İnsanoğlu, dünyada
hürriyet içinde yaşayabilmek için, cemiyet hâlinde olmak, devlet kurmak ve bir
devlet reisi bulundurmak gibi hususlara muhtaçtır. Cemiyette birlik ve huzurun
devamı için de, dış ve iç düşmanlardan korunmak için zamana uygun, tâlimli
ordular teşkil etmek lâzımdır.
İnsan, yaratılış
itibarıyla, birbirlerinden menfaat temin etmek veya diğerlerinin zararlarından
kurtulmak düşüncesinden hâlî değildir.
Bilhassa bugün hakim olan durum budur.
Harplerde
muvaffakiyetin sırrı; ordunun, Allah ve Resûlüne hakkıyla inanmış; din, devlet,
vatan ve millet uğruna can fedâ edecek cesâret iman ve celâdet sâhibi askerden
teşekkül etmiş olmasıdır.
İmam-ı Rabbânî K.S.,
muhâripleri; kazâ ve duâ askeri diye ikiye ayırmış; harp edene onun asker, duâ
askerine, onun yalvarmasına bağlamış; “Kaza askeri cesetse, duâ askeri ruhtur.
Ruhsuz ceset muzaffer olamaz” buyurmuştur.
İnancı olmayan
askerin mücâdelesi, mal ve memleket kaygısındandır ki, dâima dünyadan ayrılma
endişesi içindedir. İmanlı asker ise, vâ’d-i ilâhî olan cennet ve ebedî saâdet
için şevkle mücâdele eder.
Günde beş vakit
“İyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîn: Ancak sana ibâdet ederiz ve yalnız senden yardım
dileriz” (Fâtiha; 5) diye, âlemlerin Rabb’inden yardım dileyen ve “İsteyin,
vereyim” buyuran Allah’ın inâyetine güvenen müminlerle, yalnız kuru dünya
sebeplerine güvenenler bir olur mu?
Hakka hizmet yolunda
olan mücâhitler, kalemleriyle, kelâmlarıyla ve diğer vasıtalarla kükremeden zafer
elde edilmez.
Yiğit kılıcı din
gayretiyle parlamadan, mücâdelenin neticesi isteğe uygun olmaz.
Hakk’a teslim olup
tevekkül eden asker, hazarda ve seferde arzularına ulaşmak için tam bir azim ve
gayret içindedir. O, harp meydanında şimşek gibi parlayan iman nûruyla düşman
üzerine yürür; din ve devlet uğruna şehit veya gâzi olmak arzusuyla çarpışır ve
o uğurda ölmeyi ganîmet bilir.
Zirâ, din ve
diyânet, metânet ve izzete; onun aksi ise zillete götürür. Bu sebeple imanlı
ordular az kuvvetle çok düşmana galip gelmişler.
Yermük harbinde,
adetleri iki yüz kırk bine ulaşan Rum ordusunu, sayıları kırk altı bini
geçmeyen bir ordu mağlûb etmiştir ve Hz. Fârûk’un hilâfeti zamanında vâkî olan
Kadisiye harbinde, az bir asker yüz binlik İran ordusunu nasıl hezîmete
uğrattığını beyandan sonra, asırlar boyu Türk târihini süsleyen ve sayılara
sığmayan Türk ve Osmanlı zaferleri, kokusu henüz gönüllerden silinmeyen
Mehmetçiğin şanlı Kunûri savaşı ve dünkü Kıbrıs hârikası... Hepsi bu hakîkatin
şânına şâhittir.
Arap emirlerinden
meşhur Utbe b. Nâfî kumandasındaki İslâm ordusu, batıda Tunus ve diğer bazı
memleketleri fethedip Atlas Okyanusu’na vardığında okyanusa atını sürüp gönül âleminde
kaynayan din gayretiyle:
“İlâhî! Eğer şu deniz
mânî olmasaydı, İsm-i Celâl’ini daha ileri götürürdüm” diye kükremiştir.
Kıyâmet gününü
andıran Arâke muharebesinden sonra koca Endülüs kıtası iki sene içinde istîlâ
edildi. İslâm ordusunun bu kat’i zaferinden sonra Hıristiyan âlemi papazların
huzurunda yemin ederek, İslâmiyet’i yok etmek için yanardağlar gibi ateş
püskürmelerine rağmen Sûriye civarında yeniden hezîmete uğramış, helâk
olmuştur.
Hülâsa: Bir kaç asır
zarfında Avrupa, Asya ve Afrika’da nice beldelerin zapt edilmesiyle İslâm padişahının cihan hükümdarı hâline
gelmesi, iman nûruyla eşi bulunmayan şanlı yiğitler yetiştirmesinden gayri ne
olabilir?..
SİLÂHIN
EHEMMİYETİ
Kur’an-ı Kerîm ve
hadîs-i şeriflerde beyan buyurulduğu üzere zamana uygun silâh ve her çeşit harp
levazımı ve onu kullanacak askerin yetiştirilmesi şarttır.
Mûcize olarak, en
tesirli silâhın mutlak “Atmak” olduğu Resûlüllah S.A.V. tarafından beyan
buyurulmuştur.
İmam-ı Rabbânî K.S.
Mektûbât’ında: “Âhir zamanda en tesirli silâh; lisân, kalem ve kelâmdır.”
Demiştir.
SİLÂH TÂLİMİ
H.Ş.: “Âdemoğluna Şu Üç Şeyden Gayri Bütün
Oyunlar Haramdır:
1. Muharebe için tâlim etmek.
2. Hanımıyla lâtîfeleşmek.
3. Ok atmak, silâh atıcılık tâlimi yapmak.”
H.Ş.: “Ok atınız, ata bininiz. Lâkin ok atmanız,
bana, ata binmenizden daha sevimlidir.”
Her çeşit silâh ve
vasıtayı kullanmak emredilmiştir.
SİLÂH
TEDÂRİK VE MUHAFAZAS ETMEK
Tebük harbinden tam
zaferle dönen İslâm askerleri çoğu “Artık bundan sonra savaş olmaz” diyerek
silâhlarını elden çıkardılar veya imhâ ettiler. Bunu işiten Server-i Kâinât
S.A.V. Efendimiz:
“Îsâ zuhur edinceye kadar cihadı terk etmeyiniz”
kezâ:
“Deccal zuhur edinceye kadar ümmetimden, hak
üzere cihada devam eden bir cemâat eksik olmayacaktır” buyurmuştur.
CİHADIN FARZ
OLMASI
Müşriklerin,
Müslümanlara yaptıkları akıl almaz zulüm ve işkenceler karşısında, hicretin
ikinci senesi Resûlüllah S.A.V.’e cihad için izin verildi; Allahü Teâlâ’nın
kitabında vâ’d buyurduğu yardım hükmü bildirildi.
Resûlüllah S.A.V.
ile bazı sahâbelerin umre yapmalarına müşriklerin mâni olmaları üzerine,
yapılan anlaşmada, Müslümanların gelecek sene hac etmesi için, müşriklerin Mekke-i
Mükerreme’yi üç gün boşaltmaları hükme bağlanmıştı. Ancak onlar bu şarta
uymadıklarından:
“(Ey Muhammed ümmeti!) “Sizinle harp edenlerle, siz de Allah yolunda (Dîn-i Celîl-i İslâm
uğrunda) harp edin. Sakın haddi aşmayın (onlar harbe
başlamadan siz başlamayın). Zirâ
Allah haddi aşanları sevmez.” (Bakara, 190) âyet-i
celîlesi
Diğer âyet-i
celîlede “Sakın kâfirlere boyun eğme ve
bununla (Kur'an-ı Kerîm ile) onlarla
var gücünle cihad et!” (Furkan, 52)
Yine âyet-i
celîlelerde: “(Ey Resûlüm!) Allah yolunda
savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. Müminleri de (savaşa) teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin
kuvvetini kırar (müminlere zarar vermesine mâni olur). Allah’ın kuvveti daha şiddetli ve azabı daha çetindir.” (Nisâ,
84)
“(Ey müminler!
Düşmanlarınız) size savaş açarlarsa, siz
de onları katledin.” (Bakar, 191)
“Müşriklerle toplu olarak harp edin. Onların
sizinle toplu olarak harp ettikleri gibi...” (Tevbe, 36)
“(Ey müminler!) Allah yolunda harp ediniz ve biliniz ki
Allah (her şeyi) işiten ve bilendir.
(Harbi kabul edenlerle, harbe muhalif olanların sözlerini işitir ve bilir.)”
(Bakara, 244)
Kâfirlerle mücâdele,
Müslümanlara farz-ı kifâye; düşmana karşı çıkan askerlere farz-ı ayındır.
H.Ş.: “Müminler ne
zaman dünyaya meyledip de din gayreti durursa, düşmanları galip, kendileri
mağlûp olur.”
İman gayreti ve o
günün imkânlarıyla küfre karşı mücâdele vermenin kerâmeti, kitaplara sığmaz. Bu
işin idrâkinde olan, iki cihanda azizlerden olur...
CİHADIN
ÜSTÜNLÜĞÜ
H.Ş.: “Cennet
kılıçların gölgesi altındadır.”
H.Ş.: “Din ve vatan
müdâfaası uğrunda cihad etmeden veya bunu arzu etmeden ölen,nifaktan bir şûbe
üzerine ölmüştür.”
H.Ş.: En üztün amel,
Allah yolunda cihattır.”
H.Ş.: “Cihad
kıyâmete kadar devam eder.” Yâni, tecâvüz eden düşmana karşı koyup şerrini def
etmek kıyamet saatine kadar devam edecektir.
İmam-ı Rabbânî K.S.:
“İslâm’ın zaafa düştüğü zamanda dinden bir kelime anlatmak, hazineler harcayarak
yemek yedirmeden kat kat üstündür. Bu büyük cihada ihlâsla devam ederken ölen
şehit, hayattakiler de gâzidir.” buyurdu.
Hz. Ali R.A.’den
nakledilen bir hadîs-i şerifte:
“Bir millet hak için
harbe niyetlenince, Cenâb-ı Hak onların cehennemden kurtulmalarına berat verir.
sefere hazırlandıklarında meleklerine “Kullarım benim yolumda harbe
hazırlanıyorlar.” Diye onlardan razı olduğunun beyan buyurur. Çoluk çocuğuna
vedâ ederken, evlerinin duvarları dahi onlara hayır duâ eder. Yılan, derisinden
nasıl çıkarsa, cümlesi günahlarından öyle çıkar.harp sırasında melekler onlara
zafer için duâ ederler ve onların muhafazası için vazife alırlar. Arş’ın
altında bir melek “Cennet , kılıçların gölgesi altındadır” diye nidâ eder”
buyurulmuştur.
ŞECÂAT-
KAHRAMANLIK
Şecâat: fazîletin
özü ve temelidir.
Şecâat: sabır ve nefs
kuvvetidir.
Şecâat; namusun
kıymetini hayattan üstün tutmaktır.
Şecâat Hakkında
Hadîs-i şerifler:
–“Allah şecî
olanları sever, velev ki bir yılanın öldürülmesinde gösterilmiş olsa dahî...”
–“Şecâat, insanlara
mahsus bir sıfattır ki,güzel ahlaktan olup, korkaklıkla aşırı gazaplı olma
hâlinin ortasında bir haldir.” Ve: “İşlerin hayırlısı, orta hallisidir” hadîs-i
şerifine uygundur.
Büyükler
buyurmuşlar:
“Ölüme hazır olun
ki, hayatı umduğunuzdan âlâ bulasınız.”
Eshâb-ı Kiramdan
Halid bin Velid Hz.’ne Resûlüllah, “Allah’ın kılıcı”, bazen de “Resûlüllah’ın
kılıcı” buyurmuştur. Şecâati, dillere destan... Asrımızda dahî ismi tâzimle
anılan bir zât-ı âlîşân!...
Yermük harbinde
elinde yedi kılıç kırılmış, yalnız bir yemen palası kalmıştı. Şanlı hayatı,
Allah düşmanlarıyla harp etmekle geçen, yiğitler kafilesinin serdarı... Vefatı
sırasında: “Vücûdumda ok ve kılıç değmeyen bir karış yer kalmadı yine de
yatağımda vefat ediyorum. Ölümden korkanların gözleri uyumasın” buyurmuştur.
Arap meliklerinden
birine,. Devlet erkânı:
–“Eğer harpte
hezîmet vâkî olursa, zât-ı devletinizi nerede arayalım?” diye sordukla-rında:
–“Eğer firar
edersem, bana mânî olmayan Allah’ın rahmetinden mahrum olsun. Eğer düşman galip
gelirse, beni düşman atlarının ayakları altında arayın”... demiştir.
Büyükler buyurmuş: “Şecâat, gönül kuvvetidir. Kol kuvveti ona
bağlıdır...”
