlık ve kanâatsizlik, yücelik arzûsu, baş olma sevgisi, kötü huylarla
keyiflenmek gibi rezil ahlâkın parçalarıdır.
Hepsinin kaynağı, nefs-i
emmâreye kıymet vermek, isteklerine uymaktan
ibârettir. Ve bunlar; kâfirin küfrüne, münâfığın nifâkına, âsînin
isyânına sebep olan, kulu kulluktan çıkaran sebeplerdir.
Usûlüne uygun halde nefsi
terbiye ve tezkiye etmekle kalp boşalır, nefis islâh olur; güzel hallere
bürünür, kemâl bulur, dünya ve âhirette kurtulur.
Güzel haller: Kişi, tevâzû,
korku, ilâhî emirlere uymak, yaratılmışlara şefkat, şer-î hudutları muhâfaza,
vakar, alçak gönüllü olmak, Allah’tan korkmak, ihlâs, rızâ, Hakkı kabul ve
minnet gibi güzel ahlâka sâhip olup, insanlar arasında merhamet, yumuşak huy,
geniş tabîat ve şefkat, himâye, sabır, edep, emniyet, ikram, cömertlik, hayâ,
sürur ve nasihat gibi güzel huylarla; îman ahlâkıyla şöhret bulur; meziyet
sâhibi olur.
Hülâsa: Hakka yakın olmak âdî
nefsin hallerini bilmek ve kötü huyları yok etmekle mümkündür. Haktan uzak
kalmak da, nefse esir olmak; havâ ve heveslere uymaktan ibârettir.
Cümle kötü hallerin aslı nefse uymak,
cümle güzel sıfatların aslı da: nefsin isteklerinden uzak kalmaktır. Çünkü;
nefse uymak gaflete, gaflet şehvete, şehvet günâha sebeptir. Nefsin arzûsunu
reddetmek, onu hor ve hakir tutmak, mânen uyanmağa sebeptir.
Büyükler, nefsin isteklerini
terk etmeyi tavsiye etmişler... Nefsini devamlı suçlayıp isteklerine karşı gelmeyen
kişi kibirlenir, amellerini beğenir de helâk olur. (El Muhkem)
İnsan kendini bilmesi büyük devlet. Nefsini bilen her ilmi bilir.
Nefsini (kendi hakîkatini) bilen Hakk’a yakın olur, kurtulur. Onu bilmeyen Hak
Teâlâ’dan uzak kalır.
Nefsini bilen Allah’ı bilir.
Nefsini bilmek en büyük devlet: onunla âlemdeki sırları ve halleri bilir; fânî
dünyadan yüz çevirir, selâmet bulur; kurtulur; fazilete erer. Nefsini bilmeyen
Hak’tan uzak kalır; gaflette boğulur.
Nefsini bilen Rabbini bilir,
Rabbini bilen tevhide sarılır, tevâzû eder, Hakk’a uyar, kanâat, iffet ve
istikâmet üzere olur. Allah’tan gayriyi terk eder...
Allahü Teâlâ Dâvud A.S.’a
buyurdu:
-Nefsini bil ki, beni bilesin.
Dâvud A.S. :
- Yâ Rabbi, nefsimi nasıl
bileyim? Zât-ı sübhâniyeni nasıl bileyim? diye niyaz etti.
Allahü Teâlâ
“-Nefsini zayıf, âciz, zelîl ve fânî bil ki, Zât-ı İlâhîmi kuvvet, kudret
sâhibi ve bâkî bilesin” buyurdu. (Mârifetnâme)
RUH-U SULTÂNÎ VE
RUH-U HAYVÂNÎ
Nefsin çeşitli dereceleri
olup en aşağısı Nefs-i Emmâre’dir. O nefsin sâhibi âyet-i celîlede beyan
buyuruluyor:
“Onlar
(nefsânî hislere uymakta) hayvanlar
gibi, belki daha aşağıdır.” (S. Âraf 179)
Ruh u sultânîsi (*Ruh-u Sultânî’ye Rûh-u
Melekî de denir) nefsi emmâresine esir olup da bu hal üzere ölenlerin ekserîsi îmansız
gider ve cehennemlik olur. Bâzıları imanlı gitse de gaflet ve isyanları sebebiyle
azabı hak eder.
Nefs-i emmâre, insanı küfre,
nifâka sürükler ve ona Ruh u hayvânî derler.
İşte bunların hayvânî
ruhları, sultânî ruhlarını esir etmiş, bu sebeple ekserîsi gafleti atıp da
âhirete îman götüremezler.
Anlaşıldı ki, insanoğlunda
iki ruh var. Biri Ruh u Hayvânî (ki Aklı-ı Maaş da denir) Cenâb-ı Hakk’ın celâl
sıfatının tecellîsine uğramış.
Diğeri Ruh u Sultânîdir ki,
Cenâb-ı Hakk’ın cemâl sıfatının tecellîsinden zuhur etmiştir. Beden ikliminde
bu iki padişahın birer veziri, birer de şeyhi var; onlarla vücut ikliminde hükmederler.
Rûh-u Hayvânîye vezir Aklı
Maaş, müşâvir şeytandır. Onlarla istişâre eder.
Rûh-u Sultânî’ye vezir aklı
maad ve şeyhülislâmı melektir. Onlarla müşâvere eder.
Hayvânî ruh, yemek, içmek ve
giyinmek gibi insana zevk ve lezzet veren şeylerin hepsinden sefâ ve kuvvet
bulup ruhu sultânîye gâlip gelir, onu idâresi altına alır, sapık yolda yürütür.
Ruh u Sultânînin zevki:
zikir, fikir, ibâdet, ilâhî emirlere itâat ve Allah’ın men ettiklerinden uzak
kalmaktır ki, bu hal insan rûhuna mânen lezzet verir, sefâya sebep olur. İlâhî
emirlere uyar, hayvânî ruha gâlip gelir, onu idâresi altına alır, doğru yolda
yürütür.
Böyle iki zıt kuvvet vücut
beldesinde hüküm sürerler. Aralarındaki zıtlık sebebiyle dâimâ muhârebe ve
mücâdele hâlindeler.
Nefs-i Emmâre isimli hayvânî
ruh Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına muhâlif olan şeylerden lezzet ve kuvvet alır.
