EÛZÜ...

Tefsir-i Kebirden:

Eûzü billâhi” demek, yaratılmışları terk edip Yaratan’a yönelmek “Cümle hayırları ihsan eden ve bütün âfetleri def eden Allahü Teâlâ’ya sığınırım” demektir. Zira “Allah’a sığının” kavl-i celîli kulu yaklaşmaya ve sığınmaya dâvettir.

Sığınmak, aczini kabul etmektir; acz ise bütün makamların sonuncusudur.

İmam-ı Gazâlî Hz.’ne:

–İlim, ahlâk ve edep yönünden yükselmek için ne yapalım? denildi:

–Önce kibri terk et, sonra kibri terk et, en son yine kibri terk et, buyurmuştur.

H.Ş.: “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.

Eûzü okumak, aczini ve kusurunu kabul edip varlığından sıyrılmak, Yaratan’a sığınmaktır. Mevlâ kendisine sığınanı himâye eder, onu düşmana (şeytana) teslim etmez.

İnsan oğlu nereden, nasıl, hangi yolla ve niçin bu âleme getirildiğini, kimin getirdiğini, yaratılışındaki hikmeti bilmezse, şeytanın kovulmasına sebep olan kibir ve gurura düşer de içi boş buğday başakları gibi burnu yukarıda olur, bunlardan harman olmaz. gururlu kişilerden de fayda umulmaz. Çünkü öyleleri nefsin tesiri altında kendini beğenip hakkı görmez, kötülüğe meyleder, aslâ felâh bulmazlar.

H.Ş.: “Eûzü okuyarak günah kapılarını kapayın. Besmele okuyarak tâat kapılarını açın!

Fâtiha-i Şerîfe tefsirinde Molla Fenârî Hz.:

Şeytan, Allahü Teâlâ’nın rahmetinden uzak olmuş, demektir. Şeytandan murat, İblis ve ona bağlı olanlardır, demiş...

İmam-ı Câfer-i Sâdık K.S.: “Kur’an-ı Kerim okumak için eûzü çekmenin zarûreti ve hikmeti odur ki, insanın dili yalan, gıybet ve kovuculuk gibi şeylerden bazen kirlendiğinden Hak Sübhânehû ve Teâlâ, eûzü ile emir buyurdu ki, lisan temizlenip,  kudsî olan Kelâm-ı İlâhîyi okumaya hak kazansın,”  diyor.

Bâzı büyükler, “Eûzü çekmek: “Hakka manî olan muzır yaratıklardan; Rabbü’l- âlemîn’i görmeye, hakîkate ermeye mânî olan şeylerden ve; hayâl, gaflet ve şehvet gibi kalbi kaplayan musîbetlerden Allah’a sığınırım,” diye mânâ verdiler.


  

BESMELE

H.Ş.: “Hayırlı bir işe besmeleyle başlanmazsa, muvaffak olunmaz, neticeye erilmez, noksan ve kusurlu olur.” 

Âile ocağında vâlide ve ninelerin verdiği ilk dînî terbiye “Bismillâhirrahmanirrahîm” dir. Yemeye, içmeye, yatmaya, kalkmaya... Hâsılı Dîn-i Celîle uygun her harekete besmele ile başlamayı öğretirler, onu unuturlarsa ikaz ederlerdi.

Bir işe besmeleyle başlamak âdet değil, ibâdettir; zira, Resûlullah’ın emridir. Resûlullah’ın emri ise, emr-i İlâhîdir.

Meşrû olan her hal ve harekete Allah’ın ismi ile başlamak, ilâhî yardıma vesile olup iyi niyet ve ciddiyetle tâkip edilirse, netice güzel, faydası büyük olur. Bu îtibarla her Müslüman’a,  Besmele-i Şerîfe'yi ciddiyet ve ehemmiyetle tavsiye etmek Dîn-i Celîlin emridir.

Bismillah’da: Allah ism-i celîli; kahır, kudret ve yüce şâna işârettir. Bu ism-i şerîften sonra, Rahmân ve Rahîm ism-i şeriflerin zikri; Allah’ın rahmeti gazabını geçtiğine delildir. Bunun için, besmeleyle başlanan işte rahmet ve bereket hâsıl olur.

*Nuh A.S. tûfanda gemiye girdiği zaman:

Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ inne Rabbî le gafûrürrhîm = Onun yürümesi de, durması da Allah’ın ismiyledir. Muhakkak Rabb’in affedici ve çok merhametlidir,” (Hûd, 41) âyet-i celîlesini okudu, selâmet buldu. Bu ise Besmele-i Şerîfe’nin yarısıdır. Ömrünün sonuna kadar Besmele-i Şerîfenin tamamı ile ünsiyet eden kimse her felâketten selâmet bulur. 

*Hz. Hâlid R.A.’e birkaç Mecûsî:

–İslâm davası edersin; bir delil göster de iman edelim, dediler.

Hz. Hâlid, bir miktar zehir getirip besmele ile içti ve hiç zarar görmedi. Mecûsîlerin hepsi de Müslüman oldular.

İsa A.S. bir kabristandan geçerken azapta gördüğü kişiyi, dönüşte kurtulmuş görünce, hikmetini Cenâb-ı Hak’tan niyaz etti. Hak Teâlâ:

“Bu kişinin vefat ettiğinde âilesi hâmileydi. Çocuğu dünyaya geldi, büyüyüp mektebe gitti. Besmele-i Şerîfe’yi öğrendi. Evlâdı yerüstünde ism-i celîlimi okurken, yerin altında babasına azap etmeyi şân-ı ulûhiyetime lâyık görmeyip affettim,” buyurdu.

*Habeş kralı, Hz. Ömer’e R.A.:  

–Bir büyük derde tutuldum: devâ gönder, diye yazdı. Hz. Ömer bir külah içine Besmele-i Şerîfe yazıp gönderdi.

Kral bu külahı başına koyunca ağrı kesilir, çıkardığında tekrar gelirdi. Bunda ne var diye baktığında Besmele-i şerîfeyi gördü.

Besmelenin (B)’si, Rabb’imizin “Birr” ism-i şerîfinden alınmış olup, “İhsan edici” mânâsınadır. Cenâb-ı Hak, dünyada kullarına nice nîmetler ihsan ettiği gibi âhrette de cemâl-i ilâhîsini göstermekle ikram edecektir.