Kıtalar zapteden
İskender-i Zülkarneyn, sefere çıkarken bir hakîmden sordu:
–“Bu yolda dost ve
düşmanla nasıl bir muâmele münâsiptir?”
Cevap:
–“Muharebeye mecbur
olunca, on şarta uymalısın:
1. Harpten maksadın
hayra hizmet, Hakk’ın rızasını kazanmak, zulüm ve fesadı def etmek olsun.
2. Fetih ve yardımı
Allahü Teâlâ’dan bekle. Hayır ve sadakalarınla Allah’ın kullarını memnun et.
Züht ve salâh sahiplerinin (âbitlerin, iyi insanların) duâlarını al.
3. Haramdan uzak ol.
Düşmanın durumunu iyi anlamaya çalış...
4. Askerin, diliyle
kalbi bir olsun. Kumandanından şikâyeti olmasın. Bu; zaferin temelidir.
5. Ordu mensuplarına
güzel vaatlerde bulun, gönüllerini hoşnut eyle.
6. Harbi çıkaran,
ilk başlayan sen olma.
7. Cesur, bahadır ve
harp hilelerini bilen kimseleri başa geçir, kumandan yap.
8. Muharebede başarı
gösterenleri, görmezlikten gelme. Onlara münâsip şekilde mükâfat ver. Bu hal, diğerlerine
gayret verir.
9. Düşmanı küçük
görüp de gaflete düşme. Nice harplarda galibiyet görülmüşken, bu yüzden mağlûp
ve münhezim olmuştur.
10. Düşman askeri
mağlûp olup da firara yüz tutunca, durum zarûrî değilse, tâkip etme. zirâ
düşman yeniden muharebeye girişirse, netice hiç belli olmaz. Her hâl ü kârda
çeşitli tedbirlerle hasmı düşmanlığından vazgeçirmeye ve harp meydanından
uzaklaştırmaya çalış. Eğer harp mecbûriyeti hâsıl olursa, bütün gayretini
kullan. Mukavemet mümkün olmazsa, ihtiyatlı hareket et. Akıllı ve becerikli
casuslar kullan. Sınırlarda setler inşa et. kalelerini tahkim et.
istihkâmlarını kavî yap. Mal ve zahîreyi çoğalt. Askere ehemmiyet ver ve
çeşitli hile yolları ara. Bütün gayretinle çalış. Düşman sulh isterse, aslâ
inat etme. Çünkü sulhta salâh vardır.”
İskender, bu
hikmetli sözleri ömür boyu kendisine rehber edip dünyanın dörtte birini
fethetmiştir.
***
Kumandanın cesur
olması şarttır.
Cesur olmayan
kumandan fırsatları kaçırır, askere zaaf verir. aşırı cesaret sahibi olmak da
makbul değildir. Vakti gelmeden askeri ateş sahasına sokar ve iyi netice
alamaz.
Hz. Ömer R.A., aşırı
derecede cesârete sahip olan Berâ b. Mâlik hakkında: “Onu bir birliğin başına
getirmeyin, zira askeri büyük tehlikeye atması muhtemel,” demiştir.
***
Büyükler ittifakla:
Kumandanda şu on güzel huylar bulunmalı demişler:
1. Horoz
gibi cesur,
2. Tavuk
gibi şefkatli,
3. Aslan
gibi yürekli,
4. Kurt
gibi saldırgan,
5. Domuz
gibi hücum eden,
6. Yaralandığında
köpek gibi sabırlı,
7. Turna
gibi hassas, araştıran,
8. Tilki
gibi hilekâr. Karga gibi tedbirli,
9. Porsuk
gibi tahammüllü olmalıdır.
***
Acem âlimleri: “Bin
aslana bir tilkiyi baş etmekten, bin tilkiye bir aslanı baş etmek evlâdır”
demişler.
FEDÂKÂRLIK
Târihi şanlı
sayfalarla süsleyen Müslüman yiğitlerin fedâkârlığı sayamakla bitmiz. Bunlardan
bir nebze bahsedeli:
İslâm ordusu kanije
kalesini kuşatmış, Atılan gülleler kalede bir gedik açmıştı. Kefere, gediği
kapatmak için esir bir Müslüman neferi gönderdi. Lâkin gönlünü iman nuru
bürüyen olan Mehmetçik, gediğe doğru giderken, her nasılsa kapısı açık kalan
barut deposunu görmüş, eline geçirdiği bir fitille orayı havaya uçurmuş ve
üçbinin üstünde düşman askerini helâk edip iştiyakla beklediği şehitlik mertebesine
nâil olmuştur. Kahramanlık örneği...
Kefere, daha sonra
bu kaleyi teslim edecek... Ancak kale teslim edilinceye kadar Peçevili koca
Sinan Çavuşun rehin verilmesini isterler. İslâm kumandanı, düşmanın sözünden
dönüp Sinan çavuşa ihânet etme ihtimalinden dolayı razı olmaz. Lâkin serhat
gazilerinden Koca Sinan Çavuş bu hâli işitir; Serdar’ın huzuruna varıp eteğini
çekerek:
–“Paşa, paşa!...
Yarın huzûr-i ilâhîde seni şikâyet ederim. Sana bir kaleyi veriyorlar da, bir
ayağı çukurda olan ihtiyarı mı esirgiyorsun? Allah’tan kork, Resûlünden haya
et!” der.
Bu manzara, Serdar
ve maiyetin-dekilerin gözyaşlarına sebep olur. Kumandan:
–“Hakkın var baba:
Gerekirse ben de rehin giderim. Haydi git, Allah yardımcın olsun” der.
***
Arap ediplerinden Câhız: Cimrilik ve korkaklık
iki tabiattır ki, Allahü Teâlâ’ya sû-i zandan ileri gelir” demiştir.
***
İSTİŞÂRE –
DANIŞMA
Kumandan,
muharebeden evvel ve her zor durumda akıllı insanlarla istişâre edip, alınan
karara da kibretmeden uymalıdır. Cenâb-ı Hak Kitab-ı Kerîminde :
–“(Ey Resûlüm!
Hakkında vahiy nâzil olmayan) işlerde (ashâbınla) istişâre et” buyurmuştur.
H.Ş.: “İstişâre ile
olan işler emniyetlidir”
H.Ş.: “Meşveret eden
cemâat, zarar görüp helâk olmadı.”
İstişârede büyük,
küçük farksızdır. Bazen küçüklerden öyle sözler gelir ki, büyüklerde az
bulunur.
Muharebede istişâre
edilen kişi, şu sıfatlara sâhip olmalı:
1. Umûmî
ahvali ((dünyanın ve devletlerin gidişâtını) iyi bilmeli.
2. Harp
usullerinden anlamak.
3. Görüşleri
sağlam ve kararlı.
4. Mümkünse
harp görmüşlerden
5. Cesur
ve kahraman olmalı.
6. Kendini
beğenen kibirlilerden olmamalı.
7. Harbin
mihnet ve meşakkatlerinden ürkmeyen kişilerden olmalı...
***
Gâzî Beyzâvî,
istişârenin faydalarını sıralamış:
1. İstişârede
fazilet, bereket ve hayır vardır.
2. Müslümanların
gönüllerini hoşnut eder.
3. Muharebede
ancak birlik hâlinde muvaffak olur.
***
Âlimler: “Akıldan
kıymetli mal, cehâletten beter fakirlik ve meşveretten iyi yardımcı olmaz”
demişler.
***
Hz. Ali R.A.:
“Meşveretsiz kimsenin zararı, denizde bulunanın tehlikesinden fazladır” buyurdu.
***
Büyüklerden:
Rey, kahramanların
şecâatinden evvel;tedbir, vukûâttan evvel; müşâvere de, vuruşmadan evvel
lâzımdır.
***
FİRAR
(Kaçmak)
Kur'an-ı Kerîm’de: “Kim (düşmanla karşılaşınca,) onlara arka çeviri(p kaça)rsa, muhakkak ki o, Allah’ın gazabını hak
etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir...” (Enfal, 16) buyuruluyor.
A.C.: “Ey müminler! (muharebe meydanında) bir toplulukla karşılaştığınızda sebât edin
ve Allah’ı anın ki, kurtuluşa eresiniz.” (Enfal, 45)
A.C.: “Allah ve Resûlüne itâat edin, birbirinizle
çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin.
çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal,
26)
***
İKİ MİSLİ
DÜŞMAN ASKERİNE KARŞI
Sayıca bir misli
fazla olan düşmandan firar etmek, küfürdür, isyandır. İslâm’ın bidâyetinde
Cenâb-ı Hak İslâm askerine, on misli düşmana karşı sabır ve sebâtla emir buyurmuştur.
A.C.: “(Ey İslâm
mücahitleri!) Sizden sabır ve sebât sahibi
yirmi kişi bulunursa, ikiyüz (kâfir)e
galip gelir.” (Enfal, 65)
İslâmiyet genişleyip
Müslümanlar çoğalınca, Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerîmeyi göndermiş, üzerlerindeki
mes’üliyeti azaltmıştır.
A.C.: “ Şimdi
Allahü Teâlâ yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. Bu itibarla
sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, ikiyüz (düşman askerin)e galip gelir. Sizden bin kişi olursa,
Allah’ın izniyle ikibin (düşman askerin)e galip gelir.” (Enfal,
66)
Âyet-i kerimelerin
tefsirinde: “Düşmana karşı koymak için İslâm ordusunun elinde her türlü silâh
ve âlet bulunması şarttır. Silâhsız asker, silâhlı düşmana karşı koyamaz. O zaman
firar zarûri olur. karşı koymak ancak, düşmanın sahip olduğu silâhlara sahip
olmakla mümkündür.”
Hatta tâkat
getirilemeyecek düşman karşısında geri çekilmek, peygamberlerin sünnetindendir.
Silâhsız asker,
düşman karşısında o anın icabına göre hareket eder.
Hadîs-i şerifte
gelmiştir:
“Sahâbenin hayırlısı dört kişidir.
(Cıhâr-ı Yâr-ı Güzîn) Askerî birliğin
hayırlısı döryüzdür. Techîzâtı tam ve birlik hâlinde bulunan onikibin
askerin de mağlûbiyeti azlıklarından
değildir.”
Kumandan ehliyetli
olması şarttır.
Meşhur bahâdır Fazıl
Ahmet Paşa:
İslâm ordusu mağlûp
olmaz. Lâkin başında kumandan ister, haydut başı istemez.” Demiştir.
Kanije kalesi İslâm
ordusu... Burası döryüzbin düşman askeri tarafından sarılmış... İçerde dokuzbin
asker var... Kumandan, Tiryaki Hasan Paşa... Düşman ordusu kurmayları
toplanmış, nasıl hareket edilmesi lâzım geldiğini görüşüyor. Kumanda heyetinden
Zerrinoğlu isimli kişinin sözleri:
–Türk ordusu
üzerimize gelecek olursa, perişan oluruz. Çünkü Türkler, iş kılıca dayanmadan
kavgadan yüz çevirmezler. İş kılıca gelince de bizim aciz duruma düşeceğimiz âşikâr...
İslâm’da bir erin oniki kişiye bedel olduğu inancı var; on iki askerimi bir
Müslüman elinden kurtarmaya imkân bulamam. En mühimi de kale kumandanı Tiryaki
Hasan Paşadır. Sihirbaz tilki, yirmi beş seneden beri serhat halkına kan
kusturdu. İyi hallerine güvendiğimiz ruhbanlarımıza cinler çağırttık, yine de hilesine
karşı duracak bir tedbir bulamadık. Hasan Paşa adama kale teslim etmez...!
***
MÜCÂHİTLER
H.Ş.: “Müminler
sağlam binalar gibi içten ve dıştan birbirine bağlı ve yardımcıdır. Her hal ve
kârda tek vücût halinde hareket ederler.”
Şir’at’ül-İslâm’da: “Allah
yolunda harp edenler namaz safı gibi saf tutar; imama uyan cemâat gibi âmirine
bağlanır, her emrini yerine getirirler” denilmiş.
Askerlikte en mühim
vazife, kumandan kim olursa olsun ona tam mânâsıyla uyup aslâ işine karışmamaktır.
(Cevde Paşa)
***
ŞEHİTLİK
ŞEREFİ
Bedir Muharebesi’nde
şehit olanlar için, hakîkatten habersiz kimseler ah vah edip “Dünya nîmetlerine
doymadan gitti” gibi sözleri üzerine âyet-i kerîme nazil olmuştur:
“Allah yolunda can verenler için “Ölüler”
demeyin! Bel ki onlar (bizim huzûr-i izzetimizde) diridirler. Lâkin siz anlamaz-sınız.”
(Bakara, 154)
H.Ş.: “Allah rızası
için, din ve devlet uğrunda, hudut boylarında ölenler, şehit rütbesine nâil
olurlar.”
H.Ş.: Allah yolunda
şehit olanların ilk damlayan kanı mukabilinde, bütün günahları af olunur.