Rûh-u Sultânînin sıfatı,
sâfiyedir. Buna sıfat-ı insan da denir. Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl sıfatının
tecellîsine mazhardır. Hakk’ın rızâsından hiç ayrılmaz ve aralarındaki zıddiyetten
dolayı muhârebe hâli devam ederken sultânî ruh gâlip getirilmez de, hayânî ruh
kendi hâline bırakılırsa; emmâre sıfatı devam eder Hayvânî ruh, Sultânî Ruh’a
gâlip gelir de o insan hayvanlardan aşağı hâle düşer, dünya ve âhirette felâh
bulmaz.
Eğer Ruh-u Sultânî, Hayvânî
Ruh’u kendi hâline bırakmaz ve mücâdeleye devam eder, ona gâlip gelir, emri
altına alırsa, ilâhî hükümleri edâ eder. Bu kimselerin kurtulması umulur. Fakat
nefsin hîleleri karşısında tekrar âsi olmalarından korkulur. Zîra nefsin hîleleri
hudutsuzdur. Nefs-i Emmâre sâhipleri dünya adamları olup gaflet, kin ve
zulmetle kalpleri kararmıştır. Bunların çoğuna nasîhat kâr etmez. Sonları da
iyi gelmez...
Bir kısmı da nefisleri
sıfat-ı emmârede olduğu halde kendileri âhiret adamıdır. Bunların ekserîsi
îmanla gider, ancak günâhtan sakınmadıklarından azaba müstahak olurlar. (Miftâhul-kulûb)
NEFSİ TEMİZLEME
Merkezi insanın iki kaşı
arasında bulunan Nefs-i Emmâre doğuşunda makam ve riyâset sevdâsıyla dolu
bulunduğundan bütün gayreti, akranından üstün olmak, kendisi kimseye muhtaç
olmayıp, cümle yaratılmışlar kendisine muhtaç ve emri altında olmasını ister.
Bu hal ise ulûhiyet
dâvâsı ve Allahü Teâlâ’ya şirk
koşmaktır. Hatta bu bedbaht şirke dahî râzı olmayıp yegâne hâkim olmak
cür’etindedir.
H.K. de: “Nefsine düşman ol! Çünkü o bana düşmanlığa
kalktı” buyurulmuştur.
Bu îtibarla, nefsin mevkî,
riyâset, yücelik ve tekebbür gibi isteklerine uymak, Allahü Teâlâ’nın düşmanına
kuvvet vermek ve onun kötülüğünü hoş görmektir.
Hadis-i Kudsî’de:
“Kibriyâ ve azamet benim şânımdır. Kim bu hususlarda (bana ortak olmaya) benimle nizaya kalkarsa, onu cehennem
ateşine atar, orada bırakırım” buyuruldu.
Nefsin arzûlarına, Allah’ın
buğzetmiş olduğu alçak dünya yardımcıdır. Bir şey ki düşmana yardım eder, o,
lânete lâyıktır. Fakirlikle Muhammed A.S. iftihar etti. Zira nefsin
kötülüklerden arınması fakirlik ve âcizlikle kâbildir.
Peygamberlerin gönderilmesi
ve şerîat hükümlerinden maksat da, nefs-i emmârenin tahribi, nefsin hevâ ve
heveslerini kırmak içindir. Şerîatın hükümleriyle ne kadar amel edilirse,
nefsin arzûları o nispette kırılır. Şerîat ölçüleri içinde yapılmayan riyazet
ve mücâdeleler de nefsin isteklerini artırır. Brehmen papazları ve Cûkiye
sihirbazları, riyazet ve mücâhedâta devam ettikleri halde nefsi ıslâh yerine
ona kuvvet verirler.
Misal:
a. Şerîatın emrettiği bir
dirhemi zekât olarak vermek, kendi isteği ile bin altın sadaka vermekten ziyâde
nefsi ıslâha sebeptir.
b. Ramazan Bayramı’nda şer-i
şerîfin hükmüyle amel edip oruç tutmamak, nefsin isteklerini def etmede yıllarca
nâfile oruç tutmaktan üstündür.
c. Sabah namazı farzını
cemâatle kılmak, bir sünnetin edâsıdır. Lâkin tam bir gece sabaha kadar nâfile
namaz kılmaktan birkaç mertebe üstündür.
Sabah namazını cemâatle kılmayan insan nefsini temizleyip de saâdete
eremez.
Nefsi temizlemekte iki yol:
1. Riyâzât ve mücâhede ki, bu, müritlere
mahsus intisap yoludur.
2. Cezbe ve muhabbet yolu.
İkinci yoldan götürülene Murad,
birinci yoldan gidene Mürid denir.
Bu saâdete ulaşıp âfâkî ve
enfüsî sıkıntılardan kurtulmak ancak mürşid-i kâmil vâsıtasıyla, nefs-i
emmârenin fenâ makamına ulaşmasıyla mümkündür. (Mektûbât-ı .İmam-ı Rabbânî
K.S.)
NEFSİN AZGINLIĞI
“Nefsime şiddetle karşı koymağa büyük şevkim var” hadis-i şerifini
okuyunuz. Zîra, Mevlâ’ya bağlı olan her şey kavîdir. Hiçbir şey kendiliğinden
olmaz. Vâsıtasız (mürşitsiz) Mevlâ’ya bağlanmak noksan iştir.
Nefiste hayır kokusu yoktur.
Eğer nefiste hayır görülse muvakkaten ona aksetmiştir. Bu akisten dolayı o
kendini hayırlı ve kâmil sanır; emânete hıyânette bulunur da şerri artar.
Nefis benlik ve güç-kuvvet
sebebiyle Mevlâ ile ortaklık peydâ edip düşmanlığa cür’et etmiştir.
Nefs-i Emmâre’nin hakikati
yokluktan ibârettir. Yokluk ise sâde şerdir. Şerde onun üstâdı İblis olduğu
halde, nefsi emmâre fesatta ondan birkaç derece ileri gitmiştir.
İblis, emr-i ilâhîye karşı
gelip “Ben Âdem’den hayırlıyım” (S.