Besmelenin “Sîn”i “Semî” ism-i şerifinden alınmıştır; “Allahü Teâlâ Arş-ı Âlâ’dan yerin altına kadar kullarının duâlarını işitir” demektir.

Besmelenin kerâmeti saymakla bitmez.

 Hadîs-i şerifler:

*Abdest alırken besmele çeken kimsenin amel defterine, melekler, abdesti bitirinceye kadar sevap yazarlar.

*Besmelesiz abdest alan kişinin, sâde yıkanan yerleri temiz olur. Besmele ile alırsa bütün beden temizlenir ve kalbi gafletten, bidat ve dalâletten pâk olur.

*Gemiye binerken “Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ inne Rabbî legafûrürrahîm” de, selâmet bulursun ve senin için gemiden çıkıncaya kadar sevap yazılır.

*Besmele-i Şerîfe’yi öğrenen çocuğun anasına, babasına, hocasına ve kendisine cehennemden âzat beratı verilir.

*Ehline yakın olurken besmele oku! Gusül edinceye kadar amel defterine sevap yazılır. O sebepten çocuk olursa, nefesleri adedince ve onun zürriyetinden kimse kalmayıncaya kadar cümlesinin nefeslerince sevap yazılır.

*Hayvana binerken “Bismillâhi ve billâhi” de! Her adımınca sevap yazılır.

*İnsanoğlu soyunurken besmele çekse, cin taifesi ile kendisi arasında perde olur. Besmele âhrette de zebânilerle kul arasında perdedir.

 

NEFİS

A.C.: “Ben nefsimi tebriye etmem (temize çıkarmam, benim nefsim iyidir, demem). Muhakkak nefis şiddetle kötülüğü emreder.” (Yusuf, 53)

Nefis büyük dâhilî düşmandır. Allah’ın Resûlü bir harpten dönerken: “Küçük harpten büyük harbe dönüyoruz” buyurmuş ki, nefisle cihat murat edilmiştir.

İnsanoğlu nefsi terbiye edip de iman ve ahlâkı sağlam temellere oturtmadıkça, çeşitli beşerî arzular sebebiyle sık sık sarsıntılara mâruz kalmaktan kurtulamaz; zira nefis yetmiş iki şeytan kuvvetinde olup aklın yanında pusu kurmuş, her fırsatta, sesini yükselten ve isteklerinin tavanı bulunmayan bir mahlûktur. Onun arzularında ölçü ve nihâyet yoktur.

Mânevi bir tabip tarafından terbiye edilmedikçe kişinin, iyiyi, doğruyu ve güzeli görmesi mümkün değildir.

Aklın ve imanın önünde kara bir perde olan nefsi terbiye edip onu zararsız hâle getirmek, bütün kâmil mürşitlerin gâyesidir.

Yaratılmışların en şereflisi olan insan; ömür boyu nefisle mücâdele etmek, onun tazyikinden kurtulup doğruyu, iyiyi, güzeli bulmak mecburiyetindedir.

H.Ş.: “Nefsini tanıyan Rabb’ini tanır” buyuruldu. Yâni nefsinin fenalığını anlayan kişi, Rabb’ine ilticâ eder. Zira zorlu düşmandan kurtulmak, nurlu tâatle ve Rahmân’ın rahmetine ilticâ ile kaabildir.

Zinnûn-i Mısrî Hz.: “Cenâb-ı Hak, kuluna, nefsinin zilletini bilmekten büyük izzet vermedi; yine nefsinin zilletinden gâfil olmaktan büyük zillet vermedi” demiştir.

Nefisle mücâdele, Cihâd-ı Ekber, çok müşkül. Lâkın kazancı büyük, saadeti ebedîdir. Nefsin hilesinden kurtulmak, ancak peygamber vârisi olan bir zata bağlanmakla mümkündür.

Kibrit-i Ahmer gibi az bulunan bu büyükler, eserlerinden anlaşılır...

H. Ş.: “Kişinin eserleri aslına delâlet eder,”

Ağacın mâhiyeti gövdesinden değil, meyvesinden anlaşılır.

İçinde bulunduğumuz dünya, habis nefsin isteklerini kolayca genişletmeye vesile olan aldatıcı ses ve renklerle doludur. Kurtuluş, ilâhî nûra bağlanmakla mümkündür. İnsan ancak bu sûretle iyiliği nefsinde tatbik eden, başkasına numûne olan ve muhitinde aranan kişi hâline gelir ve ebedî saadet kapısını açan altın anahtarı elde eder.

Mânevî feyiz ile nefis terbiyesine muvaffak olan insan, arzularında ölçülü olur. gazap hâlinde iradesine hâkim ve affetmeyi bilir. Yumuşak huylu, mahviyet sâhibi, iyilik ve merhametin kaynağı olduğu gibi, şerefli bir mevkie sâhiptir.

Bu uzun mücadeleye aralıksız, uyanık ve basîretle devam etmeli. Nefsânî zevkleri câzip görüp de onları ruhun gıdası sanan insan, ne kadar aldandığını sonunda anlar.

Nefis, üstü yeşilliklerle kaplı bataklığa benzer. Câzip görünür; lâkin içine dalanı girdabında boğar, yok eder.

Nefse hizmet eden felâh bulmaz. Nefsin gayri meşrû isteklerine uyup da felâkete uğrayanlar, sonunda uyanır; lâkin alıştığı kötü ahlâkı terk etmez de, uyuşturucu tiryakisi olur. Bu belâ da ona yeter.

Dünya milletleri bugün bu belâdan kurtulmaktan âciz kalmıştır.

Nefse hizmet, imanı zaafa düşürür, ahlâkı öldürür. Onu, evliyâ nefesleriyle terbiye edip ahlâkı diriltmek yüce bir gâyedir. Nefsini yenen, ihtiraslarını dizginler, arzularında ölçülü ve itâatli olur, insanlık mertebesini kazanır.