İkinci ve üçüncü damlaların düşmesiyle cennet hurileriyle nikâhlanırlar.”
H.Ş.: Harp
meydanlarında hakaret gören şehit, soğuk su içmiş gibidir. Yaralansa, kanı yere
düşmeden evvel Allahü Teâlâ huriler gönderip cennet nîmetleriyle müjde verir.
yere düştüğünde “Allahü Teâlâ “Ey Temiz rûh! Bedeninden çık” diye itibar
buyurur ve cennet nîmetleriyle müjdeler.”
H.Ş.: “Allahü Teâlâ
şehitlerin âile ve çocukları için: «Ben Halîfeyim. Kim onları razı ederse, beni
razı eder. Kim onları incitirse, beni incitir» buyurur.”
Mücahitler, şehitler
ve âileleri Allah yanında en yüce itibar sahibi. Bunu bilmek yeter.
H.Ş.: “Şehitler
yerlerinden kalkıp mahşer yerine giderken, peygamberler dahî onlara itibar için
ayağa kalkarlar.”
H.Ş.: “Şehitler
süslü tahtlarda oturur ve her biri âile efradına ve akraba-i taallûkatından
nice kimselere şefâat ederler.”
Hz. Ömer R.A., Kâ’b
Hazretlerinden, “Adn cennetinde peygamberler, sıddîklar, şehitler ve âdil
imamlar bulunacak” hadîs-i şerifini işitince:
“Yâ Kâ’b!
Peygamberlik Resûlüllah’da son buldu. Onun her sözünü tasdik ettim. Lâkin âdil
bir imam olduğumu bilmiyorum. Bu sebeple şahâdet şerefine ermeyi diliyorum” buyurmuştur.
H.Ş.: “ Kabir
azabından kurtuluş olmadığı halde şehitler kabir azabı görmeyecekler.”
Dini ve devleti
korumak için silâh altında bulunup da cephede ve cephe gerisinde ölenler, hatta
kazâra kendi silâhıyla veya arkadaşının silâhıyla ölmüş olsalar dahî, şehitlik
rütbesine nâil olurlar.
Hendek
Muharebesin’de Resûlüllah Efendimiz Eshâb-ı Güzîn’den seçtiği iki müfrezeyi iki
ayrı tarafa göndermişti. Dönüşlerinde kaderin cilvesi, karanlıkta birbirleriyle
karşılaştılar ve düşman zannıyla vuruştular. Nice sonra seslerinden durumu
anlayıp vuruşmayı bıraktılar. Hâdise, Huzûr-i Risâlete arz edilence:
“Yaralarınız Allah yolunda açılan yaralardır ve ecir alırsınız. Ölüler de şehit
oldular” buyurmuştur.
H.Ş.: “Nefsim kudret
elinde olan Allahü Teâlâ’ya yemin ederim ki, din uğrunda harp edip öldürülmeyi,
sonra dirilip yine Allah yolunda öldürülmeyi, sonra yine dirilip Allah yolunda
öldürülmeyi arzu ederim.”
Peygamberlik
rütbesi, bütün rütbelerin âlâsı olduğu halde Efendimiz’in temennisi, şehitliğin
şanını beyan içindir.
İslâm ordusu Uhud
harbinden dönerken, Şehitlerin Serdarı Hz. Hamza R.A.’in kızı Fâtıma R.A. biraz
hurma ve sütle babasını karşılamaya çıkmıştı. Gelenler arasında yiğitler kafilesinin
öncüsünü göremeyince, Sıddîk-ı Ekber R.A.’den suâl etti. O da, arkadakiler sormasını söyledi. sonra Fahr-i
Cihan Efendimiz’e sordu:
–Pederim ne tarafta
yâ Resûlallah? Efendimiz:
–Yâ Fâtıma, bundan
sonra baban benim, buyurdular. Fâtıma çok üzüldü. Boynu bükük gözyaşı dökerken
Efendimiz ve Ashab’ı da gözyaşlarını tutamadılar. O esnada Hz. Hamza insan
şeklinde görünerek gaybî bir sesle:
–Yâ Resûlallah!
Yetim kızım Fâtım’yı iltifatınızdan mahrum etmeyin, diye niyazda bulundu. Bu
harika hale üzerine Efendimiz S.A.V.:
–Ey benim sevgili
amcam! Gam çekme, Fâtıma’yı ben himayem altına aldım, buyurdu. Gâipten bir ses
işitildi:
–Yâ Muhammed! madem
ki sen Hamza’nın kerimesini himayene almayı kabullendin, ben de senin ümmetini
rahmet deryama gark eyledim, buyurdu.
EMÎRE İTÂAT
Allah’ın Resûlü
Dîn-i Celîl-i İslâm’ın inkişâfı için etrafa asker gönderirken mutlaka başlarına
bir emir tâyin ederdi ve: “Emîre itâat, bana itâat; emîre isyan, bana isyandır
ve itâatin sevabı harp meydanında alınan
sevaba müsâvidir buyurmuştur.
Kumandanın zafer
kazanması, idâresi altındaki efradın tam itâatlerine bağlıdır.
Her ferdin kendi
üstüne itâati, birliği temin eder. Galibiyete sebeptir. İkilik çıkarmak da
hezimete hizmet etmek, dünya ve âhirette helâke düşmektir.
Hayber günü Hâtem’ül
Enbiyâ S.A.V. vaktin icabı, askerlere, harbi bırakmalarını ilân ettiler. Fakat,
bir cephenin kumandanı harbı bırakmayıp hücûma devam ederken öldürüldü.
Resûlüllah S.A.V.:
–Emir verildikten
önce mi, sonra mı öldürüldü? diye sordu. Emirden sonra öldürüldüğü bildirilmesi
üzerine:
–“Emîrin emrine itâat etmeyene cennet
haramdır” buyurdu. Kumandanın hatası gün gibi açık olmadıkça, mutlak itâat
lâzımdır.
***
Emîre itâatinterki
yüzünden hadsiz hudutsuz ziyanlar
meydana gelmiş, nice canlar ve emekler telef olmuştur.
Hicrî 1025 senesinde
meşhur Hâfız Paşa, Bağdat’ı Acemlerden kurtarmaya memur edilmişti. Paşa şehri
kuşattı, Acemleri şiddetli bir şekilde sıkıştırdı, vazifesini güzel yaptı. Şah
Abbas Bağdat’ı teslime razı olmuştu. Lâkin ordu içinde bazı sıkıntılar bahane
edilerek asker isyan etti. bir kısım birliklerin Musul’a doğru akın akın
gittiklerini gören Acemler teslim olmaktan vazgeçtiler ve harcanan bunca emek,
dökülen kanlar ve verilen canlar hebâ ve heder oldu.
***
Askere emîr olan
kişi, şüphesiz son derece uyanık olup, çevrisiyle istişâre etmeli; askerine
itibar edip, kendini sevdirmelidir.
Hz. Fârûk R.A.
Rumlarla savaşmak üzere Şam tarafına hareket etmişti. Bu haber Rumlara ulaşınca
İslâm ordusunu tahkik için Rum tarafından gelen câsuslar, Halîfe-i Âlî şân’ı
Tur-i Sînâ’da güneşin altında olduğu halde, İslâm ordusunun istirahatta
olduğunu görüp, durumu ordugâhlarına haber vermiş ve: “Bu gibi kumandanın
askeriyle muharebe etmek ve zafer kazanmak ihtimalden uzak olup, onlardan
gelecek telifi kabulden başka çare yoktur” demiştir.
***
Kumandan, maiyetiyle
görüşürken dâime cesûr bulunup, korkaklık alâmeti göstermez... Korkaklık,
yiğitlerin cesaretini kırar, harpte firara yol açar.
Düşman ordusu
dörtyüzbin askerle Kaneje kalesini sıkıştırdığı vakit, kale kumandanı Tiryaki
Hasın Paşa bütün kumandanlarını istişâre meclisine çağırıp “Erzakımız var, barutumuz
var, ihtiyaca yeter. Askerimiz az ise de elhamdülillâh az askerimizle bütün Avrupa’ya
karşı koymaktan çekinmeyiz. Fakat vazifemizdir, bir kere de serdara haber verelim.
Benim haber edecek adamım var, kanunumuz üzere yeniçerilerden de adam seçilsin.
Benim fikrim budur, siz bilirsiniz” sözleriyle kumandanlara cesaret verdiği
tarihte bildirilmiştir.
***
CİHAD ARZUSU
H.Ş.: “Allah yolunda
cihad ederken ayakları tozlanan kişiye cennet vacip olur” (Hz. Ebu Bekir R.A.)
H.Ş.: “Allah yolunda
gaza veya buna benzeyen hayırlı bir hizmet esnasında ayakları tozlanan insana
cehennem ateşi değmez.” (Hz. Hasan R.A.)
NÖBET BEKLEMEK
H.Ş.: “İki göze
cehennem ateşi dokunmaz: Biri, Allah kokusuyla ağlayan; diğeri düşman
karşısında nöbet tutup bekleyen gözdür.” (Tirmizî)
Nöbet tutan asker
son derece uyanık ve dikkatli olmalı, kendisi hayatını başkasına teslim edip uyuduğu
gibi, başkasının hayatını da öylece muhafaza etmeli...
H.Ş.: “Allah yolunda
nöbet tutup düşman gözleyerek mücahitleri bekleyen kimseye, her nefesine
karşılık bir kırat sevap verilir. (Bir kırat, Uhud dağı kadardır.)
Birisi:
–“Yâ Resûlallah! Bir
dağda mağaranın içinde ömrünün sonuna kadar ibâdetle meşgul olmak istiyorum”
dedi.
Resûlüllah S.A.V.:
–“ Sizden birinin
düşman karşısında az veya çok bulunması, âilesi ve çocukları içinde altmış sene
namaz kılmasından hayırlıdır” buyurdu.
H.Ş.: “Bir saat düşman
karşısında durmak, Hacer-i Esved yanında Kadir Gecesini ihyâ etmekten üstündür.”
(Ebu Hüreyre R.A.’den)
***
ZAFERE
VESÎLE OLAN SEBEPLER
Harp meydanında
galip veya mağlûp olmak ilâhî takdire tâbi bir iş ise de, zafer kazanmak için
zahirî sebeplere tam sarılmakla harbi kazanmak da çok görülmüştür. Harpte
galibiyet, asker ve silâhın çokluğuna ve bunları kullanan asker ve
kumandanların iyi yetişmesine ve çeşitli hilelerle harekâtı iyi idâre etmeye
bağlıdır. Düşman arasına fitne sokarak parçalamak da zafere sebeptir. Bununla
beraber, asker ve silâhın çokluğuna rağmen, hezimete uğrayıp, mağlup olmak da
vardır.
Allâme İbni Haldün
diyor ki:
–“Silâh ve askerin
çokluğu zafer kazanmaya müessir sebeplerdendir; bazı şahısların harplerde
kazanmış olduklarız ve insanlar arasında yaygın bulunan şöhretleri de halkın
kendileriyle muharebe etmekten çekinmelerine sebeptir.
Hakikaten bazı
kumandanların, harpte talihi iyi gitmesi ve zafer kazanmakla meşhur olmaları,
harp için, her ne tarafa hareket etseler az bir hücumla harbi kazanmalarına
sebep olmuştur.
Hz. Ömer, Hz. Ali,
Hâlid bin Velid, Ebu Ubeyde bin Cerrah Târık bin Ziyâd, Ukbe bin Nâfî, Musâ bin
Nusayr (R.A.) ve Endülüs emirlerinden pek çoğu ile Sultan Selim, Sultan Süleyman,
Sultan Murat, Tiryakı Hasan Paşa, Cezâyir’li Hayreddin Paşa ve Tarihleri şanlı
sayfalarla süsleyen diğer kahramanlar, bunlardandır.
Her halde galibiyet
ilâhi irade ve takdirde gizli olduğu, Cenâb-ı Hakk’ın bunu istediğine ihsan
edeceği, nusret ve galibiyetin emr-i semâvî ile hâsıl olduğu bilinmelidir.
İlâhî iradeyle, Efendimiz’in heybet ve celâli bir aylık mesâfede bulunan
düşmanların kalplerine tesir eder, onları tâkatsiz bırakır, hezimete uğratırdı.
Şu halde zafer ve
galebe, yalnız zâhirî sebeplere bağlanmaz. Zafer, gizli ve semâvî olup Rabb’in
irâdesiyledir.
***
DUÂ
Resûlüllah Efendimiz
bir yere asker gönderirken:
–“Kavga ve mücadele esnasında Allah’ın ismini
anarak kendinizi teminat altına alın ve Allahü Teâlâ’dan imdat dileyin”
buyurmuştur. (Habib bin Büreyde)
Server-i Âlem
Efendimiz:
–“Yâ Rabbî! Bizler
ve düşmanlarımız senin kullarınız. Bizlerin ve onların irade ve ihtiyarımız
senin kudret elindedir. Bizler hak dini muhafaza için muharebe ediyoruz. Onlar
batılı korumak için çalışıyorlar. İlâhî! Onları Hezimete uğrat, bizlere zafer
nasîp eyle” diye duada bulundular.