Sâd 76) demişti. Âdem A.S.’a oyun ettikten sonra:
“Ben senden uzağım... Ben Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım...”
dedi. (S. Haşr 16)
Lâkin nefis, Rabbül âlemîne
karşı:
“Ben benim, sen sensin!..” demiştir. İblis onun hocası iken, talebe
durumunda kaldı. Nefsin hıyânetinden kurtulmak güçtür. Bu hastalığın tedâvîsine
son nefese kadar gayret etmelidir.
Lâ ilâhe illallah kutsî kelimesi görülen
âlemde ve nefislerdeki kötü duyguları silmek içindir. Ve nefsi temizlemede son
derece faydalıdır. Tarikat büyükleri, nefsi temizlemek için bu kutsî kelimeyi
kurtuluş yolu olarak seçtiler.
Nefse azgınlık geldikçe bu
kelimeyi tekrarlayıp îmanı yenilemek lâzımdır.
Hadis-i Şerifte:
“İmânınızı Lâ ilâhe
illallah kutsî
kelimesiyle yenileyiniz” buyuruldu. Nefs-i emmâre isyan hâlinde oldukça bu
kelimeye devam lâzımdır.
Hakkında: “Semâvât ve arz
terâzinin bir yanına, bu kelime de diğer kefeye konsa, muhakkak bu kelime hepsinden
ağır gelir...” buyurulmuştur. (Mektûbât-ı .İmam-ı Rabbânî K.S.)
NEFSİ AYIPLAMAK
İnsan nefsini başıboş
bırakır, ıslâhı için tedbir almazsa, günâha dalar, kötülüklerden kurtulmaz.
Nefsi dâimâ suçlu bulup töhmet altında tutmak lâzımdır.
Şüpheli bir şey yediğinde,
mîdesi açlıkla terbiye etmeli. Harama baktığında Allah ve Resûlün men etti
deyip korunmalı. Büyükler suç işleyen âzâları cezâlandırırlardı.
*Âbidin biri, bir kadına
baktı diye, nefsine cezâ için ömür boyu soğuk su içmedi...
*Hasan ibni Ebû Sinân Hz.:
Bir köşkün yanından geçerken: “Bu ne zaman yapıldı?” diye sorduğuna sonradan
pişman olup, “Neden sana lâzım olmayanı sorarsın?” diye bir yıl oruç tuttu.
*Temîm-i Dârî Hz, bir gece
teheccüd namazını geçirdiğinden, bir sene yatağa girmedi.
*Âile fertlerini, işçi ve
hizmetçiyi, küçük kusurlarından dolayı azarlar, ikaz edersin de, nefsini
kusurlarından dolayı suçlamazsın, halbuki nefsin azgınlığı iki âlemde felâkete
sebep, diğerlerin saygısızlığı dünyada muvakkat rahatsızlıktır.
*Yusuf A.S. peygamber olduğu
halde: “Nefsimi temize çıkarmam,
muhakkak nefis mübâlağa ile kötülüğü emreder, hilesinden emin olunmaz ”
demiştir.
* Cüneyd-i Bağdâdî K.S.:
“Nefsi emmâre ilâhî emirlere itâat gösterse de îtimat edilmez” demiştir.
*Ebû Süleyman Dârânî K.S.: “Göz
açıp kapayın-caya kadar da olsa, nefs-i emmâreye îtimat etmem” buyurdu.
Hâsılı: nefsin hîleleri bilinmeden, rûhun huzûru elde edilemez.
Medh u senâdan gurur duyan
insan şunu düşünsün: Allah’ın buğzettiği alçak nefsi, insanların methetmesinde
fayda değil, ziyan var. Zîra, kibir ve şerri artar, Hakk’ın rızâsından uzaklaşır.
İnsan, övülmeyi istemeyip
nefsindeki kusurları düzeltmeye çalışmalı... Çünkü, Allah’ı tanımak nefsin
idrakine bağlıdır. Nefsin hallerini bilmeyen, Hak Teâlâ’yı bilmekten gâfildir.
İnsanların medhi de gafleti artırır.
Resûlüllah S.A.V.: “Medh u senâ olunmaktan sakının. Zîra, medh
u senâ methedileni boğazlamaktır.” buyurdu.
Huzûr-u risâlette birini
medh eden zâta: “Medh ettiğin dostunun
boynunu kestin” buyurmuştur.
Eğer methedenin sözünde
mübâlağa olursa. “Metheden yalancının
yüzüne toprak saçın” hadis-i şerif îcabı reddetmelidir.
Şu halde: Nefsi hakir görüp,
gururdan korunmak lâzımdır. Zirâ ârifler: “Övülmeyi hoş gören insan, kalbine şeytan
girmesine fırsat verir” dediler.
Yine birine: “Sen ne iyi
insansın” sözü “Ne fenâ insansın” sözünden hoş gelirse, o insan makbul
değildir.
Sahâbe-i Güzîn’den biri,
kendisini medh eden kişiye: “Sen nifak
ehli olan Irak halkından mısın?” demiştir.
Methin kötü görülmesi ferah
ve gurur vermesindendir. Halbuki halkın medhi, Hak’ın gazabına uğrayana ne
fayda verir. Hakîkatte methedilen, Hak Teâlâ’ya yakîni olandır. Hakîkî kötü de,
dergâh-ı ilâhîden kovulandır. Methedilen cehennem ehliyse medih ona ne kâr
eder? İyi insanı sevmek fazl-ı ilâhîdendir, medhe îtibar edilmez...
H. Ş.: “Senin varlığın, (arzû ve duyguları sebebiyle), hiçbir günâhla
kıyaslanmayacak günâh kaynağıdır.”
Eğer nefis, varlığından ve
arzûlarından geçerse, insandan beşerî ağırlık kalkar, ilâhî tecellî başlar da
gam ve kederden kurtulur, ferah ve sürûr bulur.
Ey İnsan! Bilmiş ol ki, en
büyük düşmanın seni kuşatan iki kaşın arasındaki nefsindir. Bütün iyiliklerin
hasmı ve bütün kötülüklerin dostu olan nefsi, Yaratan’a ibâdet için, hidâyet
bulmasına gayret etmelisin. Kişi kendini ıslâh etmeden, başkasına faydası
olamaz.