İslâmiyet: kalp temizliği, ahlâk güzelliği, her işte doğruluk, namusa dikkat, güzel niyet, merhamet, şefkat, hastayı ziyaret, mazluma yardım, adâletle muâmele, haklara uymak, çalışmak, ilim ve irfan elde etmek, Allah’tan korkmak, hülâsa her hayır işe yardımcı olmak gibi güzel ibâdetlerle dünya ve âhrette huzur ve saadete sebep olan nice ilâhî hükümleri kendisinde toplayan,ahlâkî ve içtimâî bir dindir.

Kelime-i Tevhitten sonra teklif olunan ibâdetler, insanı kötülüklerden korur. İhlâsla edâ edilen ibâdet, belâlara mâni olur.

Kur’an-ı Kerimde: “Ey iman edenler! Nefis-lerinizin ıslahı üzerinize lâzımdır.” (Mâide, 105) buyuruluyor. Nefislerimizin ıslahına memur olduğumuzdan; selâmetin temini için, farz, vâcip, sünnet gibi işlemekle emrolunduğumuz ibâdetlere devam etmenin lüzum ve ehemmiyetini her Müslüman bilmelidir.

Ünlü Hıristiyan kral Bismark’ın sözleri:

“Ben bütün semâvî kitapları inceledim. Hiç birinde bir hikmete rastlamadım. Bu kitaplar bir kabilenin dahî saadetine vesile olacak sırra sahip değil... Fakat Muhammed A.S.’ın getirdiği Kur’an’ın her kelimesi hikmettir. Bu kitabı, Muhammed’in (A.S.) yazdığını söyleyenler, garaz ve iftirada bulunmuşlar. Zira en mükemmel dimağdan dahi böyle bir hârikanın meydana geldiğini iddiâ etmek; hakkı inkâr etmek, kin ve nefrete âlet olmaktır.

Şurasını katiyetle ifâde ederim ki, Muham-med A.S. mümtaz bir kuvvettir. Cenâb-ı Hak’ın böyle ikinci bir insanı vücûda getirmesi ihtimali yoktur.

Ey Muhammed! (A.S.) senin asrında bulunamadığımdan dolayı müteessirim. Getirdiğin bu kitap, senin değil, ilâhîdir. Bunun Allah tarafından gönderildiğini inkâr etmek, bütün ilimleri inkâr olur. beşeriyet senin gibi mümtaz bir kuvveti bir defa görmüş, bundan sonra görmeyecektir. Senin muhteşem huzurunda saygıyla eğilirim.”      

   Kitab ve peygamberini bir Hıristiyan kadar tanımayanlara ibret olsun.

***

Kezâ: İngiliz mütefekkirlerinden Bernard Shaw:

“Kur’an-ı Kerim hayat âleminin değişen şartlarına göre hitap kabiliyetine sâhip, ilâhî kitaptır. Onun beyan ettiği; insanoğlunun aslı Hz. Âdem ve Hz. Havva, hakikatini inkâr edenler, yerine koyacak başka bir şey bulamazlar.” İslâm’a hasım olanlara...

GÜZEL AHLÂK

A.C.: “Muhakkak ki, güzellikler, kötülükleri defeder.” (Hûd, 114)

         A.C.: “...İman edip sâlih amel işleyenleri müjdele!” (Bakara, 25)

Karşılıklı yardımlaşma da güzel ahlâktandır.

A.C.: “İyilik etmek ve fenalıktan sakınmakta birbirinizle yarışın!” (Mâide, 2)

Rûhu’l-Beyan bu âyet-i kerîmenin tefsirinde, Huzeyfetü’l-Adeviye R.A.’den şu kıssayı nakletmiştir:

“Yermük muharebesinde bir matara su ile şehitler arasında amcam oğlunu arıyordum. onu kızgın kumlar üstünde, hayatın son deminde buldum. “Ey amca oğlu! Benden bir isteğin var mı, sana su içireyim mi?” dedim. İştiyakla ağzını açtı. Maşrapayı tuttum. Daha bir yudum içmeden diğer bir yaralının ıztıraplı sesi duyuldu. “Suu” diyordu.

Amcam oğlu suyu içmedi, gözleriyle “Ona götür” diyordu. Koşarak gittim, gördüm ki, Hişam ibni As son demlerinde... “Ey Hişam! Benden bir isteğin var mı, sana su içireyim mi?” dedim. Yakıcı güneş, kızgın kum, hayatın son demi!.. İmandan sonra sudan makbul ne olabilir?! İştiyakla ağzını açtı. Maşrapayı tuttum. Henüz bir yudum içmişti, başka bir yaralının inlemesi duyuldu. O da suyu içmedi; gözleriyle ona götür diyordu.

Koşarak gittim. Baktım ki, ruhunu teslim etmiş. Döndüm Hişam’a içirmek istedim o da bu âlemden göç etmişti. Amcam oğluna geldim, onun da ruhunu teslim etmiş gördüm... hayranlık içinde feryat ettim.”

Hakiki iman sahibi Hak dostları son demlerinde dahî böyledir...

Kur’an-ı Azîmüşşân’a ve Resûl-i Kibriyâ Efendimize  tabi olmaktan üstün ahlâk olmaz. Zirâ, Kur’an-ı Kerîmde, Onun hakkında:

“Sen, elbette en büyük ahlâk üzeresin” (Kalem, 4) buyurulmuş: “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim,” hadis- şerifi de bu hakikati bildirmiş ve ahlâk nizamını bir cümle ile hülâsa etmiştir.

H.Ş.: “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız!”

Bu hadîs-i şerif bütün ahlâk düsturlarını içine alır.

Bütün hukemâ ve ahlâk âlimleri tarafından konulan düsturlar, Resûlüllah’ın beyanı karşısında bir zerre dahî olamaz.

ADALET

Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinden biri, “El-Adl” olup Allahü Teâlâ Âdildir; kullarının adaletli olmasını ister

Hükümdarlar, vezirler, vekiller, hâkimler, askerî erkân, hasılı bütün emir sahipleri, büyük küçük, kuvvetli zayıf, zengin fakir, hepsine hakkaniyeti tatbik etmekle, ilâhî emirlere uymuş, Allah ahlâkıyla vasıflanmış olurlar.

Hadîs-i şerifte: “Bir saat adaletle iş görmek, yetmiş sene ibâdetten hayırlıdır” buyurulmaktadır.   