Hadîs-i şeriften
anlaşılılan, mücahitler gaza sırasında dua ve niyaza devamla emir olunmuşlardır.
Bedir Harbi’nde
düşmanın şiddet ve taarruzuna karşı, Allah’ın Resûlü:
–“İlâhî!
Şu bir avuç İslâm askeri yok olursa, yeryüzünde zat-ı ulûhiyetine ibâdet edecek
kimse kalmaz. Yâ Rabbî, Müslümanları muzaffer eyle” diye niyaz etti ve müminler
zafer buldu.
***
Allah’ın kılıcı Halid b. Velid R.A. Rum
Herakli’nin muazzam bir ordu ile İslâm milleti üzerine yürüdüğünde 40 bin
mücahitle Yermük’e varıp düşmana karşı tertip aldı. Kendisi de Enfal Sûresini
okumakla meşguldü. Ertesi gün müthiş bir muharebe başladı. Sekiz gün süren bu
muharebede sanki dünya ile âhiret arasında bir cadde açıldı. Müslümanların
mağlup olma alâmetlerini gören Hz. Halid R.A., Resûlüllah’ın sohbetiyle
şereflenen 1000 kadar Eshâb-ı Kiram’ı bir araya topladı. Bunların yüz kadarı
Bedir gazasında bulunmuştu. Hz. Halid R.A. onlara:
–“Ey Resûlüllah’ın
Ashâbı! Benim sizden isteğim, muharebe etmeniz değildir. Bedir’de muharebe etmek
şerefine erenleriniz var. cümleniz Cenâb-ı Hakk’a nusret ve fetih için dua ve niyaz ediniz. Bugün kâr ve zarar günüdür.
Umulur ki feryadımızı işiten Mevlâ, imdadımıza yetişir” dedi.
Düşmanla karşılaşınca, onlar bir tarafa
çekilip naz ve niyazla meşgul oldular. Çok geçmeden Müslümanlara zafer müyesser
oldu.
***
Eğri muharebesinde Sultan 3.
Ahmet, kendi kumandasındaki İslâm askerlerinde bozgun başlayınca, şeyhülislâm
Saadettin. Efendinin tavsiyesi üzerine, yanında bulundurduğu Hırka-i Saâdet’i
giyip secdeye varmış, dua ve niyazda bulunmuş ve hezimet durmuş, bozgun
düzelmiş, düşman bozulmuş, zafer müyesser olmuştur.
***
Sultanlardan biri bir âlime
sorar:
–Ehl-i imana Allah
‘ın yardımı neler sayesindedir?
Alim:
–Namaz ve tevekkül sayesindedir, der. sultan
da bu iki güzel hali âdet edinir.
Bu padişah bir gün
düşman kuvvetlerinin ülkesine saldırdığını haber alır. Zâhirî tedbirleri
tamamladıktan sonra, muharebeden evvel bir gece sabaha kadar secde, dua ve niyazla
meşgul olur. Kuman-danlardan biri:
–Yarın düşmanla muharebe var.
biraz istirahat etseniz, der.
Padişah:
–Bu gece ben vazifemi yapayım.
Yarın Allahü Teâlâ’nın murat ettiği olacak. Zafer verecek de O, mânî olacak da
O’dur, der.
Ertesi gün cenk Padişahın
zaferiyle biter.
***
İlâhî hikmet icabı bu âlemde hadiseler,
sebepleri sebep yapan bağlanmakla hasıl olur. her ne kadar Allahü Teâlâ
sebepsiz yaratmaya kadir ise de, hükm-ü ilâhî, sebeplere teşebbüsle hasıl olur.
İlâhî takdirin meydana gelmesi, bir çok sebeplere bağlı olup bunlardan biri de
duâdır.
Tokluk, yemekle; çocuk, ehline yakın olmakla;
buğday, tohumu toprağa ekmekle olduğu gibi, bazı haller de dua ile ihsan olunur.
Dua, sebeplerin en kuvvetlisidir. Duadan daha değerle ve faydalı bir şey
yoktur. Bu sebeple dinde kemâl sahibi olan Ashâb-ı Güzîn, duaya ve edeplerine
çok ehemmiyet vermişler.
Hz. Ömer R.A. muharebede duaya devam eder,
Allahü Teâlâ’dan yardım dilerdi ve:
–“Siz zafer
kazanmayı askerin çokluğuyla sanmayın. Zafer ancak elleri kaldırıp dergâh-ı
ulûhiyete açarak, Allahü Teâlâ’ya yalvarıp yardım dilemekle hasıl olur. ben
yardım edilip edilmeyeceğini düşünmeden duâ etmeye devam ederim. Eğer dua etmek
arzusu gönlüme gelirse, onu ilâhî ilham bilirim ve kabulünde şüphe etmem”
buyururdu.
Kur'an-ı Kerîm’de: “Bana duâ edin, duânızı kabul
edeyim.” (Mümin, 60) ve “Kullarım beni sana sorarlarsa, ben
onlara yakının, duâlarını kabul ederim” (Bakara, 186) buyurulmuştur.
Kul, zelil ve hakir olarak yalvarıp yakarmazsa,
Allahü Teâlâ ona gazap eder ve onu her musîbete uğratır.
A.C.: “(Resûlüm!) deki: Duânız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin, itibar etsin?” (Furkan, 77)
Duanın belâyı geri
çevirmesi, kaza-i ilâhîdendir. Dua, rahmet-i ilâhîyi çeker. Kalkanın, kılıç ve
oku geri çevirdiği gibi, dua da belâyı reddeder.
Cemel vakasında, Hz. Ali
R.A.’in askerlerine tavsiyesi:
–“Gözlerinizi yumun. Azı
dişlerinizi sıkın. Allahü Teâlâ’nın isminden başka bir şey söylemeyin. Çünkü
cenk ve kıtal zamanı çok konuşmak, korku ve gönül zayıflığına delalet eder.”
***
GURUR
Hazarda ve seferde
kuvvet ve kudretle gururlanmak son derece kötü neticeler verir.
Şiir:
Çok da
mağrur olma kim meyhane-i ikbâlde,
Biz hezârân mest-i mağrurun
humarın görmüşüz.
Mânâ: (Tâlih ve
devlet meyhanesinde pek de mağrur olma! Biz gururdan mest olan binlerce insanın
sersem olduğunu görmüşüz.)
Diğer hallerde olduğu gibi,
muharebede gururlanmak da fenâ neticeye sebep olur. “Hasmın karınca ise de
merdâne bil” demişler. Aklı olan
hasmına karşı gururlanmaz. Allahü Teâlâ’nın inâyetine güvenir, aczini bilir ve
tevekkül eder.
Şiir:
Kim ki mağrur olur kuvvetine fil gibi,
İntikamın zuafâ eyler ebâbil gibi.
Mânâ: (Fil gibi kuvvetine mağrur olandan, ebâbil kuşu gibi zayıflar
intikam alır!
***
Mekke’nin fethinden sonra asi
olan yalnız iki kabile kalmıştı. Bunlar etraftan taraftar bulup Müslümanlarla
harp için Huneyn’de toplandılar. Yapılan keşifte, düşmanın az ve zayıf olduğu
anlaşıldı. Ashâb’ın bir kısmı “Bugün askerimiz azlık sebebiyle mağlûp olmaz”
dediler. Bu söz, Resûlüllah S.A.V.’e ulaşınca, Efendimiz müteessir oldu. Allahü
Teâlâ bu ucup ve gurura razı olmadı ve Huneyn’de İslâm ordusu zor duruma düştü,
hezîmete uğradı.
Ayet-i Kerimede: “Yemin olsun ki Allahü
Teâlâ, birçok yerde (harp meydanlarında) ve Huneyn gününde size yardım etmişti. O zaman
sayıca çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat bu sizi hezimete uğramaktan
kurtaramamıştı da, yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonunda
geri dönmüştünüz” (Tevbe, 25) buyuruldu.
Bu harpte, düşman hücum için
pusudan kalkmıştı. İslâm ordusu arasında kargaşa olmuş, bir kısmı firar
etmişti. Resûlüllah S.A.V.:
–“Nereye gidiyorsunuz ey
insanlar! Ben peygamberim. Ben Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’ın oğluyum” diye
nidâ buyurdu, bizzat düşmana hücum ederek harp meydanında celâdet göstermiştir.
Resûlüllah S.A.V.’in emriyle
Hz. Abbas ve diğerleri firar edenleri çağırdılar. Hz. Abbas’ın sesini duyanlar
dönüp geldiler. Harp yeniden kızıştı; meleklerin de yardımıyla, Allah Resûlünün
ordusu mağlup iken galip geldiler.
Kur'an-ı Kerîm’de:
–“(O hezimetten) sonra Allahü Teâlâ Resûlü
ile müminler üzerine sükûnet (sebebi
olan rahmet)ini
indirdi ve sizin görmediğiniz askerler gönderdi de, kâfirlere azap etti (hezîmete uğrattı). İşte bu, kâfirlerin (dünyadaki) cezasıdır” (Tevbe, 26)
buyuruldu.
***
Endülüs hükümdarı Sultan
Yakup’a Kral Alfons’un mağrurâne yazmış olduğu bir mektup, cihanda emsâli az
görülen Erake muharebesine ve mağrur Kral’ın hezimetine sebep olmuştur.
Kral Alfons’un mektubu:
–“Sen, millet-i İslâmiyenin
emîri olduğun gibi, ben de millet-i mesîhiyenin emîriyim. Sizin içiniz, işiniz
bozulmuş!.. ben kahr ü galebe ile diyarınızı, evlâd ü iyâlinizi yağma ederim.
Sizden bir fert bizden on kişiyi öldürmek için Hak Teâlâ emir eyledi,
derdiniz... İşte şimdi bizden biri sizden on kişiyi katledecektir. İşittim,
bizim tarafa geçmek isterken vazgeçmişsin. Eğer benden özür dilersen kabul
ederim. Sana yakışan budur! Haracı da fazla veresin! Değilse bir hücum ile seni
harap ederim. Senin mülkünde hükmederim...vs.”
Mektuptaki hezeyanları
dinledikten sonra Sultan Yakup, mektubun bir parçasına:
–“Elbette biz sana şanlı
askerlerle geliriz ve askerle askerini karşılarız. Ve o zelil olan sizleri yine
tam bir zillete düşürüp Hak Teâlâ’nın inâyetiyle ülkemizden def ederiz” diye
yazıp elçiye verdi. 591 senesi Cemâziyelevvelin üçüncü günü, İspanyolların
Errekos dedikleri mahallin civarında, Alfons’un ittifakına aldığı iki krallık
askeriyle İslâm ordusu harp meydanında buluştu. Kılıçlar söyleşti. Dünya ile
âhiret arasında bir cadde açıldı. Neticede İslâm askeri galip geldi. Mağrur
Alfons 600 bin maktül vermek suretiyle mağlup ve maskara oldu. Kaçarak Erake
kalesine sığınan 20 bin şövalye de esir edildi. Sultan Yakup “Af, zaferin
zekâtıdır” hükmünce bir çoğunu bedelsiz olarak serbest bıraktı.
Gurur ve kibrin sonu böyle
hezimete sebep olmuştur.
* * *
ASKERÎ NUTUK – HARP HUTBESİ
Seferde ve diğer zamanlarda
askerin gayreti için yapılan konuşmaya “Askerî Nutuk” denir. İslâm âdeti üzere
yapılan bu konuşmalırın asker üzerinde büyük tesiri görülmüştür.
Düşmanla mücadele için her
tedbire baş vururken, kumandanın, askerin şevkini artıracak hutbeler okuması da
sünnet ve gayret icabıdır. Zirâ bu tedbir seferde ve diğer zamanda umûmi âhengi
temin eder.
Resûlüllah S.A.V.’in vefatı
üzerine Arap milleti arasında dinden dönme ve isyan hâdiseleri üzerine Hz. Ebu
Bekir R.A.’in tesirli hutbesi ve yerinde tedbiri cümleyi dize getirmiştir.
Hazret-i
Peygamber’in vefatı üzerine Sıddîk-ı
Ekber Hazretleri’nin irat ettiği nutuk da, bu cümledendir. Müslümanlar düştükleri
keder ve şaşkınlıktan bu hutbe ile sıyrılmışlardır.
Sıddîk-i Ekber R.A.’in mürtetlerle
muharebe için Şam’a ve Irak’a gönderdiği İslâm askerlerine ve kabilelerine irat
buyurduğu nutuklar herkesi fedâkarlığa sevk etmiş, şanlı zaferlere sebep olmuş,
İslâmiyet kuvvet kazanmıştır.