Allahü Teâlâ İsâ A.S.’a: “Önce kendine sonra başkalarına vaaz et,
yoksa benden utan” buyurdu.
Akıllıya yakışan: her an
cennetin güzelliğini ve cehennemin dehşetini düşünüp nefsin ıslahına çalışmaktır.
Aklı olan: Allah’ın, cennet
ve cehennemi kulları için yarattığını bilir; gafletten kurtulmak ve cennete
ulaşmak gayretinde olur. Burası zevk ve sefâ yeri değil, cümle huzur ve sefâ
âhirettedir der, oraya göçmeyi düşünür.
Her gelen yakındır. Ölümün
âni olarak geleceğini unutmak akıl kârı değil. Her an ölüm ve hastalık insan
içindir; hazır olmak lâzım gelir.
A.C.: “Onların hesap görme zamanı yaklaştığı halde, hâlen habersiz olup
Hak’tan yüz çevirirler. Rablerinden gelen her yeni ihtar ve îkazı mutlaka
gafletle, eğlenerek dinlerler” Bu fermanı düşünmez misin? (S. Enbiyâ 1,2,3)
Ey Nefis! Sana yazıklar
olsun! Eğer Allahü Teâlâ görmüyor diye günah işliyorsan, bu büyük küfürdür!
Eğer Allah’ın gördüğünü bilerek işliyorsan, büyük edepsizliktir deyip
uyanmalısın. Yakınlarından biri sana saygısızlık etse gücenir, darılırsın da
Allah’a karşı yaptığın küstahlığın neticesini düşünmez misin? O’nun azâbı
ağırdır. Bunu, bir müddet güneşte veya hamamda kalmak veya bir yerini ateşe dokunmakla anlaman mümkündür.
Şayet Allah’ın fazl u keremine
güvenip “Benim ibâdetime ihtiyacı yok” diyorsan, dünya işlerinde neden böyle
düşünmüyorsun, Allah’ın keremine bağlanmıyorsun? Dünya ihtiyaçları için son
gayretle çalıştığın halde, Allah’ın rızasını kazanmakta neden gayretli değilsin?
Ey Nefis! Sana yazıklar
olsun! Dilinden iman ve İslâm akarken, âzalarından nifak ve isyan akıyor...
“Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı Allahü Teâlâ’ya âittir.” (S. Hûd 6)
Ve “İnsanlar çalıştığının karşılığını görür.” (S. Necm 39) buyurulduğu halde,
dünyayı tercih edip köpek leşe dalar gibi, gece-gündüz çalışır, âhireti ihmal
edersin, Allah’a itimat etmezsin. Senin bu halin, imanı ispat edemez. Zira iman
için dil ile söyle-mek kâfi gelseydi, münâfıklar cehennemlik olmazdı.
Ey Nefis! Sana yazıklar
olsun... Hal ve hareketlerin kıyâmete, hesap gününe inanmayanlara benziyor.
Eğer ölümle yok olup kurtulacağını sanıyorsan, Allahü Teâlâ “Seni bir damla
meniden, çeşitli şekillerden sonra insan sûretinde dünyaya getirdi. Öldükten
sonra da diriltip hesaba çekecek” (S. Abese 18-22) âyetini inkâr mı ediyorsun?
Bir Yahudi doktor, sevdiğin
yemeği zararlıdır diye sana yasak etse, söz dinler, itâat edersin de, Peygamber-i
Zîşân’ın getirdiği ilâhî hükümlere neden uymazsın? Halbuki doktorun ilmi,
tecrübeden ibaret; Allah’ın hükümleri ise, ezelî ve ebedî ilim ve irâdeyledir.
Bir çocuk “Elbisende akrep
var” dese, onu çıkarıp attığın halde, Allah’ın, Peygamber’in beyanlarına, âlimlerin,
hikmet sahiplerinin sözlerine neden ehemmiyet vermezsin? Bunları, bir çocuğun
sözünden ehemmiyetsiz mi görürsün? Yoksa cehennem ateşi, azap melekleri,
ateşten zincirler, zakkum, ateşten sopalar, zehirli yılan ve akreplerden
çekeceğin acıları dünya cefalarından ehven mi sanırsın? Allah seni hidâyete kavuştursun.
Bu hallerin akıl kârı değil. Şu haline hayvanlar bilse gülerler.
Eğer söylediklerimi anladın
ve kabullendinse, niye yerine getirmezsin? Bilmiş ol ki, ecel insana çok
yakındır; beklenmedik bir anda yakalar. Ondan nasıl emin olursun? Farz edelim
sana yüz yıl mühlet verildi, bir defa ibâdet etmek kâfi midir? Dağın eteğinde
bir defa doyurduğun atla koca dağ dolaşılır mı? Böyle düşünüyorsan şaşkınsın.
İlim tahsili için evinden
ayrılıp da senelerce boş gezen kişi, memleketine dönerken bir sene veya bir
miktar okumakla âlim mi olur? Bu haller gülünç şeyler. Allah’ın keremine
güvenerek hoca mı olursun? Ömrün sonunda yapacağın ibâdetin sana kâfi
geleceğini kabul etsen bile, ömrün sonunu nasıl bilirsin? Nice misâlleri
görülen âni ölümden sen emin misin? O halde niçin ibâdet etmezsin? Farz-ı
muhal, daha yaşayacağın sana bildirilmiş olsa, yine sorarım: İbâdeti neden sonraya
bırakıyorsun?
Anlaşılıyor ki, nefsin
ibâdet zahmetine razı olmuyor; şehvetlerden vazgeçmiyor. Bu şehvetin (arzunun)
kolay terk edileceği bir gün gelecek sanmak da, aldanmaktır. Çünkü Cenab-ı Hak
böyle bir günü beyan buyurmadı.
Cennet zorluklarla
çevrilmiştir. Bunlar Allah’a olan kuvvetli iman ve amelle aşılır. Abdest alıp
sâkin bir yerde düşün. Senelerden beri “yarın, yarın” diye kendini aldattın.
“Bugün” gidip yarın geldi, sen yine eski hesaptasın. Halbuki, bugünün dünden
farkı ne? Dün âcizdin, bugün daha âciz durumdasın. Daha da âciz olacağın günler
gelir.
