İnsanoğlu, dünyada hürriyet içinde yaşayabilmek için, cemiyet hâlinde olmak, devlet kurmak ve bir devlet reisi bulundurmak gibi hususlara muhtaçtır. Cemiyette birlik ve huzurun devamı için de, dış ve iç düşmanlardan korunmak için zamana uygun, tâlimli ordular teşkil etmek lâzımdır.

İnsan, yaratılış itibarıyla, birbirlerinden menfaat temin etmek veya diğerlerinin zararlarından kurtulmak  düşüncesinden hâlî değildir. Bilhassa bugün hakim olan durum budur.

Harplerde muvaffakiyetin sırrı; ordunun, Allah ve Resûlüne hakkıyla inanmış; din, devlet, vatan ve millet uğruna can fedâ edecek cesâret iman ve celâdet sâhibi askerden teşekkül etmiş olmasıdır.

İmam-ı Rabbânî K.S., muhâripleri; kazâ ve duâ askeri diye ikiye ayırmış; harp edene onun asker, duâ askerine, onun yalvarmasına bağlamış; “Kaza askeri cesetse, duâ askeri ruhtur. Ruhsuz ceset muzaffer olamaz” buyurmuştur.

İnancı olmayan askerin mücâdelesi, mal ve memleket kaygısındandır ki, dâima dünyadan ayrılma endişesi içindedir. İmanlı asker ise, vâ’d-i ilâhî olan cennet ve ebedî saâdet için şevkle mücâdele eder.

Günde beş vakit “İyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîn: Ancak sana ibâdet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz” (Fâtiha; 5) diye, âlemlerin Rabb’inden yardım dileyen ve “İsteyin, vereyim” buyuran Allah’ın inâyetine güvenen müminlerle, yalnız kuru dünya sebeplerine güvenenler bir olur mu?

Hakka hizmet yolunda olan mücâhitler, kalemleriyle, kelâmlarıyla ve diğer vasıtalarla kükremeden zafer elde edilmez.

Yiğit kılıcı din gayretiyle parlamadan, mücâdelenin neticesi isteğe uygun olmaz.

Hakk’a teslim olup tevekkül eden asker, hazarda ve seferde arzularına ulaşmak için tam bir azim ve gayret içindedir. O, harp meydanında şimşek gibi parlayan iman nûruyla düşman üzerine yürür; din ve devlet uğruna şehit veya gâzi olmak arzusuyla çarpışır ve o uğurda ölmeyi ganîmet bilir.

Zirâ, din ve diyânet, metânet ve izzete; onun aksi ise zillete götürür. Bu sebeple imanlı ordular az kuvvetle çok düşmana galip gelmişler.

Yermük harbinde, adetleri iki yüz kırk bine ulaşan Rum ordusunu, sayıları kırk altı bini geçmeyen bir ordu mağlûb etmiştir ve Hz. Fârûk’un hilâfeti zamanında vâkî olan Kadisiye harbinde, az bir asker yüz binlik İran ordusunu nasıl hezîmete uğrattığını beyandan sonra, asırlar boyu Türk târihini süsleyen ve sayılara sığmayan Türk ve Osmanlı zaferleri, kokusu henüz gönüllerden silinmeyen Mehmetçiğin şanlı Kunûri savaşı ve dünkü Kıbrıs hârikası... Hepsi bu hakîkatin şânına şâhittir.

Arap emirlerinden meşhur Utbe b. Nâfî kumandasındaki İslâm ordusu, batıda Tunus ve diğer bazı memleketleri fethedip Atlas Okyanusu’na vardığında okyanusa atını sürüp gönül âleminde kaynayan din gayretiyle:

         “İlâhî! Eğer şu deniz mânî olmasaydı, İsm-i Celâl’ini daha ileri götürürdüm” diye kükremiştir.

Kıyâmet gününü andıran Arâke muharebesinden sonra koca Endülüs kıtası iki sene içinde istîlâ edildi. İslâm ordusunun bu kat’i zaferinden sonra Hıristiyan âlemi papazların huzurunda yemin ederek, İslâmiyet’i yok etmek için yanardağlar gibi ateş püskürmelerine rağmen Sûriye civarında yeniden hezîmete uğramış, helâk olmuştur.