Allah Resûlünün adâlet nuruna vâris olan Hz. Ömer R.A.’in hayatı, tarih sayfalarını adalet örnekleriyle süslemiştir.

Hizmetinde bulunan kölesiyle nöbetleşe bindiği deve ile Kudüs’e girerken, kendisini ihtişamla karşılayan insanlar, köleyi devenin üstünde, Halîfeyi yürür görünce şaşırmışlardı. Hz. Ömer, köleyi indirip deveye kendisinin binmesi teklifini kabul etmemişti.

Kezâ, Küds-ü Şerif kalesini uzun zaman muhasara eden İslâm askerlerinde yorgunluk alâmeti görülmesiyle, kale kumandanından mütâreke talep edilince, gelen cevapta:

–“Halifeniz Hz. Ömer, Tevrat’ın târif ettiği kıyafetle gelsin, kale anahtarını kendisine teslim edelim,” denilmiştir.

Hz. Halife, yol azığı alarak devesine bir miktar hurma ve bir su tulumu alıp maiyeti ile yola çıktı.

Kudüs-ü Şerife yaklaşınca:

–“Ey Müminlerin emiri! Şu eski hırkayı çıkarıp yenisini giyseniz. Deveye değil de ata binseniz,” diye teklif edilmişti, hırkayı değiştirdi ve ata bindi. Lâkin bir kaç dakika sonra attan indi, hırkayı da çıkarıp:

–“Halifeniz kibir ve ucubundan helâk oluyordu. Vallahi ben Resûlüllah’tan işittim:

“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimseye cennet haramdır.” buyurdu. Deyip yine eski hırkayı giydi ve deveye bindi... (İhya C.3, S.719)

Diğer rivayet:

Elbise değiştirip ata binme teklifine karşı:

–“Bunlar ne boş söz!... İslâm şeref ve izzeti bize kâfi değil mi ki, elbise ile süslenmek ihtiyacı hâsıl olsun. Cenâb-ı Hak İslâm tâcını başımıza, iki cihan saadetine sebep olan şer’i şerifi üzerimize giydirdi,” diye sitem etmiştir.

AFFETMEK

Allahü Teâlâ “Afüvv” affedicidir.

İnsan, şahsıyla alâkalı haklarına tecavüz eden kimseye gazap etmez, öfkesini yutar, nefsine hakim olur, o kişinin kusur ve kabahatini affederse, Cenâb-ı Hak’ın Afüvv sıfatı ile sıfatlanmış olur.

H.Ş.: “Üç şeye yemin ederim: Allah yolunda harcamakla mal eksilmez, istemeyen muhtaç olmaz, affeden affolunur.”

İmam Zeynel-Âbidin Hz., kölesinin döktüğü abdest suyu elini yakınca, ona gazapla baktı, köle de:

–“Vel kâzımînelgayza =Müminler öfkelerini yutarlar,” nazm-ı celîlini okur.

Hz. İmam:

–Öfkemi yuttum, dedi.

Köle:

–“Vel âfîne aninnâs= insanların hatalarını affederler,” âyet-i celîlesini okudu.

Hz. İmam:

–Affettim, dedi.

Köle sevinip:

–“Vallahü yühibbül muhsinîn= Allahü Teâlâ ihsan sahiplerini sever,” (Âl-i İmran, 134) âyet-i celîlesini okuyunca, Hz. İmam:

–Seni âzat ettim, hürsün, buyurdu...

* * *

YUMUŞAK HUYLU OLMAK

Cenâb-ı Hak “Halîm”dir; kullarına yumuşak huyla emreder.

Hılm, gazabın aksidir; ilâhi hükümlere, dîne, imana, ırza, namusa zarar vermeyen hallerde makbuldür. İman, iffet, ahlâk, namus ve mâneviyâta dokunan mevzularda ise, hılim yerine gayret ve hiddet icap eder. Bu hallerde yumuşak bulunmak zillettir. Zira Cenâb-ı Hak:

“İzzet ve şeref Allah’a, Resûlüne ve müminlere mahsustur. (Münâfıkûn, 8) buyurdu.

Hz. Ali R.A. mahdûm-i âlîleri Hz. Hasan’a nasihatinde:

“Oğlum, gazap mihnete sebeptir.  Hılmin makbul olduğu yerde halîm ol!” buyurmuştur.

Seyyidü’l-Beşer S.A.V. böyle, bir kaç kelime ile dünya ve âhiret saadetine ulaştıran usullerle ahlâkî, içtimâî  ve diğer ihtiyaçlara ait en esaslı düsturları koymuştur.

 

HAYÂ

H.Ş.: “Hayâ imandandır.” (Riyâzussâlihîn, 2/95)

H.Ş.: “Hayâ baştan sona hayırdır.” (Riyâzus-sâlihîn, 2/96)

Hayâ duygusundan mahrum bırakılan neslin âilesine, milletine ve memleketine neler getirdiği açıktır!

Biri meyhaneciye “Keskin şarabın var mı?” der.

O da yerde yatanı gösterip:

–Na mostra (Numûne meydanda), demiştir.

Belâlar serî halde devam ederken, güzel ahlâkın yok olmaya yüz tuttuğu bu devirde nice milletleri ızdırâba boğan tek sebep, hayâ ve iman eksikliğinden başka bir şey değildidir.

Garp milletleri her çeşit refaha ulaştıkları halde saadete hasret olup her şeyi unutmak için esrar, eroin, kokain gibi uyuşturuculara müptelâ olmuştur...

İki cihan saadeti, uyuşturucu maddelerle, servetle değil, iman, iffet ve hayâ duygularıyla elde edilir.

TEVEKKÜL

Tevekkül ve tedbir de ahlâkî vazifelerdendir.

Huzur-u Risâlete bir ârâbî geldi. Resûlü Ekrem S.A.V., ne ile geldiğini sordu.

A’râbî:

–Deve ile, dedi.

Resûlümüz:

–Deveyi ne yaptın?

A’râbî:

–Çöle saldım yâ Resûlallah.

–Kaybolmaz mı, ziyan gelmez mi?

A’râbî:

–Tevekkül ettim, dedi.