Kötülükleri terk etmeli
sonraya bırakmak, ağacı fidan iken sökmeyip de sonraya bırakmaya benzer. Kökler
genişleyince sökmek güç olduğu gibi, nefsin yerleşen kötülüklerini de, güçten
düştüğün ihtiyarlık hâlinde atmak zor olur. Ağaç yaşken eğilir; kuru ağaç
eğilmez. Koca kurt ehlîleşmez; yavru iken terbiye edilir.
Bu kadar açık hakikatleri
anlamaz da yine gecikirsen sana hangi hikmetten dem vurulsun ki, bu ahmaklığından
kurtulasın? “İbâdet zahmeti, nefsânî istekler, yemek iştahı beni Hak’tan
alıkoydu” dersen, bu da çirkin bir özür...
Doktor hastaya “Üç gün soğuk
su içme, içersen hastalığın artar, ömür boyu soğuk su içemezsin, tavsiyeme uyursan
çabuk şifa bulur, ömür boyu her nimetten istifade edersin”dese, “Ne olursa
olsun ben şimdi içerim” diyen hastaya deli demez misin? Bir kaç günlük ömür
içinde nefsin şehevî arzularından gelen sıkıntılara sabretmen, ebedî cehennem
azâbına sabretmekten kolay olduğunu idrâk etmiyor musun? Senin şu gafletin ya
gizli küfürden, ya açık ahmaklıktan gayrı nedir?
Gizli küfür; sevap ve azâbın
ehemmiyetini anlamayıp hesap günündeki güçlüğe inanmayışın. Ahmaklığın da,
Rasûlüllah S.A.V.’in: “Akıllı insan, nefsini hesaba çekip ölümden sonrası için
çalışan; ahmak adam da; nefsin arzuları peşinde koşup da Allah’tan umandır.”
Haberini unutmandır.
Dünya menfaati için son
gayretle çalışırken Allah’a tevekkül etmez de, kulluk borcuna gelince, keremine
güvenirsin...
Yazıklar olsun sana ey
nefis! Şeytana ve dünyanın oyunlarına kapılma, kendine acı. Vakitlerin kıymetini
bil. Nefesler sayılıdır. Bir nefes gitmekle bir parçan gitmiş demektir.
Hastalık gelmeden, sıhhatin;
meşguliyet gelmeden, boş vaktin; fakirlik gelmeden, servetin; ihtiyarlamadan
önce, gençliğin; ölüm gelmeden, hayatın kıymetini bil de, âhiret için çalış.
İyi düşün; sonun harap ol olmasın. Kış gelmeden kış günleri için hazırlık
yapıyor, “Allah kerimdir, beni ısıtır,” demiyorsun. Yoksa cehennem soğuğu dünyadakinden
daha mı hafif, günleri daha mı kısa sanırsın? Yoksa çalışmadan kurtulmağa bir
çare mi buldun? Şüphesiz ki hiç biri öyle değil. Kışın soğuğundan kurtulman,
elbise, ev ve sâir lüzumlu eşyanın elde edilmesiyle mümkün olduğu gibi,
cehennemin sıcak ve soğuğundan da tevhit nûruyla kurtulmak mümkün. Allah’ın
cehennemi, biri sıcak, diğeri soğuk, iki türlüdür. Sıcaklık dünya ateşinden yüz
misli şiddetli olduğu gibi, soğuk olanda yüz misli şiddetlidir. Azâbın şiddetli
olsun diye, sıcaktan soğuğa, soğuktan sıcağa atarlar.
Allahü Teâlâ cehennemi
şiddetli yaptı, kimse oraya gitmesin diye. Cenneti benzersiz güzellikte
yarattı, herkes oraya gitsin diye. Ey nefis, aç gözünü cennete gitmenin çaresine
bak...
Allahü Teâlâ soğuktan
korunmak için ateşi yarattığı gibi, cehennemden kurtulmak için de, kulluk yollarını
bildirdi. O, senin ibâdetine muhtaç değil!.. Onları, senin istifade etmen için
emir buyurdu. İyilik eden de, kötülük eden de kendisine eder, bunu bil.
Yazık sana ey nefis!
Cehaleti bırak, dünya ile âhireti bir kıyasla. Hepimizin yaratılması ve
diriltilmesi bir tek nefis gibidir. Bizi yoktan yaratan, ölümden sonra da tekrar
diriltir. Allah’ın hükmü böyledir.
Yazık sana! Görüyorum ki
gaflete kapıldın, fâni dünyaya tam sarıldın, ondan ayrılmak sana zor geliyor.
Hep ona yaklaşmakta, ölüm ve âhireti unutmaktasın.
Dünya Allah’ın mülkü,
kulların imtihan için geçtiği köprüdür. Ölümden sonra elde bir şey kalmaz.
Rasûlüllah S.A.V.’in “Cebrail bana
«İstediğini sev, ondan ayrılacaksın; ne amel edersen karşılığını göreceksin»
buyurdu” dediğini işitmedin mi?
Vah senin hâline ey gâfil
nefis! Geçici şeylere gönül verir, dünya zevklerine aldanırsın. Ölüm yakalayıp
da bunlardan ayrılırken hasretin artar. Bunu bilmiyor musun? Sen zehri azık
sanıyorsun.
Geçmişlere bir göz at! Saray
ve kâşâneleri bırakıp dönüşü olmayan âhirete gidenlerin mirasları taksim edilirken
ibret al. Onların yiyemeyeceklerini toplayıp oturamayacağı evler yaptıklarını,
ulaşamayacağı şeyleri umduklarını görüp de ibret almıyor musun? Gökdelende veya
vîranede ömür geçirenlerin nihayet yer altında bir çukura yerleşmeleri sana
ibret vermiyor mu?
Kısa zamanda terk edeceğin
dünyayı îmar ederken, ebediyen kalacağın âhireti ihmal etmen, akıl kârı mı?
Ahmakların işi olan bu hâlinden utanmıyor musun?
Eğer sen hakikati anlamaktan
âciz olup da, akıntıya kapılıp başkalarının ardından gittiğini kabul ediyorsan,
şu halde sana lâzım olan; bu tip dünya adamlarıyla, peygamberler, evliyâlar ve
âlimlerin yollarını mukayese edip iyilere uymaktır.