***
Hz. Fârûk’un ve Hz.
Murtazâ’nın bu hususta nice hutbeleri vardır. Hz. Ali R.A.’in hutbeleri bir
kitap dolduracak kadar çoktur. Bu hutbeler, “Nehc’ül Belâğa = Belâğat
Yolu” isimli eserde bir araya getirilmiştir.
Nutuk söylemek, tesirli söz
etmek gönüllere nüfuz edip, insanları harekete geçirdiğinden, İslâm’da bu
hususa ehemmiyet verilmiş, sünnete uymak suretiyle dört büyük halife ve diğer
İslâm emirleri ve melikleri de lüzumuna göre hutbe okumuşlardır.
Öyle ki, Haccac, maiyetinde yalnız yetmiş kişiyle Irak’a vali
olarak vardığında irad ettiği müthiş hutbenin tesiriyle, asileri dağıtmış,
isyanı bastırmış ve uzun zamandan beri Emevîleri taciz eden Iraklıları yola
getirmiş; kırk senedir Müslümanları taciz eden haricîleri susturmuştur.
İbnül-Es’as denilen haricînin
tutuşturduğu fesat ateşi, Haccac’ın (Deyril-cima cim) isimli mevkide söylemiş
olduğu hutbelerle sönmüştür.
İslâm’ın bidayetinden Abbasi
devletinin son bulmasına kadar halifeler, emirler, bayramlarda, merasimlerde ve
lüzum gördükçe umumi hallerin ıslahı ve millete mahsus işleri beyan ve
ehemmiyetini izah için hutbeler okurlardı.
Harp ilânından kavganın sonuna
kadar, muharebeye girmeden evvel veya harbe girmeye bir gün kala veya harbe
girileeceği gün düşman askerinin görülmesinden sonra söylenen hutbeler daha
müessir olur. Zira ehil bir hatibin sürûr ve yerine göre keder göstererek
gözyaşlarıyla söylediği nutuk, gönüllerde hamiyet ve gayret duygularını
harekete geçirir, düşmana karşı fedâkârâne hamle etmeğe sebep olur.
Hasılı, askeri muharebeye teşvik için ne icap ediyorsa o
istikamette vâ’d ve hitapta bulunmak çok
tesirlidir.
***
Sıddîk-ı
Ekber Hazretleri’nin, askeri cihada teşvik için söylediği nutuk:
“Ey insanlar!
Cenâb-ı Hak cihadı Müslümanlara farz kıldı. Bundan kazanılan ecir ve sevap
Allah katında pek büyüktür. şu halde niyetlerinizi hâlis edin. Rabb’inizin
farzını edâya, Peygamberinizin sünnetini ifaya gayret ediniz ki, ya şehitlik
şerefi, ya da gazilik rütbesine mazhar olasınız. Kim bu uğurda nefsini fedâ ve
terk-i hayat ederse, taraf-ı ilâhîden büyük mükâfata nâil olur.
***
Va’dolunan ilâhî nusreti duyurup geçmiş
zaferleri hatırlatarak söylenen nutuk (Ebu Ubeyde b. Cerrah
R.A.’den):
“Ey İslâm Cemâati! Allahü Teâlâ vadini ihsan edip, bir çok
memleketlerde size yardım etti. kadrinizi yücelttikten sonra imtihan için güzel
bir belâ ile ibtilâ eyledi. Bana haber verdiler, sizin de haberiniz olsun ki,
Herakli, kâfir beldelerden yardım istemiş. Şimdi toplanıp geldiler. Çok zahîre
ve silâh getirdiler. Muratları, İslâm nurunu söndürmektir. Muhtelif milletlerden
topladıkları askeri, karşınıza çıkardılar. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın inâyet ve yardımı
sizinle beraberdir. Hiçbir zaman batıl çok değildir, ilâhî nusrete mazhar olan
ehl-i hak da az değildir.
***
Gayret ve şecâati artırmak için, dünyanın fâni, âhiretin
dâim oluşu ve va’d-olunan nusreti beyan etmek:
Ey İnsanlar! Bugün Anadolu’ya
zafer sancağının girdiği gündür. Beraber bulunamayan kardeşleriniz size gıpta
ederler. Biliniz ki dünya geçici, âhiret dâimîdir. Peygamberimiz S.A.V. “Cennet
kılıçların gölgesi altındadır” buyurdu. kendi azlığınıza ve düşmanın çokluğuna bakmayınız.”
***
Beyt-i Mukaddes’e
iki konak mesafede bulunan Muta mevkiinde Şerahbil bin Amir Gani tarafından
Rasûlüllah S.A.V.’in bir elçisi şehit edilmişti. Bunun üzerine Rasûlüllah
S.A.V. düşman üzerine üçbin kadar sahâbe sevk etmişti. Şerahbil bin Amir Gani,
bunu işitince Rum Herakli’nden imdat diledi. Şam’a altı konak mesafede Mean
kalesine vardıklarında Rum Herakli’nin çok sayıda askerle İslâm ordusunu beklediği
öğrenildi. Bu durumu müzakere için, orada iki gece kalındı, düşmanın çokluğunu
Fahr-i Âlem Efendimiz’e bildirip yardım bekleme hususları konuşulurken Abdullah
bin Revâha bu karara karşı konuştu:
“Ey Müslümanlar! Şimdi nefsim
hoş görülmeyen şu hâlin aksini düşünerek bana diyor ki:
–Allah’a kavuşmak şevkiyle
evlerimizi ve beldemizi, evlât ve ayâlimizi terk edip şehitlik kastiyle bu
tarafa gelmiştik... Arzuladığımız şehitlik rütbesi taktir aynasında yüz göstermişken
canımızı muhafaza etmek sevdasıyla saâdete kavuşmaktan mahrum olmak, âşıklık
şânına lâyık değildir. Hususiyle bizim düşmanla muharebe ve mukatele etmekten
kastımız, dünya malı elde etmek değil; yalnız Dîn-i Mübîn’i takviyedir.
Şu halde bize lâzım olan,
düşman üzerine bir cepheden hücum ederek ya zafer şerefine mazhar olmak veya
şehitlik rütbesine nâil olup maksada kavuşmaktır” dedi.
Bu nutuk oradaki Müslümanları heyecanlandırmış, cümlesi baş ve can fedâ
etmeye ahdetmiş, düşman karşısına çıkıp lâyıkıyla muharebe eylemişlerdir.
***
Heyecanlı Bazı
Nutuklar:
“Ey İnsanlar!
Allahü Teâlâ’dan korkun. Bilin
ki, Allah’tan korkmak, size büyük yardımdır. Sizden evvel Şam’ı fetheden
Müslümanların gösterdiği kahramanlık ve fedâkârlığı siz de gösteriniz. Her kim
harpten dönerse, Allah’ın gazabına uğrar; varacağı yer de cehennemdir. Biliniz
ki Allahü Teâlâ cihadı size farz kılmıştır.
Allah yanında iki damla,
ziyâde sevimlidir: Biri, Allah yolunda dökülen kan; diğeri, Allah korkusuyla
akan göz yaşı... Bugün öyle bir gün ki, sayılara sığmayan ecir ve sevap vardır.
Ey İnsanlar! Allahü Teâlâ’dan
korkun ve bir çok memleketlerde olduğu gibi,burada da sebat ve metanet
gösterin. Ve Nebiyy-i Zîşânınız’ın şerefli sünnetini icrâ ediniz. Allah
sabredenlerle beraberdir, Hakk’a hizmet edenlerin ecrini ihsan eder...
İşte ben kardeşlerinizden bir
cemâatle gidiyorum, elinde put bulunan şu kavmin üzerine yürüyorum ve onları
hezimete uğratmadan dönecek değilim. Müminlere yardım etmek, üzerimize bir
haktır. Siz de haçın yere düştüğünü görünce hemen hamle ve hücum edin.
Ey seçkin yiğitler! Haçın
bulunduğu yeri gördünüz. Haydi hücum edin! hemen Allah’ın yardımı sizinledir!”
(Halid b. Velid R.A., Fütûhuş-Şam Tercümesi)
***
Ey İnsanlar! Sabır ve sebat
iki askerdir ki, onlara galip gelinmez. Bugün mühim bir gündür. Resûlüllah’ın
Ashâbını düşman eline bıraktıktan sonra şeref ve vakar yüzü görebilir misiniz?
Öyle ise, onları korumaya kararlı olun ve Allahü Teâlâ’dan korkun. Gidişiniz orayadır.
Şunu bilin ki, iyi işleri terk etmek, ancak habis nefislere lâyıktır. Mâlumdur
ki, dünya fâni; âhiret dâimdir. Her türlü nimet oradadır. Bilirsiniz ki, nice
ruhlar bu dünyadan âhiret evine göç ettiler. Elbette bir gün biz de göç
edeceğiz. Dünyanın ömrü gayet kısadır. Şu halde, ruhlar âlemine ulaşmaya gayret
edin. göç vakti yaklaştı. Seferiniz, meşakkat seferidir; hazırlığa ve birliğe
muhtaçtır...
Her ne ise sabredin. Allah
sabredenlerle beraberdir.” (Iyaz b. Ganem, Fütûhuş-Şam Tercümesi)
***
Uyarmak için nutuk:
Endülüs’te bulunan Talapatla Kralı Rodrik, makamına
güzel Tedmir’i bırakmıştı. Güzel Tedmir, meşhur İslâm kahramanlarından Tarık
Bin Ziyad’ın on iki bin askerle İspanya kıtasına hücum ettiğini haber alınca,
Kraldan yardım diledi. Hıristiyanlardan kırk bin kişilik büyük bir kuvvet hazırlanıp
yola çıktı. Tarık bin Ziyad bunu haber aldı ve sahildeki gemileri ateşe verip
şu nutku söyledi:
“Ey
Mücahitler! Mâlumunuz olsun ki, buradan hiçbir suretle firar etmek düşünülemez.
Zirâ, arkanızda deniz, önünüzde düşman var. Yerinizde sebat ve karar etmekten
başka çare yoktur. Düşmanlarınızın silâhı mükemmel ve zahîreleri çoktur ve
düşman dağlar gibi gelip çattı.sizler ise burada, ele bakan yetimler gibisiniz.
Rızkınızı kılıçlarınızla düşman elinden almaktan gayri çareniz yok... Eğer az
bir zaman meşakkate sabır ve tahammül ederseniz, uzun zaman sefaya nâil olur,
maksada ulaşırsınız. Biliniz ki, ziynetlerle süslü Yunan kızları Melik
saraylarında hesapsızdır. Emîrülmü’minîn Velid bin Abdül-Melik, İslâm
yiğitlerinden sizin gibi mücahitleri seçip, harpte ve darpta sebatınıza tam
itimatla bu yarımadanın fethine gönderdi. Yunan kızlarıyla sizin istifadenizi
ihtiyar etti. Ve Emîrülmü’-minîn’in bu
fetihten tek maksadı, İslâm’ın yücelmesidir. Buranın ganîmetleri size bağışlandı.
Şu da mâlumunuz olsun ki, sizi dâvet ettiğim bu işe önce atılacak olan benim!
İnşâallahü Teâlâ Lizrak’la karşılaştığımda, canla başla onu vurmaya
çalışacağım. Siz de benimle merdâne gayret ve hücum edin. Eğer Lizrak’ı helâk
ve mağlup edersem ne âlâ!... Eğer bu yolda helâk olursam sizler daha çok gayret
edip vuruşun ve onu öldürmeye çalışın! Zirâ bu cezire ahâlisinin çöküşü, onun
öldürülmesine bağlıdır. Ondan sonra işler kolay olur” dedi. Ve muharebeye başladı.
Güzel Tedmir’i kahreyledi.