Hülâsa: Bir kaç asır zarfında Avrupa, Asya ve Afrika’da nice beldelerin zapt edilmesiyle  İslâm padişahının cihan hükümdarı hâline gelmesi, iman nûruyla eşi bulunmayan şanlı yiğitler yetiştirmesinden gayri ne olabilir?..

SİLÂHIN EHEMMİYETİ

 

Kur’an-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde beyan buyurulduğu üzere zamana uygun silâh ve her çeşit harp levazımı ve onu kullanacak askerin yetiştirilmesi şarttır.

Mûcize olarak, en tesirli silâhın mutlak “Atmak” olduğu Resûlüllah S.A.V. tarafından beyan buyurulmuştur.

İmam-ı Rabbânî K.S. Mektûbât’ında: “Âhir zamanda en tesirli silâh; lisân, kalem ve kelâmdır.” Demiştir.

 

SİLÂH TÂLİMİ

H.Ş.: “Âdemoğluna Şu Üç Şeyden Gayri Bütün Oyunlar Haramdır:

1. Muharebe için tâlim etmek.

2. Hanımıyla lâtîfeleşmek.

3. Ok atmak, silâh atıcılık tâlimi yapmak.”

H.Ş.: “Ok atınız, ata bininiz. Lâkin ok atmanız, bana, ata binmenizden daha sevimlidir.

Her çeşit silâh ve vasıtayı kullanmak emredilmiştir.

SİLÂH TEDÂRİK VE MUHAFAZAS ETMEK

Tebük harbinden tam zaferle dönen İslâm askerleri çoğu “Artık bundan sonra savaş olmaz” diyerek silâhlarını elden çıkardılar veya imhâ ettiler. Bunu işiten Server-i Kâinât S.A.V. Efendimiz:

Îsâ zuhur edinceye kadar cihadı terk etmeyiniz” kezâ:

Deccal zuhur edinceye kadar ümmetimden, hak üzere cihada devam eden bir cemâat eksik olmayacaktır” buyurmuştur.

 

CİHADIN FARZ OLMASI

Müşriklerin, Müslümanlara yaptıkları akıl almaz zulüm ve işkenceler karşısında, hicretin ikinci senesi Resûlüllah S.A.V.’e cihad için izin verildi; Allahü Teâlâ’nın kitabında vâ’d buyurduğu yardım hükmü bildirildi.

Resûlüllah S.A.V. ile bazı sahâbelerin umre yapmalarına müşriklerin mâni olmaları üzerine, yapılan anlaşmada, Müslümanların gelecek sene hac etmesi için, müşriklerin Mekke-i Mükerreme’yi üç gün boşaltmaları hükme bağlanmıştı. Ancak onlar bu şarta uymadıklarından:

 “(Ey Muhammed ümmeti!) “Sizinle harp edenlerle, siz de Allah yolunda (Dîn-i Celîl-i İslâm uğrunda) harp edin. Sakın haddi aşmayın (onlar harbe başlamadan siz başlamayın). Zirâ Allah  haddi aşanları sevmez.” (Bakara, 190) âyet-i celîlesi

Diğer âyet-i celîlede “Sakın kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur'an-ı Kerîm ile) onlarla var gücünle cihad et!” (Furkan, 52) 

Yine âyet-i celîlelerde: “(Ey Resûlüm!) Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. Müminleri de (savaşa) teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin kuvvetini kırar (müminlere zarar vermesine mâni olur). Allah’ın kuvveti daha şiddetli ve azabı daha çetindir.” (Nisâ, 84) 

“(Ey müminler! Düşmanlarınız) size savaş açarlarsa, siz de onları katledin.” (Bakar, 191)  

Müşriklerle toplu olarak harp edin. Onların sizinle toplu olarak harp ettikleri gibi...” (Tevbe, 36)

“(Ey müminler!) Allah yolunda harp ediniz ve biliniz ki Allah (her şeyi) işiten ve bilendir. (Harbi kabul edenlerle, harbe muhalif olanların sözlerini işitir ve bilir.)” (Bakara, 244)   

Kâfirlerle mücâdele, Müslümanlara farz-ı kifâye; düşmana karşı çıkan askerlere farz-ı ayındır.