Ey Nefis! Şiddetli cehâlet
ve açık azgınlık içindesin. Şu hâlini nasıl anlamazsın? Mevki gururuyla sarhoş olup bunları anlamaz
oldun. İyi düşün; bir mevkide bulunmak; bazı kimselerin gönüllerine hâkim
olmaktır. Bütün dünya halkı karşında el bağlasa ne çıkar. Elli yıl sonra bu
âlemde ne sen, ne de sana bağlı olanlardan kim kalır? Nice hükümdarların
unutulduğu gibi, sen de gönüllerden silinip gideceksin.
Âyet-i celîlede “Onlardan önce nice nesilleri yok ettik.
Şimdi onlardan hiç birini görüyor veya işitiyor musun?” buyurulmadı mı? (S.
Meryem 98) O halde, cennet nimetlerini, yakında yok olacak şeylerle nasıl
değişirsin?
Sen dünyalığı ve dünyayı
terk etmesen de, günün birinde onların seni terk edeceği açık bir hakikatken,
sana ne oluyor, köpeğin leşe saldırdığı gibi, etrafını görmeden dünyaya
dalıyorsun? Allah’ın lütf u ihsanı olan cennette nebiler, sıddıklar, Salihlerle
beraber olmaktan yüz çevirip sefihlere rağbet edersen helâk olursun.
Sana yazıklar olsun ey
nefis! Uyan, ölüm yaklaştı. Helâke yüz tuttun. Korkunç zaman gelmek üzere. Sen
öldüğünde kılmadığın namazları kim kılsın? Tutmadığın oruçları kim tutup
Rabb’ini senden razı edip seni azaptan kurtarsın?
Vay senin hâline! Günlerin
azaldı, sermâyeni hazırla. Ecel seni bekliyor. Varacağın yer kabir; yatağın
kara topraktır. Orada kurt ve böceklerle beraber bulunacağını, mahşer
dehşetinin seni beklediğini unutma!
Ey Nefis! Ölüm askeri
kapıda... Ecel gelince seni almadan gitmez. Dönüşü olmayan o gidişi unutma. E Ebedî
âlemde pişman olmadan, Allah’ın sana verdiği bugünlerden faydalan.
Ey Nefis! Dışını düzeltip
insanlara karşı süslerken, Allah’a karşı içindeki isyan nedir? Âciz insandan
utanır, Rabb’inden utanmazsın. Ne hayâsızsın! İnsanlara fazilet tavsiye
ederken, senin rezaletle uğraşman, aşağılık değil mi? İnsanları Allah’a dâvet
edersin, kendin Allah’tan kaçarsın. İnsanlara Allah’ı hatırlatır, kendini unutursun.
Günah sâhibinin cîfeden kötü
koktuğunu bilmelisin. Kendin pis kokarken, başkasını nasıl temizlersin?
Ey Nefis!Eğer sen, kendi
hakikatini bilseydin, insanların uğradığı felâketler, kendi kazançları olduğunu
anlar da, Allah’tan korkardın.
Vay senin hâline! Kendini
iblise merkep ettin. Sana biner, istediği tarafa sürer. Bu hâlini bilmez de, ameline
güvenirsin. Allahü Teâlâ, iki yüz bin yıl ibâdetten sonra, İblisi, isyanı
sebebiyle merdud kıldı. Keza Âdem A.S.’ı zellesi sebebiyle cennetten dünyaya
indirdi. Sen bunca günahlarınla ve karışık işlerinle yaptığın noksan amellere
nasıl güvenirsin?
Ey hayâsız, sana yazıklar
olsun! Ne kadar aldanmışsın! Nice ahitler, bağlantılar yaptın ve bozdun. Bunlarla
beraber, hiç ölmeyecek gibi dünyanın peşinde koşar, terk edeceğin yeri îmar
edersin.
Şu mezarlıkta yatanlar sana
ibret vermiyor mu? Bir bak! Onlar da nice servet topladılar, yüce binalar
yaptılar, nice boş emeller peşinde koştular. Nihayet topladıkları saman çöpü
gibi dağıldı. Yaptıkları yıkıldı, emelleri boşa çıktı da, şimdi cesetleri kara
toprak altında yalnız kaldı. Onlardan hiç ibret almıyor musun? Yoksa dünyada
ebedî kalacağını mı sanırsın? Bu eşi görülmeyen bir hayaldir. Aslında insan ana
rahmine düştüğü andan itibâren ömrü eksilmektedir.
Kâşânelerde yaşasan da, son
durak kara topraktır. Can boğaza gelip iki yoldan birine (Cennet ya da Cehenneme)
götürecek meleklerin geleceğini düşünmez misin? O zaman seni kim düşünür? Sana
kim yardım eder?
Ey aşağılık mahlûk! Perişan
hâline bakmaz da, kendini idrakli bilir, artan sermayenle övünür, onu akıllılık
sanırsın da; eksilen ömür sermayesinden endişe etmezsin. Halbuki ömür
eksilirken, artan maldan sana ne kalır? Onlar varislerin, hesabı da senindir.
Ey Nefis! Sana yazıklar
olsun! Her gün âhiret yolculuğu yaklaşırken sen ondan yüz çevirir, dünyaya dönersin.
Niceleri içinde bulunduğu günü tamamlamadan ayrıldılar. Bütün bunları gördüğün
halde, sana ibret dersi vermiyor mu? Büyük gaflettesin. Sen kendine acımazsan
sana kim acısın. Herkesin hesaba çekileceği kıyâmet gününden kork. Allah’ın
huzuruna nasıl varacağını düşün. Vereceğin cevapları doğru hesapla. Ve
Yaratan’dan utan da hiç olmazsa kalan ömrünü
âhiretine faydalı amellere harca. Fırsat varken, tâkatten düşmeden önce
amel et. Dünyadan çıkacağın gün gelmeden ondan el çek. Onun yeşil renkleri,
sahte görünüşü seni sihirlemesin. Nice aldanmışlar bundan habersizdir.
Yazık o kimselere ki;
cehennemi hak ettiği halde, hâlinden habersiz güler, oynar, yer - içer de, “Kendinizi ve ehlinizi yakıtı insan ve
kibrit taşları olan cehennemden koruyun” ilâhî emri düşünmezler.