Resûlüllah S.A.V.:

–Deveni bağla, sonra tevekkül et, buyurdu.

*Hz. Ömer R.A., hilâfeti sırasında teftiş için dolaşırken, duvar önünde sıralanmış bir kaç kişi gördü. selâm verip kim olduklarını sordu.

–Allah’a tevekkül edenleriz, dediler.

Hz. Halîfe:

–Tevekkül eden şu kimsedir ki, tarlayı sürer, tohumu eker ve Allah’ın lütuf ve ihsanına güvenerek bekler. Cenâb-ı Hak müsait hava, rahmet ve bereket verirse      faydalanır ve şükreder... Sizler, mütevekkil değil,  müteekkil  (hazır yiyici)lersiniz,” diyerek tekdir etmiş ve çalışmaya teşvik etmiştir.

*İmam-ı Şâbî Hz., uyuz illetine tutulmuş bir deve sürüsüne rastladı, müteessir olup sahibine:

–Bu hayvanlar niçin tedâvi edilmez, diye sordu. Adam:

–Hanedânımızda duâsı makbul bir kadın var, develerimiz onun duâsıyla sıhhat bulur. Başka bir tedbire lüzûm görmüyoruz, demişti. Hz. İmam acı bir tebessümle:

­–Kocakarının duâsına biraz da katran karıştırsanız fena olmaz. İslâm da tevekkül, sebeplere sarılmakla beraberdir, buyurur.

*Âlemler, Allah’ın irade ve tasarrufu altındadır. Sadece sebebe bağlanmak doru değil. Sebeplere itibar, sebepleri yaratan Allah’a teslimiyetle iyi olur. Bu şekilde sebeplere sarılmak, Allah’a bağlanmaya mâni değildir. Şu var ki, sebebe tevessül ederken tevekkülü unutmak doğru değildir.

*Musa A.S.’ın midesi ağrıdı. Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulundu. İsmi bildirilen bir ottan ilaç yaptı ve ağrısı geçti.

Tekrar midesi ağrıdığında, o ottan ilaç yaptı. Lâkin, bu defa ağrısı arttı.

Münâcâtta bulunup hikmetini sorduğunda Cenâb-ı Hak:

–Öncekini benim iznim ve ismimle kullanmıştın, bu defa gaflet ettin, buyurdu.

İlâhî iradeyi unutmadan meşrû yoldan sebebe sarılmak icap eder.

* * *

HAYIR VE ŞER ALLAH’DANDIR

Bâyezid-i Bestâmî Hz., bir gece süt içmiş, midesi ağrımıştı. Soranlara “süt içtim, midem ağrıdı,” dedi.

Vefatından sonra Cenâb-ı Hak:

–Ya Şeyh! Ne getirdin sualine:

–Yâ Rabbî! Sana şirk koşmadım, şirkten gayrisini de mağfiret buyurursun, dedi.

Cenâb-ı Hak:

–Ya süt gecesi neydi! (Mide ağrısını benden değil de sütten bilmiştin,) buyurdu.

İKTİSAT - İSRAF – SADAKA

Seyyid’ül-Vücût Efendimiz:

“Size iktisadı (tasarrufu) tavsiye ederim. Zira iktisat eden; âli olur, huzur bulur.” (Râmuz 174/7) düsturu ile iktisat ilminin esasını asırlar önce koymuştur.

Kâinâtın Efendisi  S.A.V. kelâmı, kısa, mânâsı geniş hadîs-i şerifleriyle “İktisadın insanoğluna dost, israfın düşman olduğunu” beyan buyurdular.

Bugün âile yuvalarını sarsan en büyük âfet fantezi ve nefsânî arzu ve isteklere uyarak israf etmek olduğunu izaha ihtiyaç yoktur?

İsraftan ve serveti kötü kullanmaktan sakınıp güzel idare etmek, insanoğlunu fakirlikten korur. Cihanda bundan güzel bir düstur bulunmaz.

Fahr-i Âlem S.A.V. Efendimiz sadakanın dahî israf mertebesine varmasını caiz görmeyip güzel bir surette dağıtılmasını emretmiştir.

H.Ş.: “Sadaka vermeye, evlâd ü iyâlinden başla...” (Riyâzussâlihîn, C. 1. S. 332)

H.Ş.: “Sadaka ve duâlar, belâyı defeder, ömrü uzatır.”

H.Ş.: “Sadakanın efdali; sıhhatin yerinde, zenginlik yolunu düşünüp fakirlikten korktuğun zaman sahip olduğun maldan verdiğindir.” 

İhmal edip işi sona bırakma! Yoksa ölüm hastalığı gelip de, “Filâna şu kadar, falana bu kadar verilsin” dersin, lâkin söylediklerinin hiç biri senin maksadına uygun olmaz. Bıraktıkların da başkasına kalır.

Kûfe’nin bânîsi daha sonra valisi, Kadisiye muharebesinin başkumandanı, İran fâtihlerinin birincisi Sa’d bin Ebî Vakkas R.A., Vedâ Haccı esnâsında Mekke-i Mükerreme’de hastalanmıştı. Fahr-i Âlem Efendimiz ziyaretine vardıklarında Hz. Sa’d:

–Yâ Resûlallah! Gördüğünüz gibi rahatsızlığım ağır... ben zenginim, bir kızımdan başka mirasçım da yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım mı?

Resûlüllah S.A.V.:

–Hayır.

–Yarısını tasadduk edeyim mi?

–Hayır.

–Üçte birini tasadduk edeyim mi? deyince, Resûlüllah S.A.V.:

–Üçte biri dahî iyidir. Varislerini zengin bırakman, senin için muhtaç bırakıp halka avuç açtırmaktan hayırlıdır. Ve şüphesiz rızâ-i ilâhî için, bir nafaka vermekle  de ecir alırsın. Hatta zevcenin ağzına verdiğin lokmada senin için ecir vardır.  

ZARAR VERENE ZARAR VERİLMEZ

H.Ş.: “İslâm’da zarar verene zarar verilmek kaldırılmıştır.” (Râmuz, 381/6-7) 

Bu hadis-i şerif, fıkıh ve usul meselelerinin en büyüğü ve kanunların esasıdır.