H.Ş.: “Müminler ne zaman dünyaya meyledip de din gayreti durursa, düşmanları galip, kendileri mağlûp olur.”

İman gayreti ve o günün imkânlarıyla küfre karşı mücâdele vermenin kerâmeti, kitaplara sığmaz. Bu işin idrâkinde olan, iki cihanda azizlerden olur...

 

CİHADIN ÜSTÜNLÜĞÜ

H.Ş.: “Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”

H.Ş.: “Din ve vatan müdâfaası uğrunda cihad etmeden veya bunu arzu etmeden ölen,nifaktan bir şûbe üzerine ölmüştür.”

H.Ş.: En üztün amel, Allah yolunda cihattır.”

H.Ş.: “Cihad kıyâmete kadar devam eder.” Yâni, tecâvüz eden düşmana karşı koyup şerrini def etmek kıyamet saatine kadar devam edecektir.

İmam-ı Rabbânî K.S.: “İslâm’ın zaafa düştüğü zamanda dinden bir kelime anlatmak, hazineler harcayarak yemek yedirmeden kat kat üstündür. Bu büyük cihada ihlâsla devam ederken ölen şehit, hayattakiler de gâzidir.” buyurdu.

Hz. Ali R.A.’den nakledilen bir hadîs-i şerifte:

“Bir millet hak için harbe niyetlenince, Cenâb-ı Hak onların cehennemden kurtulmalarına berat verir. sefere hazırlandıklarında meleklerine “Kullarım benim yolumda harbe hazırlanıyorlar.” Diye onlardan razı olduğunun beyan buyurur. Çoluk çocuğuna vedâ ederken, evlerinin duvarları dahi onlara hayır duâ eder. Yılan, derisinden nasıl çıkarsa, cümlesi günahlarından öyle çıkar.harp sırasında melekler onlara zafer için duâ ederler ve onların muhafazası için vazife alırlar. Arş’ın altında bir melek “Cennet , kılıçların gölgesi altındadır” diye nidâ eder” buyurulmuştur.

 

ŞECÂAT- KAHRAMANLIK

Şecâat: fazîletin özü ve temelidir.

Şecâat: sabır ve nefs kuvvetidir.

Şecâat; namusun kıymetini hayattan üstün tutmaktır.

Şecâat Hakkında Hadîs-i şerifler:

–“Allah şecî olanları sever, velev ki bir yılanın öldürülmesinde gösterilmiş olsa dahî...”

–“Şecâat, insanlara mahsus bir sıfattır ki,güzel ahlaktan olup, korkaklıkla aşırı gazaplı olma hâlinin ortasında bir haldir.” Ve: “İşlerin hayırlısı, orta hallisidir” hadîs-i şerifine uygundur.

Büyükler buyurmuşlar:

“Ölüme hazır olun ki, hayatı umduğunuzdan âlâ bulasınız.”

Eshâb-ı Kiramdan Halid bin Velid Hz.’ne Resûlüllah, “Allah’ın kılıcı”, bazen de “Resûlüllah’ın kılıcı” buyurmuştur. Şecâati, dillere destan... Asrımızda dahî ismi tâzimle anılan bir zât-ı âlîşân!...

Yermük harbinde elinde yedi kılıç kırılmış, yalnız bir yemen palası kalmıştı. Şanlı hayatı, Allah düşmanlarıyla harp etmekle geçen, yiğitler kafilesinin serdarı... Vefatı sırasında: “Vücûdumda ok ve kılıç değmeyen bir karış yer kalmadı yine de yatağımda vefat ediyorum. Ölümden korkanların gözleri uyumasın” buyurmuştur.

Arap meliklerinden birine,. Devlet erkânı:

–“Eğer harpte hezîmet vâkî olursa, zât-ı devletinizi nerede arayalım?” diye sordukla-rında:

–“Eğer firar edersem, bana mânî olmayan Allah’ın rahmetinden mahrum olsun. Eğer düşman galip gelirse, beni düşman atlarının ayakları altında arayın”... demiştir.

Büyükler buyurmuş: “Şecâat, gönül kuvvetidir. Kol kuvveti ona bağlıdır...”