Ey Nefis, uyan! Bunca söz ve
nasihat sana merhamettendir. Şu dünyaya ibretle bak. Onda çalışman ihtiyacına
göre olsun. Onu isteyerek terk et. Âhirete yönel. Mazhar olduğun nimetlerin
şükrünü ödemeden fazlasını isteyenlerden olma. Her kim gece ve gündüzde,
keyfiyle meşgul olursa, ömrü hüsranla geçer.
Ey Nefis! Sözden anla...
Nasihat kabul et... Çünkü nasihatten yüz çeviren, cehenneme razı olmuştur. Halbuki
seni nasihate aldırmaz görüyorum. Eğer kalbindeki gaflet söz anlamana mâni ise; gece namazına, gündüz
orucuna gayret et. Kâfi gelmezse, uzlet et. Akraba ve yetimlere yardımda bulun.
Allahü Teâlâ Cennet ve
Cehennemi yarattığı gibi, onları hak edenleri de yaratmıştır. Kerîm olan Allahü
Teâlâ’ya, kendinden şikâyetle nefsini hakir tut da, dileyip dilenmeye devam et.
O’ndan başkasına yalvarma. O isteyenlere ihsanda bulunur. Darda kalanları
kurtarır. Sen darda kalmış ve rahmet-i ilâhîye muhtaçsın. O’na şöyle yalvar:
“Ey Rahmân, Rahîm, Azîm Ve Halîm
olan Rabbi’m! Bu, kusurlarında ısrar eden günahkâr, yoldan çıkmış, cüretkâr,
hayası az kulun, huzûr-u sübhâniyende boyun eğip el açar, af ve âfiyet dilerim.
Zaif, zelil ve suçluları affeden, helâk olanlara hidâyet ihsan eden sensin. Bu
âciz kuluna inâyet ve hidâyet ihsan buyur. Af ve âfiyet lütf eyle. rahmet-i sübhâniyenin
ferahlığına Kavuştur. Hudutsuz rahmetine güvendim. beni boş çevirme Rabbim” diye duaya devam et.
İşte iyilerin Mevlâ’ya yalvarışları...Kendini
suçlayıp yalvarmayan, nefsine uyup rızâ-i ilâhiden uzak kalandır.
NEFSİN DOYMAYAN HIRSINA
MÂNİ OLMAK
Rasûlüllah Efendimizin
bizlere vasiyeti: İbâdete mânî olan
dünya sevgisinden kalbi uzak tutmaktır. Efendimiz, dünya malı ve menfaatinden
dolayı, bir işin peşine düşüp de, münâkaşa etmekten bizleri men etmiştir.
İbâdetlerimizde gaflete
düşmeden, dünyanın kötü arzularını iyi arzulara çevirelim. Cenab-ı hak, iyileri
medhediyor:
“Öyle kimseler var ki, ne ticaret, ne de alış- veriş onları Allah’ı
zikretmek ten alıkoymaz....” (S. Nûr 37) Dünya onların gönüllerinde değil,
ellerindedir.
Hak Teâlâ kalbe giren dünya
sevgisini ve kötülüğünü beyan buyurmuştur. O zaman insan cimrileşir, fakir,
fukaranın hâlini anlamaz. Halbuki kazancın bir kısmını muhtaçlara vermiş olsa,
hem kulların hakkı ödenir, hem nefsini himaye etmiş olur.
*Evliyâullah: “Kâmil bir kimsenin sonradan sapıtması;
yemek, içmek, giymek, nikâh binit... Hası Hasılı servet vesaire nefse hoş gelen
nîmetlerle ferahlanıp iftihar etmesinden doğar” demişler.
Nefsi ilâhî murâkabeye
alıştırmalı. Eğer bunu becerirsek, isteklerimizi elde etmekte acele etmez ve
karşı gelenlere halîm davranırız. Bu olgun ahlâka sahip olanlar, sözleri
tutulmasa, arzuları yerine getirilmese, yahut tehir edilse, bunu kendilerine
keder ve hüzün etmezler. Zira, o işi görecek kişi arada vâsıtadır; irâde Allahü
Teâlâ’dan gelir. Şu halde işin takdir edilen vakti gelmemiştir.
Büyükler hayvanlara dahî
yumuşak davrandılar. Cansız şeylere de dikkat ettiler.
Hadis-i Şerifte: “Allahü Teâlâ Halîm’dir, halim olanları (yumuşak
huyluları) sever.” buyuruldu. (Şeyhayn)
Nefse ağır gelen bu güzel huya sâhip olmalı...
NEFSİNDEN EMİN OLMAYAN
UZLETİ SEÇMELİ
-“İnsanların amel cihetinden
en üstünü kimdir?” Suâline Allah’ın Resulü: “Nefsiyle, malıyla Allah yolunda savaşan imanlı insandır.” Ve: “İnsanlardan ayrılıp bir köşede Rabb’ine ibâdet edendir” buyurdu.
H.Ş.: “Evinde oturup da, İnsanları şerrinden emin edip kendisi de onların
şerlerinden uzak kalan kimse, cenneti hak etmiştir...”
H.Ş.: “En beğendiğim kimse, Allah ve Resûlü’ne iman edip namaz kılan, zekât
veren, malını helal kazançla artıran, dinini koruyan ve insanlardan uzak yaşayanlardır.”
(İbni Ebiddünya)
H.Ş.: “Tamâmen Allah’a yönelen kimsenin hâcetlerine Allahü Teâlâ kâfidir. Onu
beklemediği yerden rızklandırır. Dünyaya bağlanan da dünyaya havâle olunur.”
NEFİSLE MÜCADELE
*Bir millet nefse ve onun isteklerine uyup da ahlâkını bozmadıkça helâk
olmaz. (Ebud Derdâ Hz..)
*Kendi nefsine faydalı olmayan, başkasına faydalı alamaz. (İmam-ı
Mâlik Hz..)
*Nefsini iyi gören kişi, Firavun’dan beterdir. (Hükemâdan)
*Nefsin arzularına karşı koymak, havada uçmaktan üstündür. (Hamîdün
Kassar K.S.)