Âlimlerin ve hukukçuların hakîmâne gayret-leri  sonunda vardıkları netice, asırlar önce beyan edilen bu hikmet yanında bir zerre dahî değildir

Biri, diğerine zarar verdiğinde mal sahibi o kimseyi ya affeder veya mahkemeye müracaatla tazminât ister. Karşılık olarak o kişinin bir eşyasına zarar vermek yasak edilmiştir.

DARGINLIK

H.Ş.: “İslâm’da üç günden fazla dargınlık yoktur.” (Râmuz,369/8) 

İnsan tabiatı kırılmak ve hasım olmaktan hâli olmadığından nefsin şiddetini gidermek için, Fahrü’l-Mürselîn Efendimiz, dargınlığı üç gün kadar uzatmayı caiz görmüştür. Daha fazla uzaması, fesadın büyümesine, şiddet, düşmanlık ve ayrılıklara sebep olabilir.

Hz. Ömer R.A.:

“Fazla küskünlük düşmanlık getirir. Âzâları kesmek, dostluğu kesmekten ehvendir. Nefsinde görmediğin ayıbı başkasında görmen, ayıp olarak sana yeter,” buyurmuştur.

Peygamberimiz:

“Müslüman kardeşiyle bir sene dargın durmak, onun kanını dökmek gibidir,”buyurmuş, bu işin fenalığını cihana duyurmuştur.

TEFRİKA-FİTNE

H.Ş.: “Ara bozanlar bizden değildir.”

Evlâdı ana babadan, akrabadan ve dostları birbirinden ayıran, kovuculuk ve münâfıklık eden, alçak tabiatlı, kötü huylu insanlar, makbul değildir.

Bu hadîs-i şerif, içtimâî ve ahlâkî düsturların temelini teşkil eder; birlik ve beraberlik içinde yaşamak İslâm usûlü ve cemiyet huzurunun bir târifidir.

Seyyidü’l-Beşer Efendimiz bir gün parmaklarını birbirine bağlayarak:

“Müminler metin binalar gibi içten ve dıştan birbirine bağlıdır.” (Râmuz, 230/10) hadîs-i şerifiyle ümmetine birlik içinde yaşamayı tavsiye buyurmuştur.

Ashâb-ı Güzîn arasında hiç nizâ vâkî olmamış. Varsa ihtilâf, ictihaddandır; bu husus Mektû-bât-ı İmam-ı Rabbânî’de pek güzel izah edilmiştir.

H.Ş.: “Allahü Teâlâ’nın inâyet ve bereketi, cemâat üzerindedir.”

Hadîs-i şerifle Peygamber Efendimiz, yalnızlık hedefe ulaşmada ve her hâl ü kârda isteklere ulaşmanın sırrı toplum içinde, gönül birliğine bağlı olduğunu beyan buyurmuştur. Tek başına çalışmakla, şirket faaliyeti arasındaki bulunan büyük farka açık misâldir.

Hadîs-i şerifte: “Birbirinizi ısırmayın!” buyurulmuştur.

Bugün bütün sıkıntılar, Allah korkusu gönüllerden silinip hak ve adalet duygusu yok olmasından ve ilâhî hükümlerin unutulmasındandır.

Allah korkusu gönüllerden silinip de insanoğlu mânevî nöbetçi nezaretinden kurtuldu- mu, canavar kesilir, her fenalığı mubah sayar. emiyete belâ olur.

H.Ş.: “Ahbap ve yârânı sık ziyaret ederek usandırmayın!”

Sünnet olan, ara ara ziyaret etmektir. Seyrek ziyaret, muhabbeti artırır.

BEKÂRLIK

H.Ş.: “Şerlileriniz bekârlarınızdır.”

İnsanın yaratılışındaki yüce hikmet ve maksattan biri de, neslin devamı ile bağlı olduğu milletin maddî ve mânevî varlığını muhafaza etmektir.

Bekârlar, âile saadetinden mahrum ve nefs-i emmârenin tesiri altında mahkum, her kötülüğe meyyal, mensup olduğu millete ve kendilerine maddi ve manevi zararlı olurlar; istisnalar hariç...

YASAKLARDAN SAKINIP

SÜNNETE UYMAK

Seyyidü’l-Beşer S.A.V. Efendimiz, Müslümanları kendi menfaatleri için bazı şeylerden men etmiştir.

Ölüler ardından medhiye okumak, bir evde yalnız yatmak, saç ve sakaldaki beyaz kılları koparmak, birikinti sulara idrar yapmak, kabre karşı namaz kılmak, iki kişi görüşürken yanlarına izinsiz varmak, zararlı ve sarhoş eden şeyleri yiyip içmek, her duyduğunu söylemek gibi...

H.Ş. de: “Bir kimseye, doğru yanlış her işittiğini söylemek, yalan yönünden kâfidir.” (Râmuz, 340/2) buyurulmuştur.

Kezâ boş sözlerden, yersiz şaka ve lâtifeden sakınmak lazımdır... Âlemlerin Efendisi S.A.V. hayatı boyunca sadece üç defa lâtife yapmıştır.

Hikmet hazinesi Seyyidü’l-vücût Efendimizden yüce mânâlı hükümler beşeriyete, ahlâkî içtimâî düsturlar vaz eden birer vesikadır.

Ve her Hadis-i şerif, ayrı hikmet hazinesidir. Aklı olan, teslim ve tâbi olur.

Seyyidü’l-beşer S.A.V. Efendimiz bütün insanlığın muhtaç olduğu şeylerin ruhuna vâkıf olup her derde deva olmakla, beşeriyete hayret ve akl-ı selim sahiplerine gayret vermiştir.

Hak Teâlâ, Resûl-i Ekrem’i kendi nurundan yaratmış ve Ona “HABÎBİM” buyurmuştur. Zât-ı Şerifine bağlanan, derdine devâ bulur, her mihnetten kurtulur.

TEVÂZÛ

Fahr-i Âlem S.A.V.: “Size din işlerinde bir şey emredersem, edâsına çalışın. Kendi reyimden bir şey emredersem, biliniz ki, ben de beşerim,” buyurmuştur.

KARANTİNA

Fahr-i Âlem S.A.V.’in yüce hayatı, insanlığa eşsiz örnek olmuştur.