Kıtalar zapteden İskender-i Zülkarneyn, sefere çıkarken bir hakîmden sordu:

–“Bu yolda dost ve düşmanla nasıl bir muâmele münâsiptir?”

Cevap:

–“Muharebeye mecbur olunca, on şarta uymalısın:

1. Harpten maksadın hayra hizmet, Hakk’ın rızasını kazanmak, zulüm ve fesadı def etmek olsun.

2. Fetih ve yardımı Allahü Teâlâ’dan bekle. Hayır ve sadakalarınla Allah’ın kullarını memnun et. Züht ve salâh sahiplerinin (âbitlerin, iyi insanların) duâlarını al.

3. Haramdan uzak ol. Düşmanın durumunu iyi anlamaya çalış...

4. Askerin, diliyle kalbi bir olsun. Kumandanından şikâyeti olmasın. Bu; zaferin temelidir.

5. Ordu mensuplarına güzel vaatlerde bulun, gönüllerini hoşnut eyle.

6. Harbi çıkaran, ilk başlayan sen olma.

7. Cesur, bahadır ve harp hilelerini bilen kimseleri başa geçir, kumandan yap.

8. Muharebede başarı gösterenleri, görmezlikten gelme. Onlara münâsip şekilde mükâfat ver. Bu hal, diğerlerine gayret verir.

9. Düşmanı küçük görüp de gaflete düşme. Nice harplarda galibiyet görülmüşken, bu yüzden mağlûp ve münhezim olmuştur.

10. Düşman askeri mağlûp olup da firara yüz tutunca, durum zarûrî değilse, tâkip etme. zirâ düşman yeniden muharebeye girişirse, netice hiç belli olmaz. Her hâl ü kârda çeşitli tedbirlerle hasmı düşmanlığından vazgeçirmeye ve harp meydanından uzaklaştırmaya çalış. Eğer harp mecbûriyeti hâsıl olursa, bütün gayretini kullan. Mukavemet mümkün olmazsa, ihtiyatlı hareket et. Akıllı ve becerikli casuslar kullan. Sınırlarda setler inşa et. kalelerini tahkim et. istihkâmlarını kavî yap. Mal ve zahîreyi çoğalt. Askere ehemmiyet ver ve çeşitli hile yolları ara. Bütün gayretinle çalış. Düşman sulh isterse, aslâ inat etme. Çünkü sulhta salâh vardır.”

İskender, bu hikmetli sözleri ömür boyu kendisine rehber edip dünyanın dörtte birini fethetmiştir.

***

Kumandanın cesur olması şarttır.

Cesur olmayan kumandan fırsatları kaçırır, askere zaaf verir. aşırı cesaret sahibi olmak da makbul değildir. Vakti gelmeden askeri ateş sahasına sokar ve iyi netice alamaz.

Hz. Ömer R.A., aşırı derecede cesârete sahip olan Berâ b. Mâlik hakkında: “Onu bir birliğin başına getirmeyin, zira askeri büyük tehlikeye atması muhtemel,” demiştir.

***

Büyükler ittifakla: Kumandanda şu on güzel huylar bulunmalı demişler:

1. Horoz gibi cesur,

2. Tavuk gibi şefkatli,

3. Aslan gibi yürekli,

4. Kurt gibi saldırgan,

5. Domuz gibi hücum eden,

6. Yaralandığında köpek gibi sabırlı,

7. Turna gibi hassas, araştıran,

8. Tilki gibi hilekâr. Karga gibi tedbirli,

9. Porsuk gibi tahammüllü olmalıdır.

***

Acem âlimleri: “Bin aslana bir tilkiyi baş etmekten, bin tilkiye bir aslanı baş etmek evlâdır” demişler.

 

 

FEDÂKÂRLIK

Târihi şanlı sayfalarla süsleyen Müslüman yiğitlerin fedâkârlığı sayamakla bitmiz. Bunlardan bir nebze bahsedeli:

İslâm ordusu kanije kalesini kuşatmış, Atılan gülleler kalede bir gedik açmıştı. Kefere, gediği kapatmak için esir bir Müslüman neferi gönderdi. Lâkin gönlünü iman nuru bürüyen olan Mehmetçik, gediğe doğru giderken, her nasılsa kapısı açık kalan barut deposunu görmüş, eline geçirdiği bir fitille orayı havaya uçurmuş ve üçbinin üstünde düşman askerini helâk edip iştiyakla beklediği şehitlik mertebesine nâil olmuştur. Kahramanlık örneği...