***
Muharebe sırasında
tesiri artıran nutuk:
Endülüs
tarihinde bildirilmiştir: Bu mağlûbiyetten sonra, Arapların her an kuvvetlendiğini
gören Kral, İspanya yarımadasından 90000 kadar asker toplayıp, o sene Ramazan-ı
Şerifin ikinci günü, Tarık’ın üzerine yürüdü ve müthiş harp oldu. Sekiz gün
süren bu muharebede dünya ile âhiret arasında bir cadde açıldı. İslâm’ın mağlûp
olma emârelerini gören Tarık, atının dizginini çekip üzengiye yükselerek
cezbeli halde:
–“Ey
Mağrib Memleketlerinin Gazileri! Ve ey şecâat sahibi Müslümanlar! Nereye gidersiniz
ve gaflet içinde nereye kaçmak istersiniz? Görmüyor musunuz, önünüz düşman,
ardınız deniz!.. Size düşen, va’d olunan ilâhî yardıma güvenmek, yaratılıştaki
şecâatinizi harekete geçirmek ve er meydanında dayanmaktır. Süvarilerinizi
tâkip edin!” deyip atını düşman üzerine sürdü. Askeri de onu tâkip etti. Zafer
müyesser oldu. Kral’ın kesilen başı Halîfe’ye gönderildi. (Endülüs Tarihinden)
***
Kumandan tarafından
zâbitlere (subaylara) nutuk:
Sultan
Orhan zamanında, Şehzâde Süleyman Paşa, Avrupa kıtasına sokulup Gelibolu ve
diğer mevkileri zaptetmişti. Bizans İmparatoru; devletin Osmanlılar tarafından
mahvolacağını anlayınca Türkleri Avrupa’dan sürmek için Hıristiyan devletleriyle
birleşti. Macar, Sırp, Bulgar, Eflâk, Buğdan ve sâirlerden büyük bir ordu
hazırladılar. Orhan Gazi, bu haberi alınca askerlerin reislerini toplayıp gayet
canlı bir konuşma yaptı:
–“Ey
Mücahitler! Öyle ecnebî memleketlerde bizim gibi adetçe az olan mücahitlerin
kısa zamanda mazhar olduğumuz bunca fetih ve zafer şüphesiz, güzel niyetimizin
mükâfatı ve ilâhî inâyetin neticesidir. Şimdi üzerimize gelen asker gerçi adetçe
çok... Lâkin, bizi bu zamana kadar düşmanlarımıza galip getiren ilâhî yardımdan
ümitsiz değiliz. Mâlum olduğu gibi, maksadımız İslâm’ı yüceltmek ve Allah
yolunda şehit olup ebedî saâdete ulaşmaktır. Şâyet ben şehit olursam, sakın düşmandan
yüz çevirmeyin. Zirâ sizin de bildiğiniz gibi düşmandan yüz çevirmek büyük
günahtır.”
Hıristiyan
ordusu gelip çatmıştı. Osmanlı Ordusu, kendilerinden kat kat fazla olan Hıristiyan
ordusu karşısında hezimete yüz tutmuştu. Orhan Gazi’nin bu nutku kumandanlara
fevkalâde gayret vermiş, Allah’ın lütfüyle Osmanlı Ordusu zafer bulmuştur.
Bu
zafer, Osmanlıların Avrupa kıtasına geçmek için başlangıç olmuştur.
***
Suphî Tarihi’nde
bildirilmiş:
150
senesinde Nemli tarafından muhasara edilen Benaluka Kalesi’nin imdadına giden
Osmanlı ordusu kumandanı, kendilerinden on misli fazla olan düşman ordusuna bir
buçuk saat mesafeye yaklaşıp, asker ve kumandanlara: “Ağalarım, babalarım,
yiğitlerim” diye ayrı ayrı iltifat ettikten sonra:
–“Ey
Gaziler! Bugün ben de sizinle beraber Cenâb-ı Hakk’ın âciz bir kuluyum. Bugün
Dîn-i İlâhî yoluna kurban olacak, velî nimetimiz İslâm padişahı efendimiz
uğruna canımızı, başımızı fedâ edeceğimiz gündür. Düşmana galebenin, harp
meydanında sabır ve şiddete tahammülle olduğu malûmdur. Şu yiğitlik meydanında,
Dîn-i Muhammedî yolunda nasıl bir hizmet, padişah uğruna nasıl bir şecâat
göstermek lâzım geldiğini ispat ediniz” demiş ve bu nutkun tesiriyle İslâm
askeri büyük şecâat göstermiş, zafer kazanmıştır.
***
Kanije Kalesi muhasara edilmişti. Düşman
askeri hücuma hazırlanırken Tiryakı Hasan Paşa, askeri toplayıp konuştu:
–“Ey
Gaziler! Düşman hareketlerinde hücum alâmeti görünüyor. Matyus’un, ordusuyla buraya
gelişine bakılırsa, serdarımız ya onların dediği gibi mağlûp olmuş veya benim
zannettiğim gibi sefer mevsimi geçtiğinden bu kaleyi sizin emânetinize
bırakarak geri dönmüştür. Hakikat hangisi ise, biz burada serdar için harp
etmiyoruz. Elhamdülillâh Müslüman’ız. Karşımıza gelen düşmanla cihat vazifemizi
yerine getirmek farzdır. Padişah askeriyiz. Velînimetimiz olan İslâm
halifesinin bir kalesi değil, bir avuç toprağı için canımızı fedâ ederek yediğimiz
ekmeği helâl ettirmek cümlemize vaciptir. Milletimiz, serhattın emniyetini
bizden bekliyor. İki millet arasında açılan meydan muharebesine karar bizim
gayretimize göre verilecektir.
Üç
aydan beri aç kaldık, yastık yerine kılıca yaslandık. Bu kadar ihvânımız
gözümüzün önünde şehit oldu. Gülleler içine yuvarlandık. Bu kadar himmet ve
gayretin sonu bugün görülecek.
Elhamdülillâh
hepimiz biliriz ki, düşman karşısında vefat edenlerimiz şehit olur; sağ kalanlarımız
dünya ve âhirette necat ve selâmet bulur. Ben Alman düşmanının hücumunu bilirim.
Bir defa yüz dönerse mağlûp olduğu gündür.yerlerinizde karar ve sebat ediniz.
İlk hücumda yılmayın. Ondan sonra Allah’ın inâyetiyle zafer bizimdir” diye
ağlayarak ak sakalları üzerine akan inci gibi gözyaşlarıyla gâzilerin
selâmetine hayır duâlarla son verdi.
Ertesi
gün düşman hücuma geçti. Dört defa siperlerden çıktılar ve her defasında def
edildiler. Yedi saat şiddetli hücumdan sonra düşman bozuldu. İslâm askeri
siperlerinden çıkıp az zaman içinde Hasan Paşa’nın huzuruna 18 000 bin kelle
getirdiler. Yaralılar buna kıyas edilsin.
Bu
güzel haller, ancak bu yüce millete mahsustur.
***
Başka misâl:
Müşir
Derviş Paşa, Karadağ’da, ordusuyla düşmana karşı ilerlerken, birkaç saat evvel
bir askerî bölüğün vermiş olduğu zâyiat üzerine şehit cesetleriyle dolmuş bir
araziden geçmek lâzım gelmişti; şehitleri öyle serilmiş vaziyette gören
askerlerde bir üzüntü ve keder meydana gelmişti. Müşir Derviş Paşa, derhal
atından indi ve bir şehidin göğsü üstüne çıkıp askerlere:
–“Ey
Gaziler! Şu üzerine çıktığım şehit bize ne diyor biliyor musunuz?:
–Biz
dünyada şehitlik rütbesini, âhirette cennet nimetini kazandık. Şimdi de sizin
gibi gazilerin düşmana ulaşması için, yattığımız şu bataklıkta vücudumuzu köprü
yaptık ki, buralardan kolayca geçmenize hizmet edelim de bir ecre daha
ulaşalım, diyor” diyerek askeri coşturdu ve o gün Karadağlılardan İslâm’ın intikamını
aldılar.
***
HARPTE
HİLE
Muharebeden
murat, harbi kazanmaktır, galip gelmek için bütün sebeplere sarılmak lâzım
gelir.
Hz.
Ali R.A.’den rivayet edilen “Harp hiledir” hadîs-i şerifine göre, muharebede düşmana
hile etmek hıyanet değil, harbin icabıdır.
Resûlüllah
Efendimiz gazâ için asker sevk edeceğinde gidecekleri taraftan başka bir taraf
imâ eder, hile (tedbir) muamelesinde bulunurdu.
Meşhur
Timurlenk, hile hususunda acayip şeyler yapar, bir yere asker sevk edecekse
bütün kumandanları toplar gidilecek taraftan
başka bir taraf söyler, askeri yola çıkarır, oğullarına etrafı tecessüs ettirir,
asker biraz yol alıp da casusların dönme ihtimali kalmayınca, hususi
kumandanlarına asıl sefer yapılacak yolda askerin sevkını emreder, ansızın düşmana
saldırır ve mağlûp ederdi.
Arap’ta
darb-ı meseldir: “Öyle harp hilesi var ki, bir milletin yardımından daha faydalıdır,”
derler.
Hile,
“güzel tedbir” demektir. Yoksa insanın aklına gelen tezvirât demek değil. Hile
kapısını mecburiyet açar. Yani hileye insan mecbur olunca baş vurur.
A.C.:
“Ey iman
edenler! (Düşmanın hilesine karşı) tedbirinizi alınız.” (Nisâ,
71)
Ayet-i
kerimede gecen “Hızr” tabirinin, muharebede düşmanın hilesine karşı tedbir
almak olduğunda âlimler ittifak etmişler.
Düşmanın
hücum edeceği anlaşılınca:
–Hasmın
sende akşam yemeği yemeden (erken davranıp) sen onda sabah kahvaltını et!
kabilinden düşman bir hileye baş vurmadan mukabil hileye mürâcaat edilir.
***
Bir Misal:
Kureyş
kâfirleri taraftarlarıyla birlikte Medine-i Münevvere’yi muhasaraya karar verdiklerinde,
Medine yakınında bulunan Benî Kurayza Yahudileri, Resûlüllah S.A.V. ile sulh
yapmış oldukları halde, ahitlerini bozup Kureyş’le birleşerek büyük belâ haline
gelmişti. Bu sırada henüz Müslüman olmuş ve İslâm’ını gizleyen Arap
dâhîlerinden Naim bin Mes’ud Eşceî R.A., Resûlüllah’ın izniyle Arap
kabilelerinin birleşmelerini bozmak için bir hile yaptı. Evvelâ Kureyş’in büyüklerine
varıp:
–“Ey
Kureyşliler! Benim size olan yakınlığımı ve Muhammedîlere olan düşmanlığımı
bilirsiniz. Size bir iyilik etmek isterim... Biliyorsunuz, Beni Kurayza,
Muhammedîlerle sulh yapmıştır. Sizden bazı kimseleri rehin makamında alıp
Muhammedîlere verecekler. Onlar da rehinlerinizi alıp öldürürler. Bu nasîhatimi
iyi saklayın...” dedi. Kureyşliler bu nasihati memnuniyetle kabul ettiler.
Sonra
Beni Kurayza’ya varıp sevgi tezahürü gösterdikten sonra:
–“Ey
Kavmim! Siz Muhammedîlere yakınsınız. Halbuki onlar sizin için tehlikelidir. En
iyisi Kureyş’ten rehin isteyin de, muharebe bitip Muhammedîler gittikten sonra
Kureyş sizi yalnız bırakıp gitmesin” dedi.
Bu
nasihat Beni Kurayza’nın hoşuna gitti ve kureyş’ten ittifak alâmeti olmak üzere
rehin istediler. Kureyşliler kendi aralarında durumu görüşürken, Naîm-i
Eşceî’nin dediklerine ve Beni Kurayza’nın Müslümanlarla ittifak etmiş olduğuna
inandılar. ve rehin vermediler. Beni
Kurayza da Kureyş’in rehin vermemesi hususundaki ısrarlarını görünce, “Naim’in
sözü doğruymuş” dediler. Böylece aralarına nifak girdi ve Müslümanlar tehlikeden
kurtuldu.
Başka Misâl:
760
tarihinde, Müslümanları Avrupa’dan tamamen çıkarıp atmak için, Sırp, Macar ve
sair milletlerden toplanan yüz binin üzerinde bir kuvvetin, sayıları onbin kadar
olan İslam askeri üzerine geldiklerini haber alan Başkumandan Şahin Paşa, en
kıdemli ve tecrübeli kumandan olan Hacı İl Bey’i az bir askerle keşif için
ileri gönderdi. Düşman ordusu ise, adedi az olan mücahitleri küçümseyerek galip
gelecekleri inanç ve gururu içinde silahlarını bırakıp Meriç nehri kenarına
yayılmıştı. Gazi Hacı İl Bey, bunu fırsat bilip maiyetindeki askerleri dört
kısma ayırdı, güzelce tertip etti. Gece yarısından sonra düşman üzerine dört
koldan hep birlikte Allah Allah nidalarıyla saldırıp, düşman ordusunu serseme çevirmiş,
sonra çekilmişti. Şaşkına dönen düşman, sabaha kadar birbirlerini kırıp, kılıçtan
geçirdi.
O
mahal, halen Sırpsındığı adıyla anılmaktadır.
***
Ebu
Ubeyde bin Cerrah R.A., Bâyezid-i Bestâmî Hazretlerinin kabri bulunduğu Rastan
mevkiindeki kaleyi fethe çıktığında, bir türlü fethedemez ve hileye baş vurmak icap
eder. Ebu Ubeyde Hz., kale kumandanına, İslâm ordusunun başka yere sefer
edeceğini, ordunun ağırlıklarını taşımak
istemediklerinden bunların kale içinde muhafazası kabul edildiği taktirde
muhasarayı kaldıracaklarını söyler. Muhasaradan bezen kumandan teklifi memnuniyetle
kabul eder.