*Kulu Allahü Teâlâ’ya sevdiren şey, O’nun düşman bildiklerini düşman bilmektir.
Onlar da: dünya, nefis, şeytandır. (Hükemadan)
*Kendisini hakir gören kimseyi, Allahü Teâlâ aziz kılar; kendini aziz göreni
de zelil eder. (Ebul Hasen-i Boşnakî)
*Kul kendisine hizmetkâr isterse, ipi elden verir de, kulluk hududundan
çıkar. (Abdullah bin Menâzil K.S.)
*Nefsini öldürmeden kara don giyen dervişe, o don it çulu olur. (Abdullah
Hafif K.S.)
*Hakiki kurtuluş, kendinden kurtulmaktır. Bu da, kişi kendisini görmemekle
hâsıl olur. (Bâyezid-i Bestâmî K.S.)
*Edep; Hak Teâlâ ile muâmelede, dünya hallerini ve nefsin varlığını
ortadan kaldırmak, “Ben” ve “Benim işim” demeyip «Hakk’ın tevfîkı ve inâyeti» demektir... (Ebu Abbas bin Ata K.S.)
*Yiğitlik, nefsi hakir tutmak ve mü’minlere hürmette dikkatli bulunmaktır.
(Gâzi Ebu Mansûr K.S.)
*Allahü Teâlâ ile kul arasında perde; yerler, gökler, Arş ve Kürsî
değil, senin varlık ve benlik örtündür. Bunu ortadan kaldırırsan, Hakk’a kavuşursun.
(Ebu Sait bin Hay K.S.)
Bir derviş şeyhine:
- “Efendim seninle âsûde
olmak, huzur bulmak isterim. Cihânı gezdim, ne âsûde oldum, ne de âsûde birini
gördüm...” dedi. Şeyh:
- “Niçin kendinden el çekmedin? Böyle
yapaydın, hem sen âsûde olurdun, hem de halk senden rahat bulurdu...” dedi.
Derviş, “Bu söz bana
yeter” dedi. Şeyh de:
- “Bundan üstün söz olmaz”
buyurdu.
Şu halde: Nefs-i Emmâre’nin
hilesinden kurtulmak için Cenab-ı Hakk’a ilticâ edip istekleri O’na havâle
etmeli ve bir kalp tabibi, Hak dostu kâmil mürşitle irtibat kurmalıdır. (Reşehât)
“Sana hayırdan isâbet eden her şey Allah’tan, şerden isâbet eden her
şey de nefsindendir.” (S. Nisâ 79)
KÜÇÜK HARP VE BÜYÜK HARP
“Nefsini bilen, Rabb’ini bilir” (İ. Mâsum, Mektûbat C.3)
H.Ş.: “Cennette yüz derece var. En yücesi, Allah yolunda cihad edenlere verilmiştir.
İki derece arası yerle gök arası kadardır.” (Buhârî)
İbni Neccar’ın beyan ettiği
bir hadis-i şerifte: “Kılıç, mızrak ve
ok bulunmasa da, harp mahallinde bulunan kişi için altmış sene ibâdetten efdal
ecir vardır. Orada göz açıp kapayıncaya kadar isyan vâkî olmaz.”
H.Ş: “Küçük harpten büyük harbe döndük.”
H.K.: “Nefsine düşman ol! Çünkü o, bana düşmanlıkla dikildi...”
İnsanda bulunan Nefs-i
Emmâre, Kelime-i Şahadeti dille söyleyip kalple tasdik etmiş olduğu halde, yine
kendi küfür ve inkârında ısrar eder. Semâvî hükümlere itimat etmez ve emr-i
ilâhiye bağlanmaz. Kendi kimseye tâbî olmayıp herkesin kendisine tâbî olmasını
ister. Baş olmak dâvasında, “Rabbiniz benim” iddiâsındadır.
Bu sebeple nefse düşmanlık
ve onunla mücadele makbul ve rızâ-i ilâhîye vesîledir.
Şeriat hükümleri içinde, onunla
cihad, Cihad-ı Ekber’dir. Çünkü, dış düşmanla cihadda bazen anlaşma olur, Lâkin
iç düşmanla (nefisle) cihad, son nefese ka kadar devam eder. Dış düşmanın
öldürdüğü şehit; nefsin öldürdüğü, ebedî azâba mahkümdür. Erhamürrâhimîn olan
Allahü Teâlâ sonsuz rahmetiyle; iman edip azaptan kurtulmayı, sâde kalben
tasdikle kabul etti. Nefsin iz’an ve kabulunu şart koşmadı. (M.İ.R.)
Bazı kâmillerin nefisi
emmârelikten kurtulup olgunluğa ulaşır, ilâhî hükümlere tâbî olur ve kendisinde
mücâdeleye mecal kalmaz. Çünkü râzı
olmuş ve kendisinden râzi olunmuştur.
Nefis mutmain olmazdan
evvel, yalnız kalple tasdik etmek, taklit bir Müslümanlıktır. O halde, kılınan
namaz, zekât, oruç, hac, cihad ve diğer ameller de sûridir (görünüşten ibaret).
Namaz kılarsa, namazın sûreti, oruç tutarsa, orucun sûretidir. Çünkü, Nefs-i
Emmâre, azgınlık ve inkâr hâlindedir. Nefis isyandan itâate dönerse, o zaman
amellerin hakikati hâsıl olur. Cennet nimetleri ve dereceleri de bu sûretle
artar. Hakk’a yakın olanların cenneti, câhil halkınkine nisbetle damla yanında
deniz gibidir, Cemâl-i ilâhî ile müşerref olanların dereceleri de diğerleriyle
kıyas götürmez.
Bu suret ve hakikatin hepsi,
şeriat ve sünnetin sureti olup Peygamberimizin nurlarından alınmıştır. Biri
şeriatın sureti, biri de hakikatidir. Onun ötesinde hiç bir kemâl yoktur. “Mârifet, idrâkin genişlemesidir” demişler.
İnsanın kemâli, ona bağlıdır. Onun kemâli de, nefsin Hakk’ı kabulüne bağlıdır.
Kalp gözü iyi olan
akıllılar, vakti ganîmet bilir fırsatı değerlendir