Kefere, daha sonra bu kaleyi teslim edecek... Ancak kale teslim edilinceye kadar Peçevili koca Sinan Çavuşun rehin verilmesini isterler. İslâm kumandanı, düşmanın sözünden dönüp Sinan çavuşa ihânet etme ihtimalinden dolayı razı olmaz. Lâkin serhat gazilerinden Koca Sinan Çavuş bu hâli işitir; Serdar’ın huzuruna varıp eteğini çekerek:

–“Paşa, paşa!... Yarın huzûr-i ilâhîde seni şikâyet ederim. Sana bir kaleyi veriyorlar da, bir ayağı çukurda olan ihtiyarı mı esirgiyorsun? Allah’tan kork, Resûlünden haya et!” der.

Bu manzara, Serdar ve maiyetin-dekilerin gözyaşlarına sebep olur. Kumandan:

–“Hakkın var baba: Gerekirse ben de rehin giderim. Haydi git, Allah yardımcın olsun” der.

***

 Arap ediplerinden Câhız: Cimrilik ve korkaklık iki tabiattır ki, Allahü Teâlâ’ya sû-i zandan ileri gelir” demiştir.

***

 

İSTİŞÂRE – DANIŞMA

Kumandan, muharebeden evvel ve her zor durumda akıllı insanlarla istişâre edip, alınan karara da kibretmeden uymalıdır. Cenâb-ı Hak Kitab-ı Kerîminde :

–“(Ey Resûlüm! Hakkında vahiy nâzil olmayan) işlerde (ashâbınla) istişâre et” buyurmuştur.

H.Ş.: “İstişâre ile olan işler emniyetlidir”

H.Ş.: “Meşveret eden cemâat, zarar görüp helâk olmadı.”

İstişârede büyük, küçük farksızdır. Bazen küçüklerden öyle sözler gelir ki, büyüklerde az bulunur.

Muharebede istişâre edilen kişi, şu sıfatlara sâhip olmalı:

1. Umûmî ahvali ((dünyanın ve devletlerin gidişâtını) iyi bilmeli.

2. Harp usullerinden anlamak.

3. Görüşleri sağlam ve kararlı.

4. Mümkünse harp görmüşlerden

5. Cesur ve kahraman olmalı.

6. Kendini beğenen kibirlilerden olmamalı.

7. Harbin mihnet ve meşakkatlerinden ürkmeyen kişilerden olmalı...

***

Gâzî Beyzâvî, istişârenin faydalarını sıralamış:

1. İstişârede fazilet, bereket ve hayır vardır.

2. Müslümanların gönüllerini hoşnut eder.

3. Muharebede ancak birlik hâlinde muvaffak olur.

***

Âlimler: “Akıldan kıymetli mal, cehâletten beter fakirlik ve meşveretten iyi yardımcı olmaz” demişler.

***

Hz. Ali R.A.: “Meşveretsiz kimsenin zararı, denizde bulunanın tehlikesinden fazladır” buyurdu.

***

Büyüklerden:

Rey, kahramanların şecâatinden evvel;tedbir, vukûâttan evvel; müşâvere de, vuruşmadan evvel lâzımdır.

***

FİRAR (Kaçmak)

Kur'an-ı Kerîm’de: “Kim (düşmanla karşılaşınca,) onlara arka çeviri(p kaça)rsa, muhakkak ki o, Allah’ın gazabını hak etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir...” (Enfal, 16) buyuruluyor.

A.C.: “Ey müminler! (muharebe meydanında) bir toplulukla karşılaştığınızda sebât edin ve Allah’ı anın ki, kurtuluşa eresiniz.” (Enfal, 45) 

A.C.: “Allah ve Resûlüne itâat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 26) 

***

İKİ MİSLİ DÜŞMAN ASKERİNE KARŞI

Sayıca bir misli fazla olan düşmandan firar etmek, küfürdür, isyandır. İslâm’ın bidâyetinde Cenâb-ı Hak İslâm askerine, on misli düşmana karşı sabır ve sebâtla emir buyurmuştur.