Yirmi
sandık içine seçkin mücahitlerden yirmi yiğit konup kaleye gönderilir. Kale
dışındaki İslâm askerlerinden bir kısmı Halid bin Velid Hz.’nin komutasında
pusuya yatar; diğer bütün askerler çekilip gider.
Kaledeki
halk sevinçle kiliseye dolup âyin yaparlarken yirmi bahadır, sandıklardan çıkıp
önlerine geleni tehdit ederek kumandanın evine gidip kale kapısını açtırdılar.
Bu anı bekleyen Hz. Halid ve askerleri kaleye girip şehri teslim alırlar.
***
Başka misâl:
Mekke
İslâm ordusu tarafından muhasa-ra edildiğinde, askerin, çok görünmesi için
Rasûlüllah S.A.V. tarafından gece her askerin bir ateş yakması emredilmiş ve bu
hile ile Mekke’nin fethi müyesser olmuştur.
***
Başka misâl:
Birinci
Murat Han, Edirne’yi muhasara edip de netice alınamayınca bir hileye baş vurur:
Meşhur
büyüklerden Hacı İl Bey, güyâ Sultandan
gördüğü haksız muamele üzerine kaçarak Rumlara ilticâ eder ve peşi sıra
birer ikişer bu şekilde ilticâ edenleri de kabul ettirir. Nihayet kale içinde
toplanan yiğitler birleşip, Rumların kendilerine olan itimatlarından istifade
ile kale kapısını açıp, İslâm ordusunun zaferini temin ederler.
****
Başka misâl:
Hicretin
dokuzuncu senesi, Serdar-ı Ekrem Halid bin Velid R.A., Herakliyüs’ün Şam’ı
muhasara için gönderdiği elli bin askerle yaptığı muharebede, evvelâ askerin
şecâatini tahrik için bir nutuk irat etmiş; bu nutukta, sebat edip şehit
olanların âhirette görecekleri nimetlere, firar edenlerin de dünya ve âhirette
helâke ve zillete düşecekleri hakkında tesirli sözler söylemişti. Bu nutuk
İslâm kadınlarının da cihada iştiraklerine sebep oldu, hepsi harp meydanına
gelip erkeklerin arkasında saf tutular, kaçan olursa, onları katletmeye karar
verdiler. Bu suretle İslâm askeri firar etmek şöyle dursun, eşsiz şecâat
göstermiş ve zafer kazanılmıştır.
***
ASKERÎ
MÛSİKÎ
Geçmiş
sultanların âdetindendir. Müca-hitler harp meydanında saf tuttuğunda veya daha
evvel onlara güzel sesli şâirlerle heyecan verirlerdi.
Muteber
kitaplarda bildirildiği üzere tegannî ve lahn mutlak haram olmayıp zaman,
mekân, niyet, şahıslar, âletler ve mûsikî ile söylenmesinde değişik hükümleri
olan bir meseledir.
Maksat;
muharebeye mahsus mûsikîdir; muharebe sırasında ruhları canlandırmaktır.
***
SANCAK
Muharebede
sancağın kalplere tesiri malumdur.
Hz.
Fahr-i Âlem S.A.V. Efendimiz bu hususa ehemmiyet verirler, ne tarafa asker sevk
etse sancak bulundurmayı emrederdi.
Şam’dan
gelen Kureyş kavmini vurmak için gönderilen otuz nefere verilen ve bizzat
Resûlüllah S.A.V. tarafından yapılmış olan beyaz sancak, İslâm’daki ilk
sancaktır. Dört büyük halîfe zamanında da bu hususa riâyet edilmiştir.
Sancağa
tâzim vacip olup, hazarda ve seferde muhafazası mühim işlerdendir. Çünkü
sancağın namusu, askerin namusudur. Muharebe esnasında onun düşman eline geçmesi,
ordunun şeref ve haysiyetini kırar. Bu durum, orduda maneviyatın perişanlığına
delildir. Muharebede düşmana sancağı kaptırmaktansa, o uğurda can vermek kat
kat şerefli. Sancak teslim edilmez.halin icabına göre ya yakılır, ya da yok
edilir.
Sancak
uğrunda o kadar büyük fedâkârlıklar yapılmış ki, tafsiline bu kitabın hacmi
kâfi gelmez. Misâl:
Bağdat
Kalesi, Vezir Murtazâ Paşa tarafından muhasara edilmişti. Bir içoğlanı, sancağı
kapıp kale duvarına tırmanmış, bârû kenarına sancağı dikmiş ve orada şehit
olmuştu. Sancağın muhafazasız kaldığını gören bir diğer asker, düşman eline
düşmesin diye onu eline aldı. Fakat o da şehit oldu. Bir başkası da bu şekilde
şehitlik şerbetini içti...
Vezir
Murtaza Paşa, bizzat varıp hançerini duvara sapladı, ona basarak çıkıp kenar
bârûya sancağı dikti; ancak göğsünden vurulup şehit oldu.
Tarih
kitapları, sancak uğruna yapılan fedâkârlıklarla doludur.
***
KILIÇ
VE KALEM
Devletlerin
işi bu iki mühim kuvvetle yürür. Düşman taarruzundan ise, kalemden ziyade
silâha ihtiyaç görülür. Bu itibarla silâhın ehemmiyeti, kalemden üstündür.
Batı’da,
medeniyet örtüsü altında yürütülen tahakküm ve istîlâ hareketleri, devletleri birbirlerine karşı
silâhlanmağa mecbur etmiştir.
Devletler
arası anlaşma ve şartlara rağmen, kuvvetçe üstün olan, çeşitli bahanelerle
anlaşmayı bozup istediği gibi hareket etmektedir. Hattâ, kuvvetçe üstün olan,
devletler arası mahkemenin hakimini etkileyip “Hüküm galibindir” kaidesince
davasını kazanmaktadır.
Hadîs-i
şerifte: “Hayır
kılıçtadır” ve “Hayırlı maksat, silâh sebebiyle hasıl olur”
buyurulmuştur.
Her
ne kadar kalemin kuvveti inkâr olunamazsa da, Kâinâtın Efendisi, kat’i olarak
maksada olaşmanın silâhla olduğunu beyan ve talim eylemiştir.
Birleşmiş
milletler ve devletler arası hukukun dahî kuvvet karşısında tesiri görülmüyor.
Diplomasî denilen şey, umumi hukukun muhafazasına kefil görülse de, “Hüküm gâlibindir”
kâidesi cihana ferman okuyor.
Şiir:
Bu mesel ile bulur
cümle devletler fevz ü felâh;
Hazır ol cenge eğer
istersen sulh u salâh.
H.Ş:
“Vatan
sevgisi imandandır.”
Aziz
vatan; huzur ve istirahat mahallidir. Onun düşman eline düşmesi, millet için
büyük belâ, zillet ve musîbettir. Çünkü düşman mukaddes vatana ayak bastı mı,
azizleri zelil; halk tabakasını da yerle bir eder. Nice gün görmemiş
nâzeninler, çeşitli hakaret ve zillete uğrayarak can verir. Her karış toprağı
şehit kanıyla yoğrulmuş yüce vatanımız, asîl ecdadımızın yâdigârı, bütün
nimetleriyle bize kucak açan, ana gibidir.
Vatanı
koruyamayanlar, namuslarını heder, geleceklerini ziyan ederler. Vatanı muhafaza
edemeyenler, kendilerini de evlat ve torunlarını da elleriyle düşman
işkencesine teslim ederler.
Vatan
müdâfaasını bilmeyenler, çekirge sürüsü gibi dağılmış, ocakları sönmüş, zillet
içinde can vermişlerdir. Endülüs Devleti mühim misâl:
Araplar
Endülüs’te 800 sene hüküm sürmüşlerdi. Sonra, birlik ve dirlikleri bozulup,
işleri nifak ve ihtilâf belâsıyla karışınca, vatanlarını koruyamadılar,
İslâm’ın haysiyetine uymayan bir anlaşma ile namus ve hürriyetlerini
Hıristiyanlara teslim edip, mahvoldular. Meliklerden bazıları mülkünü muhafaza
edemeyip düşmana terk ederek Fas’a iltica etti ve Fas Sultanı tarafından
gözlerine mil çektirildi. Böylece, vatanı muhafaza uğrunda gösterdikleri
ihmalin cezasını bu dünyada da görmüş oldular.
Endülüs
Sultanı Abdullahi’z-Zâil, kaldırımlarda:
–Merhamet
edin. Ben Endülüs Sultanı Abdullahi’z-Zâil’im. şimdi sadakaya muhtacım, diye
dilenir hale düşmüştür.
Sultanın
bu hakir hâli, halkın sefâlet ve perişanlığına delildir.
Kral
Ferdinand, Benî Ahmer Devletinin merkezi
olan Gırnata şehrini muhasara ettiğinde Endülüs Sultan Abdullah-is Sağır bir
meclis tertip etti. o mecliste Musa bin
Gazan’dan gayrisi boyun bükmüş oturuyorlar ve kendi selâmetlerini düşünüyorlardı.
Musa bin El-Gazan:
–Ey
Kraldan medet ummayı tedbir sanan gayretsizler! Selâmetinizi ve haram yollardan
biriktirdiğiniz mallarınızı bu şekilde koruyacağınızı zannediyorsanız, Ümmet-i
Muhammed’in helâkine razı oluyorsunuz. Ama Allah biliyor ki, bu yanlış
kararınızın akıbeti,pek vahimdir. Başka delile ne hâcet! Bugüne kadar Kralın
idaresinde kalan Müslümanların hali meydanda! Hıristiyanların bizler için
besledikleri kin ve düşmanlık, Gırnatayı aldıktan sonra sönecek mi? bir kere
birliğimizi bozup Gırnata’yı alsınlar, başımıza ne ateşler yağdırırlar, görürüz.
Üç milyon nüfusumuz varken İslâm devletini yok edip Hıristiyanlara kendi
elimizle kendimizi esir etmek şâyeste değildir. Bize vacip olan, son nefesimize
kadar ve milletimiz uğrunda çalışmaktır. Cenâb-ı Hakk’ın mazluma yardımı
ızdırap çekerken ulaşır. İşte ben bu yolda canımı fedâ etmeye hazırım. Namusla
ölmek, düşmana esir düşmekten bin kat iyidir, deyip sustu.
Sonunda
Kral’ın yalancı vaatleri karşısında şehri teslime karar verdiler ve anlaşmayı
imzaladılar. Bu imza üzerine memleket Müslümanların feryad ü figanıyla inlemeye
başlayınca, meclis yeniden toplandı. Mûsa El- Gazan meclise hitâben:
–Şimdi
gözyaşı değil, kan dökme zamanıdır. Şimdi vatan ve devlet uğrunda terk-i hayat
etmek, velinimetin son nefesinde başı ucunda bulunup ağlamaktan evlâdır. Eğer
siz düşmanın, ahdinde sebat edeceğini sanıyorsanız, aldanıyorsunuz. Onların,
bizim kanımıza nasıl susadıklarını bugüne kadar görmedik mi? İlerde
karşılaşacağımız eza ve cefalar yanında korktuğumuz ölüm pek hafif kalacak.
Bugün mal ve mülk derdiyle namus ve şereflerini terk eden korkaklar, yakında
onların gözleri önünde yağmalandığını; güya muhafaza ve hürmet edileceği söz
verilen mâbet ve mescitlere nasıl hakaret edildiğini; karıları, kızları, anaları
sefil düşman askerlerine şarap kadehleri
sunduklarını görecekler!.. Afrika’daki İslâm memleketlerinden yardım isteyelim.
Gücümüz yettiği kadar kendimizi müdafaaya gayret edelim. Ben bu zilletten
kendimi kurtarmanın yolunu biliyorum. Ama Ümmet-i Muhammed’e acıyorum, dediğinde
mecliste bulunanların hiç birinden müspet, menfi bir cevap çıkmadı.
Hulâsa;
kendisine uyan kimse çıkmayınca büyük bir hüzünle evine gitti, atına binip
şehrin civarından geçerken üzerine Hıristiyan askerleri hücum etti. büyük
celâdet ve kahramanlıkla bunlardan bir haylisini telef ettiyse de aldığı yaralar neticesinde şahâdet şerbetini
içti.
Nihayet,
şehrin tesliminde Hıristiyanlar hiçbir din ve mezhebe sığmayan fenalıklar yaptıktan
başka anlaşmadaki bütün maddeler unutulup ne kadar cami varsa hepsi kiliseye
çevrildi. Elhamra Sarayı’na put asıldı. Gün görmemiş yüzlerce kız, Avrupa
krallarına hediye edildi. Âlimler sokaklarda hakaret gördü. İnsanlar zulüm ve
taassup neticesi ateşde yakıldı. Evler ocaklar yerle bir edildi. Kıymetli
kitaplar yakıldı ve Arab’ın ilmî varlığı olan hüner ve irfanı yok edildi.