Sıhhati korumak için, tıp âleminin ancak bir asır evvel anlayabildiği karantina nizamını, Resû-lullah Efendimiz asırlarca önce emretmiştir.

H.Ş.: “Bir yerde tâun illeti varsa, o beldeye girmeyiniz. Bulunduğunuz beldede zuhur ederse, oradan çıkmayınız.” (Riyâzüssâlihîn,  C. 3, S. 301)

H.Ş.: “Tâun illetinin bulunduğu beldeden kaçan, muharebeden kaçan gibidir. Orada kalıp tahammül eden de, Allah yolunda, muharebede sebat edip ecir alan gibidir.” (Râmuz, 226/4) 

 

TOPLULUK HİZMETLERİ

İslâm beldelerine imar, ışık, temizlik ve intizam vermek suretiyle milletin sıhhatini koruyan Belediye Teşkilâtının esasını da Seyyidü’l-Beşer S.A.V.  Efendimiz şu hadîs-i şerifleriyle kurmuştur:

Temizlik imandandır.”

Maddî ve mânevî temizlik, iman nurundandır.

H.Ş.: “Allahü Teâlâ güzeldir, güzeli sever; temizdir, temizliği sever; cömerttir, cömertliği sever. Evlerinizin etrafını temizleyin, Yahûdîlere benzemeyin. Şehirler içinde en kirli semtler Yahudi mahalleleridir.”

İslâm’da vücut ve ev temizliği dinin emirlerinden, hatta Allahü Teâlâ’nın haklarındandır.

  H.Ş.: “Müslümanlara eza ve sıkıntı veren şeyleri yollardan kaldırın.”

H.Ş.: “Kim yol üstüne Müslümanlara eziyet veren şeyleri koyarsa, o kimse üzerine Müslümanların lâneti vacip olur.”

İslâm dini lâneti hoş görmezken, yollarda engel bulunduran saygısız Müslümanlara lâneti lâyık görmüştür.

Âlemlerin efendisi insanlığın dünya ve âhiretle alâkalı işlerine göre emir ve tebliğlerde bulunmuş, hatta memurların, bulundukları mahalde, halkla ticaret ortaklığını yasaklamıştır.

Hz. Ömer R.A. zamanında mülkiye memurları ticaretten men edilmiştir.

Hâtemü’l- Enbiyâ Efendimiz, cemiyet hayatında, iktisat ve siyâsette, hasılı dünya ve âhiret işlerinde tutulacak yolu, Kur’an-ı Kerim ve hadîs-i şeriflerle göstermiştir.

Seyyidü’l-Beşer S.A.V. yüce din hükümlerini bildirmekle kalmadı. Dîn-i İslâm için düşündüklerini beyan ettikleri asırda, nice yüksek medeniyetler sönüyor, kendilerine bir kurtuluş yolu arıyorlardı. Zira onlar İslâm’ın nurundan haberdar değil. İlâhî duygulardan uzak sadece nefsâni ihtiyaç kapıları açık. Bu, her türlü kötülükleri doğurmuş, insanlar kendilerini ve geleceğini unutmuş ahlâksızlık girdabında boğulmuştu.

Halkın uğradığı felâketlerden kurtulması için, ilim ve tekniğe ehemmiyet vermek mecburiyeti vardır. Bu sebeple Müslüman milletlerin her an terakkilerini temin için Resûlüllah Efendimiz:

“İlim Çin’de de olsa alın.”

“İlim erkek ve kadın her Müslüman’a farzdır.” Ve:

“Hikmet müminin kaybolmuş malıdır; onu nerede bulursa alır,” fermanıyla sadece Garbın tekniğinden istifadeyi değil, bütün tekniklerin icâdıyla emretmiştir. Bu itibarla Garbın tekniğini överken, İslâm’ın ilim hazinelerini unutup, kendimizi küçültmeyelim!

A.C.: “Bir millet, (bid’at, küfür ve benzeri isyanlarla) hallerini değiştirmedikçe, Allahü Teâlâ onların hallerini kötü hâle değiştirmez.” (Raad, 13)  

Milletlerin maruz kaldığı esef veren haller, Allahü Teâlâ’ya isyan etmelerindendir.

Bâyezid-i Bestâmî Hz. Kendilerinden sadır olan sözler için,  “O bir sözdür ki, Allah aşkıyla söylenir. Şiir zevkiyle ve belâgat hevesiyle değil...” buyurmuş.

Volter ve Dr. Dûzîler gibi İslâm düşmanı hükümdar dalkavuklarının eserlerini, İslâm’ı iyice anladıktan sonra okumalı... Bununla beraber teknik ve sanat öğrenmekte ihmal ve kusura cevaz verilmiş değildir.

Buraya kadar İslâm ahlâkı ve cemiyet hayatına dâir âyet-i celîle ve hadîs-i nebevîlerden numûneler verdik. Bir nebze daha bahsedip mevzuu bağlamak için, ahlâk ve cemiyet hayatıyla her ikisini birleştiren SELÂM bahsini beyan edeceğiz.

SELÂMLAŞMAK

Her milletin, din ve mezhep bağlılarının hürmet ve selâmlaşma usul ve âdetleri vardır.

Kâinâtın Efendisi S.A.V. söze başlamadan selâm vermeyi emreder:

H.Ş: “Söze selâmla başlayan kimse, Allah’ın (ve Resûlünün) sevgilisidir.”  (Riyâzüssâlihîn, C. 3, S. 301)

Her Müslüman, yazdığı kitabın evvelini salât ve selâmla süsler.

Selâm vermek sünnet, almak farzdır.

Geçmiş şeriatların hepsinde selâm mevcuttu. “Esselâmü aleyke” ve “Esselâmü aleyküm”  şeklinde selâmlaşırlardı. Kur’an-ı Kerim, melâike-i kirâmın da bizler gibi selâmlaştıklarını beyan buyuruyor.

Fahr-i Âlem S.A.V. Efendimiz haset ve buğzu da, milletlerin hastalığı olarak bildirmiş ve :

“Haset eden benden ve ümmetimden değildir,” buyurmuştur. (Râmuz, 226/4)  

Haset hastalığı olan her fert, bu illetten kurtuluşun çarelerini arayıp bulmalı. Aksı halde âkıbeti hüsran ve helâk olur.