A.C.: “(Ey İslâm mücahitleri!) Sizden sabır ve sebât sahibi yirmi kişi bulunursa, ikiyüz (kâfir)e galip gelir.” (Enfal, 65) 

İslâmiyet genişleyip Müslümanlar çoğalınca, Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerîmeyi göndermiş, üzerlerindeki mes’üliyeti azaltmıştır.

A.C.:  Şimdi Allahü Teâlâ yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. Bu itibarla sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, ikiyüz (düşman askerin)e galip gelir. Sizden bin kişi olursa, Allah’ın izniyle ikibin (düşman askerin)e galip gelir.” (Enfal, 66) 

Âyet-i kerimelerin tefsirinde: “Düşmana karşı koymak için İslâm ordusunun elinde her türlü silâh ve âlet bulunması şarttır. Silâhsız asker, silâhlı düşmana karşı koyamaz. O zaman firar zarûri olur. karşı koymak ancak, düşmanın sahip olduğu silâhlara sahip olmakla mümkündür.”

Hatta tâkat getirilemeyecek düşman karşısında geri çekilmek, peygamberlerin sünnetindendir.

Silâhsız asker, düşman karşısında o anın icabına göre hareket eder.

Hadîs-i şerifte gelmiştir:

Sahâbenin hayırlısı dört kişidir. (Cıhâr-ı Yâr-ı Güzîn) Askerî birliğin hayırlısı döryüzdür. Techîzâtı tam ve birlik hâlinde bulunan onikibin askerin  de mağlûbiyeti azlıklarından değildir.

 

Kumandan ehliyetli olması şarttır.

Meşhur bahâdır Fazıl Ahmet Paşa:

İslâm ordusu mağlûp olmaz. Lâkin başında kumandan ister, haydut başı istemez.” Demiştir.

Kanije kalesi İslâm ordusu... Burası döryüzbin düşman askeri tarafından sarılmış... İçerde dokuzbin asker var... Kumandan, Tiryaki Hasan Paşa... Düşman ordusu kurmayları toplanmış, nasıl hareket edilmesi lâzım geldiğini görüşüyor. Kumanda heyetinden Zerrinoğlu isimli kişinin sözleri:

–Türk ordusu üzerimize gelecek olursa, perişan oluruz. Çünkü Türkler, iş kılıca dayanmadan kavgadan yüz çevirmezler. İş kılıca gelince de bizim aciz duruma düşeceğimiz âşikâr... İslâm’da bir erin oniki kişiye bedel olduğu inancı var; on iki askerimi bir Müslüman elinden kurtarmaya imkân bulamam. En mühimi de kale kumandanı Tiryaki Hasan Paşadır. Sihirbaz tilki, yirmi beş seneden beri serhat halkına kan kusturdu. İyi hallerine güvendiğimiz ruhbanlarımıza cinler çağırttık, yine de hilesine karşı duracak bir tedbir bulamadık. Hasan Paşa adama kale teslim etmez...!

***

MÜCÂHİTLER

H.Ş.: “Müminler sağlam binalar gibi içten ve dıştan birbirine bağlı ve yardımcıdır. Her hal ve kârda tek vücût halinde hareket ederler.”

Şir’at’ül-İslâm’da: “Allah yolunda harp edenler namaz safı gibi saf tutar; imama uyan cemâat gibi âmirine bağlanır, her emrini yerine getirirler” denilmiş.

Askerlikte en mühim vazife, kumandan kim olursa olsun ona tam mânâsıyla uyup aslâ işine karışmamaktır. (Cevde Paşa) 

***

ŞEHİTLİK ŞEREFİ

Bedir Muharebesi’nde şehit olanlar için, hakîkatten habersiz kimseler ah vah edip “Dünya nîmetlerine doymadan gitti” gibi sözleri üzerine âyet-i kerîme nazil olmuştur:

Allah yolunda can verenler için “Ölüler” demeyin! Bel ki onlar (bizim huzûr-i izzetimizde) diridirler. Lâkin siz  anlamaz-sınız.” (Bakara, 154) 

H.Ş.: “Allah rızası için, din ve devlet uğrunda, hudut boylarında ölenler, şehit rütbesine nâil olurlar.”