Şehir
Hıristiyan ordusuna teslim edildiği gün Abdullah’is- Sağîr, Gırnata’dan ayrılıp
(Arabın Âh Ettiği yer) nâmıyla anılan tepeden Gırnata’ya baktığında sarayında
haçı görüp de nedâmet gözyaşları dökerken, ona anasının sözleri:
–“Ağla
rezil ağla! Erkek gibi dövüşmeyene karılar gibi ağlamak düşer.
Nefsâni
arzular uğrunda bunca şan ve şöhreti ayaklar altına aldın. Bir kere de geleceği
düşünmedin. Ecdadın:
–Sana
teslim ettiğimiz İslâm kılıcını ne yaptın? Gırnata’yı, Elhamra Saray’ını kime
teslim ettin? Savlet ve heybetleriyle düşmanlarını daima perişan eden
bahadırları hangi düşmana karşı kullandın? Küheylan atlar ne oldu? diye
sorarlarsa, ne cevap vereceksin! Rûz-i Cezâda onların yüzlerine nasıl bakacaksın!
Yoksa:
–Bıraktığınız
kılıcı bana itâat etmeyen esirleri, arzuma uymayan cariyeleri kesmekte
kullandım. Gırnata ve Elhamrâ’nın yalnız bahçelerini sever ve eğlenirdim. Vatan
müdâfaasına hiç ehemmiyet vermezdim. Ordularınızı kendi nefsânî isteklerimi
tatmin için düşmanların elinde kurban ettim. Sizin gazada binip hücum ettiğiniz
atları cariye getirmekte kullandım, mı diyeceksin!..
Kaç
korkak kaç! Artık Arap Padişahının, vatanında hükmü kalmadı. Bundan sonra Afrika
çöllerinde haşarat gibi yaşayacaksın. Git, bundan sonra hayatını zillet ve
alçaklık içinde geçir! Şunu da unutma ki, yalnız bu rezaletle
kurtulamayacaksın. Öldükten sonra da toprağı kirleten parçaların:
–Endülüs
İslâm Devleti’ni, Gırnata’yı eliyle düşmana teslim eden alçak Abdullah’is-
Sağîr’in cesedi bu toprak altındadır, sözlerini işitecektir...”
***
MİLLETLER
ARASI HAKLAR
Hak
iddiâsıyla milletler arasında çıkan davaların halli silâha dayanır ve harp
meydanı hakimi de kuvvettir.
Sulh
zamanında geçerli hukuk kaideleri de var; burada harp hâlindeki bazı kaidelerden
bahsedeceğiz.
İslâm
askerine hiçbir surette zararlı olmayan kadın ve çocukları öldürmek veya ölümlerine
sebep olan harekette bulunmak şer’an yasaktır.
Peygamberimiz
S.A.V., bir muharebede, öldürülmüş kadın gördü:
–“Dikkat
edin! Bu öldürülmez” buyurdu.
Kezâ;
düşman ülkesinde oturan, fakat silâh kullanmayan kimselere de dokunmak yok;
düşmanla birlik halinde olmayan din adamları, körler, kötürümler ve sakatlar hakkında
güzel muamele lâzım gelir. Mal ve bedenle düşmanı destekleyenler hâriç...
Hiçbir surette yardımcı olmayan ihtiyarlara da merhametle muamele icap eder.
Müslümanlar, milletler hukukuna dâima uymuştur...
–Af,
zaferin zekâtı, diyerek ele geçirdikleri binlerce esiri de âzât etmişlerdir.
Endülüs’ün
son günlerinde İbrahim adında bir bahadır, düşmanı dağıttıktan sonra çayırlıkta
oynayan Hıristiyan çocuklarına “Haydi çocuklar! Annelerinizin yanına gidin.
Burada size bir zarar gelmesin” demişti; “Neden onları öldürmedin” sözüne:
–Sakal
ve bıyıkları olmadığından, diye cevap vermiştir.
Ne
garip ki; Hıristiyanlar Endülüs’ü teslim alınca, Kral Ferdinand, İbrahim’i
sarayına çağırtıp küstahça öldürtmüş; bu hareketi kendi halkı tarafından da
nefretle karşılanmıştır.
Hıristiyan
âleminde, Müslüman katliâmına dâir nice misâller var:
Endülüs’te
Muhammed En- Nâsır bin Yakup El- Mensur’un saltanatı zamanında, Kral Alfons,
Hıristiyan ordusuna:
–Her
kim bir Müslüman’ı esir alır da onu öldürmezse idam edilecek, talimatını verdi.
Bunun üzerine Endülüs’e saldıran Hıristiyan askerleri çoluk çocuk, kadın,
yaşlı, sakat demeden –Avrupa tarihçilerinin verdiği rakama göre– 300.000
Müslüman’ı katlettiler.
Çin
Hıristiyanları da bundan sadece bir asır evvel 200.000 Müslüman’ı aynı şekilde
katlettiler.
İslâm
orduları ise şer’an câiz olmadığından tarih boyunca hiç bir zaman böyle bir
vahşete bulaşmamış; mabetlere de dokunma-mıştır.
Misâl:
Kanûnî
Sultan Süleyman, Viyana muhasarası sırasında Sen Stefan kilisesine top atılmasını
men etmişti. Avusturyalılar da Osmanlı’ların milletler hukukuna gösterdikleri
bu riâyete karşılık kilisenin kubbesine bir ay- yıldız işlemişlerdir.
M.
1870 senesinde Almanlarla Fransız-lar
arasında çıkan mezhep kavgasında Almanlar o kadar ileri gitmişti ki, her tarafı
yakıp yıktılar, Avrupalı, o zaman Kanûnî’nin Viyana Muhasarasındaki o âlicenaplığını hatırlamak ve uzun uzun
bahsetmek zorunda kalmıştır.
***
MÜTÂREKE
(ANLAŞMA)
Düşman
tarafından mütareke için bir teklif gelirse, kumandan inat etmeden kabul
etmeli... Çünkü mütâreke, sulhun başlangıcı demektir. Usûlünce sözleşme yapmak,
fazla hırs göstermeden mütârekeyi kabul etmek lâzımdır. Aksine hareket doğru değildir.
–Hatanın büyüğü, sulh
isteyenle muharebe etmektir. (Keyhüsrev)
TEDBİR
İlim
sâhipleri: İnsanlar için doğum, gelişme ve ölüm çağları olduğu gibi, devletler
için de aynı usüller vardır, dediler.
Askerin
rahat, süs ve sefâhat gibi şeylere kapılması, umûmî çöküntüye sebeptir. Bundan
devlete zarar gelir. Ancak; hastaya uygun ilâç verildiği gibi, çöküntü görülen
devlet de tedbirle kurtulur.
İnsan
dört unsurdan (ateş, toprak, su, havadan) meydana geldiği gibi, İslâm’ın
birliği de dört unsurla ayakta durur:
1–
Alimler, hava,
2–
Askerler, ateş,
3–
Tüccar, su,
4–
Halk da toprak gibidir.
AZİM
VE GAYRET
Bir
şey elde etmek için ciddî gayret sarf ederken meşakkat ve yorgunluğa tahammül
etmekli... Böyle hareket edenler yüce hikmetlere mazhar olurlar. (Ahlak-ı
Ahmediye)
Hikmet:
Âl-i
Tâhir’den sordular:
–Devletlerin
çöküş sebebi nedir?
–İçkiye
düşkünlük; azim ve gayreti terk etmektir, dediler.
***
ÜMMÜ
İBRÂHÎM’İN ÎMÂN GÜCÜ
Düşman
Bosna’ya hücum etmiş, şehri müdâfaa için gâziler toplanmıştı. Büyük şeyhlerden
Abdülvahid namında bir zat da gazilere, cihad ve fazileti; mücahitlere ihsan
olunan hurilerden birini medh ve târif ederken aralarında bulunan Ümmü İbrahim
namındaki bir saliha hatun ayağa kalkıp:
–Yâ
Şeyh, oğlum İbrahim’e şehrin eşrafından pek çoğu kızını vermek istediği, benim
de hiç birini oğluma münasip görmediğim mâlûm olsun. Oğlumu sizinle birlikte
muharebeye göndereceğim ve bu medhettiğin huriyi oğluma alacağım. Allah’tan
oğlumun bu cenkte şehit olmasını ve o huriyi oğluma ihsan etmesini dilerim,
dedi ve evine gidip olanları oğluna anlattı. Oğlu İbrahim de büyük bir memnuniyetle
razı oldu. Kadın, oğlunun şahâdeti için duâlar ettikten sonra malından on bin
altın getirip:
–Yâ
Şeyh, bu paraları gazâ yolunda harcayınız ki, o hurinin mihri olsun, dedi.
evine döndü, sefer hazırlığı yaptı ve:
–Oğul!
Düşmanla karşılaştığında sakın gönlüne korku getirme. İnşallah seninle Hakk’ın
divanında buluşuruz, diyerek çeşitli nasihatlerden sonra gözlerinden öpdü,
uğurladı.
İbrahim,
o muharebede kahramanca dövüştü ve şehit düştü. Asker muharebeden dönüşünde
karşılayanlar arasında Ümmü İbrahim de vardı. Şeyhin önüne varıp:
–Yâ
Şeyh! Allahü Teâlâ, oğlumu kabul etti mi? diye sordu. Şeyh:
–Yâ
Ümmü İbrahim, Allahü Teâlâ duânı da oğlunu da kabul eyledi, deyince son derece
memnun olup:
–Yâ
Rabbî, senin inâyet ve ihsanına binlerce hamd ve şükürler olsun. Beni bâr-i
gâh-ı ulûhiyetinden mahrum döndürmedin ve oğlumu kurbanlığa kabul buyurdun, diyerek
şükür secdesi etti.
***
EBU
UKAYL R.A.
Sahâbe-i
Kiram ve geçmiş büyükler, yaralanmak ve şehit olmaktan aslâ çekinmez, hattâ
temennî ederlerdi.
Yemâme
Harbi’nde Ebu Ukayl Hz., daha muharebenin başında göğsüne ve bir koluna ok
isâbetiyle ağır yaralanpı vücudu zayıf düşmüş, çadıra gelip yatmıştı. Bir ara
muharebe şiddetlenmiş, askerlerde yılgınlık görülmüştü. Ashab’tan Muaz bin
Adiyy R.A. gazilere hitâben:
–Yâ
Ensar, gayret edin. Huneyn’deki gayreti gösterin, diye çağırdı.
Ebu
Ukayl Hz., bu sesi duyunca kılıç alıp çadırdan çıktı. Kendisine:
–Heey
sen yaralısın! Nereye gidersin, diyenlere:
–Muaz
Ensar’ı çağırıyor. Ben de onlardanım. Gitmem lâzım, diye cevap verdi. Düşman üzerine
vardı. Sağlam kolu da kesildi. Son deminde kendisine:
–Muharebe
ne halde? dediler.
–Düşman
bozuldu, dedi ve şahâdet getirip ruhunu teslim etti. (Desâis-i
Harbiye)
***
ABDULLAH BİN HANZALA
HAZRETLERİ
Medine
halkı Hz. Muâviye R.A.’ı hal edip (saltanattan alıp) Abdullah bin Zübeyr’e bîat
ettiklerinde Muaviye tarafından Müslim bin Ukbe adındaki fâcir kumandasında bir
ordu Medîne üzerine gönderilmiş, halk da bu orduya karşı koymuştu. Bir ara
askerde yılgınlık görülmesi üzerine, Abdullah bin Hanzala Hz., askere şevk
vermek için sekiz oğlunu da birbiri ardınca cepheye sürmüş ve hepsi şehit olmuşlardı.
Onların arkasından kendisi de kılıcını çekip; bir daha koymamak için kınını
kırmış “Bismillâhi Allahü Ekber” deyerek düşman üzerine hücum etmiş; bir çoğunu
kırıp kendisi de şehit olmuştur.
***
ENDER
İNSAN VE SÖZLERİ
Yıldırım
Beyazıt’ın Niğbolu zaferi sırasında Esir aldığı ehl-i sâlip kumandanları arasında
Fransız asili, Kralın akrabası kont; bir daha Osmanlı aleyhine kılıç çekmemeye
yemin etmiş ve Fransa tarafından verilen fidye karşılığında serbest
bırakılmıştı. Padişah-ı Âlişân, onu bırakırken askerlerin huzuruna çıkarmış ve:
–Verdiğin
sözü sana iâde ediyorum. Erkeksen git, dünyada ne kadar Hıristiyan varsa,
başına topla, öyle gel. Bu benim için güzel bir kahramanlık imtihanı olur.
Hiçbir şeyle, beni bundan daha fazla memnun edemezsin, demiş ve iltifatlar
ederek Kont’u serbest bırakmıştır...