H.Ş.: “Haset, verem illeti gibidir; bulaştığı kimseyi iflâh etmez, bitirir.”

H.Ş.: “Hasede, beşer değil, taş bile dayanmaz.”

H.Ş.: “Haset, ancak haset edenin ölümüyle yok olan kötü bir illettir.”

Hasedin, feyz-i mânevîden daha müessir ilâcı yoktur, demişler.

Haset eden, “Efendi” olamaz. Zirâ efendilikte şeref, izzet ve fazîlet vardır.

H.Ş.: “Sizden önce gelen ümmetlere bula-şan haset ve düşmanlık illeti size de bulaştı. Bu dehşetli illet, o ümmetlerin usturasıydı. Bu ustura onların tüylerini değil, dinlerini kazıdı da helâk etti. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, hiç biriniz cennete giremez, iman etmedikçe... Hiç biriniz kâmil mümin olamaz, birbirinizi sevmedikçe... Size bir şey haber vereyim! Onu yaparsanız, birbirinizi seversiniz. İşte o, aranızda selâmlaşmaktır.” 

İslâm’ın yücelmesi: yardımlaşma ve birleşmeye bağlıdır. Fertler birbirlerini sevip, dînî ve millî muhabbet meydana getirmenin çaresine bakmalı... Allah’ın mülkünde, Allah’ın dostlarıyla irtibat kurmalı...

Selâm hakkında Hadîs-i Şerifler:

*Söze selâmla başlayan, kardeşlik sevgisini kaybetmez.

*Selâm veriniz, âlî olunuz. (Selâm kelimesindeki kerâmet ve sır, sayısız iyiliklere sebeptir.)

*Selâmlaşın ki, birbirinizden emin olasınız.

*Selâm vermek, nâfile ibâdet; almak farzdır.

*Selâm veren Müslüman’ın selâmını almak sadakadır.

*Aldığınız mektuba cevap vermek, selâm almak gibi haktır.  

*Verilen selâmı alınız. Nâmahreme bakmayınız ve tatlı sözlü olunuz.

*Selâm veriniz. Yemek ikram ediniz. Allah’ın emrettiği gibi kardeş olunuz.

*Selâm vermeyen kişiye, yanınıza girmesi için izin vermeyiniz.

Hâsılı: selâmın kerâmeti, uzun izah istemez. Selâm verip alırken hasıl olan duygu bunu anlamaya yeter...

Fahrü’l-Mürselîn S.A.V. Efendimiz selâm verme ve almaya çok dikkat eder ve selâm verirken “Esselâmü aleyke” veya “Esselâmü aleyküm” şeklinde; selâm alırken de, “Ve aleykesselâm” veya “Ve aleykümüsselâm” buyururlardı.

Selâm bir kişiye “Esselâmü aleyke”, cevabında da “Ve aleykesselâm” şeklinde;

Birden çok olursa: “Esselâmü aleyküm”, diye selâm verip “Ve aleykümüsselâm” şeklinde alınır.

Selâm alırken “Ve aleykümüsselâm ve rahmetullahi ve berekâtühü” diye duâ ancak bu kadar uzatılabilir.

“Size filan şahıs selâm söyledi” diye bildirilince: “Aleyhi ve aleykesselâm, (Ona ve sana selâm olsun)” sûretiyle iâde olunur.

Resûlüllah S.A.V. bir meclise geldiklerinde selâm verdikleri gibi ayrılırken de selâm verirlerdi. Bu hususta:

“Meclisin evveli, selâma, âhirinden daha lâyık değildir,” buyurmuştur.   

Hâne-i Saadetlerine girerken selâm verdikleri gibi, “Siz de selâm veriniz, selâmın bereketi bütün hane halkına ulaşsın,” buyurmuştur.

Selâm vermek, sünnet-i kifâye; almak farz-ı kifâye olduğundan, birbiriyle karşılaşan cemaatlerden bir kişinin selâm verip bir kişinin alması, hepsi için selâmın sünnet ve farzını edâya kâfidir.


 
 

SELÂMLAŞMADE EDEPLER

Yürüyen, oturana; sonra gelen, önce gelene; az, çoğa; küçük, büyüğe selâm vermelidir. Resûlüllah S.A.V. Efendimiz, çocuklara da selâm vermişlerdir.

Seyyidü’l-Beşer S.A.V. bir gün, Hz. Âişe-i Sıddîka R. Anhâ ile otururlarken Yahûdi cemâatinden birkaç kişi geldi. “Essâmü aleyke= ölüm senin üzerine olsun” diye selâm verdiler. Hz. Âişe Validemiz:

–“Aleykümüssâm vellâ’neh= ölüm ve lânet sizin üzerinize olsun” diye iâde etti. Resûlüllah Efendimiz :

–Halîm ol yâ Âişe! Allahü Teâlâ rıfk ile muâmeleyi sever, buyurdular. Hz. Âişe R. Anhâ:

–Yâ Resûlallah, bunların ne dediğini işitmediniz mi? Hayır duâ etmiyorlar, dedi. Resûlüllah S.A.V.:

–İşittim. Ben de “Ve aleyküm” dedim, buyurdular. (Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Resûlallah!)

Selâm verip almakta iki tarafın birbirini tanıması şart değildir.

H.Ş.‘de: “Tanıdıklarınıza da, tanımadıklarınıza da selâm verin,” buyurulmuştur. Gayri müslim biri selâm verirse, Ashâb-ı Güzîn Hazerâtı “Ve aleyküm” mukabelesiyle emir olunmuşlardı.

Selâmlaşmaya ehemmiyet verip ahlâkî ve içtimâî usullerle din kardeşliğini kuvvetlendirmeli. İslâm’ın içtimâiyâta dâir usulleri böyle bahislerle bir araya getirilmiş olsa, bütün cihana saadet ve selâmet veren bir kanun meydana gelir.

Cenâb-ı Hak, cümle Müslümanlara ahlâkî ve içtimâî güzelliklerle amel etmeyi nasip ve müyesser eylesin! Âmin... Bihurmeti Seyyidil Mürselîn... S.A.V. 

* * *

   
© incemeseleler.com