H.Ş.: Allah yolunda şehit olanların ilk damlayan kanı mukabilinde, bütün günahları af olunur. İkinci ve üçüncü damlaların düşmesiyle cennet hurileriyle nikâhlanırlar.”

H.Ş.: Harp meydanlarında hakaret gören şehit, soğuk su içmiş gibidir. Yaralansa, kanı yere düşmeden evvel Allahü Teâlâ huriler gönderip cennet nîmetleriyle müjde verir. yere düştüğünde “Allahü Teâlâ “Ey Temiz rûh! Bedeninden çık” diye itibar buyurur ve cennet nîmetleriyle müjdeler.”

H.Ş.: “Allahü Teâlâ şehitlerin âile ve çocukları için: «Ben Halîfeyim. Kim onları razı ederse, beni razı eder. Kim onları incitirse, beni incitir» buyurur.”

Mücahitler, şehitler ve âileleri Allah yanında en yüce itibar sahibi. Bunu bilmek yeter.

H.Ş.: “Şehitler yerlerinden kalkıp mahşer yerine giderken, peygamberler dahî onlara itibar için ayağa kalkarlar.”

H.Ş.: “Şehitler süslü tahtlarda oturur ve her biri âile efradına ve akraba-i taallûkatından nice kimselere şefâat ederler.”

Hz. Ömer R.A., Kâ’b Hazretlerinden, “Adn cennetinde peygamberler, sıddîklar, şehitler ve âdil imamlar bulunacak” hadîs-i şerifini işitince:

“Yâ Kâ’b! Peygamberlik Resûlüllah’da son buldu. Onun her sözünü tasdik ettim. Lâkin âdil bir imam olduğumu bilmiyorum. Bu sebeple şahâdet şerefine ermeyi diliyorum” buyurmuştur.

H.Ş.: “ Kabir azabından kurtuluş olmadığı halde şehitler kabir azabı görmeyecekler.”

Dini ve devleti korumak için silâh altında bulunup da cephede ve cephe gerisinde ölenler, hatta kazâra kendi silâhıyla veya arkadaşının silâhıyla ölmüş olsalar dahî, şehitlik rütbesine nâil olurlar.

Hendek Muharebesin’de Resûlüllah Efendimiz Eshâb-ı Güzîn’den seçtiği iki müfrezeyi iki ayrı tarafa göndermişti. Dönüşlerinde kaderin cilvesi, karanlıkta birbirleriyle karşılaştılar ve düşman zannıyla vuruştular. Nice sonra seslerinden durumu anlayıp vuruşmayı bıraktılar. Hâdise, Huzûr-i Risâlete arz edilence: “Yaralarınız Allah yolunda açılan yaralardır ve ecir alırsınız. Ölüler de şehit oldular” buyurmuştur.

H.Ş.: “Nefsim kudret elinde olan Allahü Teâlâ’ya yemin ederim ki, din uğrunda harp edip öldürülmeyi, sonra dirilip yine Allah yolunda öldürülmeyi, sonra yine dirilip Allah yolunda öldürülmeyi arzu ederim.”

Peygamberlik rütbesi, bütün rütbelerin âlâsı olduğu halde Efendimiz’in temennisi, şehitliğin şanını beyan içindir.

İslâm ordusu Uhud harbinden dönerken, Şehitlerin Serdarı Hz. Hamza R.A.’in kızı Fâtıma R.A. biraz hurma ve sütle babasını karşılamaya çıkmıştı. Gelenler arasında yiğitler kafilesinin öncüsünü göremeyince, Sıddîk-ı Ekber R.A.’den suâl etti. O da,  arkadakiler sormasını söyledi. sonra Fahr-i Cihan Efendimiz’e sordu:

–Pederim ne tarafta yâ Resûlallah? Efendimiz:

–Yâ Fâtıma, bundan sonra baban benim, buyurdular. Fâtıma çok üzüldü. Boynu bükük gözyaşı dökerken Efendimiz ve Ashab’ı da gözyaşlarını tutamadılar. O esnada Hz. Hamza insan şeklinde görünerek gaybî bir sesle:

–Yâ Resûlallah! Yetim kızım Fâtım’yı iltifatınızdan mahrum etmeyin, diye niyazda bulundu. Bu harika hale üzerine Efendimiz S.A.V.:

–Ey benim sevgili amcam! Gam çekme, Fâtıma’yı ben himayem altına aldım, buyurdu. Gâipten bir ses işitildi:

–Yâ Muhammed! madem ki sen Hamza’nın kerimesini himayene almayı kabullendin, ben de senin ümmetini rahmet deryama gark eyledim, buyurdu.

 

EMÎRE İTÂAT

Allah’ın Resûlü Dîn-i Celîl-i İslâm’ın inkişâfı için etrafa asker gönderirken mutlaka başlarına bir emir tâyin ederdi ve: “Emîre itâat, bana itâat; emîre isyan, bana isyandır ve  itâatin sevabı harp meydanında alınan sevaba müsâvidir buyurmuştur.

Kumandanın zafer kazanması, idâresi altındaki efradın tam itâatlerine bağlıdır.

Her ferdin kendi üstüne itâati, birliği temin eder. Galibiyete sebeptir. İkilik çıkarmak da hezimete hizmet etmek, dünya ve âhirette helâke düşmektir.

Hayber günü Hâtem’ül Enbiyâ S.A.V. vaktin icabı, askerlere, harbi bırakmalarını ilân ettiler. Fakat, bir cephenin kumandanı harbı bırakmayıp hücûma devam ederken öldürüldü. Resûlüllah S.A.V.:

–Emir verildikten önce mi, sonra mı öldürüldü? diye sordu. Emirden sonra öldürüldüğü bildirilmesi üzerine:

–“Emîrin emrine itâat etmeyene cennet haramdır” buyurdu. Kumandanın hatası gün gibi açık olmadıkça, mutlak itâat lâzımdır.

***

Emîre itâatinterki yüzünden hadsiz  hudutsuz ziyanlar meydana gelmiş, nice canlar ve emekler telef olmuştur.

Hicrî 1025 senesinde meşhur Hâfız Paşa, Bağdat’ı Acemlerden kurtarmaya memur edilmişti. Paşa şehri kuşattı, Acemleri şiddetli bir şekilde sıkıştırdı, vazifesini güzel yaptı. Şah Abbas Bağdat’ı teslime razı olmuştu. Lâkin ordu içinde bazı sıkıntılar bahane edilerek asker isyan etti. bir kısım birliklerin Musul’a doğru akın akın gittiklerini gören Acemler teslim olmaktan vazgeçtiler ve harcanan bunca emek, dökülen kanlar ve verilen canlar hebâ ve heder oldu.

***

Askere emîr olan kişi, şüphesiz son derece uyanık olup, çevrisiyle istişâre etmeli; askerine itibar edip, kendini sevdirmelidir.

Hz. Fârûk R.A. Rumlarla savaşmak üzere Şam tarafına hareket etmişti. Bu haber Rumlara ulaşınca İslâm ordusunu tahkik için Rum tarafından gelen câsuslar, Halîfe-i Âlî şân’ı Tur-i Sînâ’da güneşin altında olduğu halde, İslâm ordusunun istirahatta olduğunu görüp, durumu ordugâhlarına haber vermiş ve: “Bu gibi kumandanın askeriyle muharebe etmek ve zafer kazanmak ihtimalden uzak olup, onlardan gelecek telifi kabulden başka çare yoktur” demiştir.

***

Kumandan, maiyetiyle görüşürken dâime cesûr bulunup, korkaklık alâmeti göstermez... Korkaklık, yiğitlerin cesaretini kırar, harpte firara yol açar.

Düşman ordusu dörtyüzbin askerle Kaneje kalesini sıkıştırdığı vakit, kale kumandanı Tiryaki Hasın Paşa bütün kumandanlarını istişâre meclisine çağırıp “Erzakımız var, barutumuz var, ihtiyaca yeter. Askerimiz az ise de elhamdülillâh az askerimizle bütün Avrupa’ya karşı koymaktan çekinmeyiz. Fakat vazifemizdir, bir kere de serdara haber verelim. Benim haber edecek adamım var, kanunumuz üzere yeniçerilerden de adam seçilsin. Benim fikrim budur, siz bilirsiniz” sözleriyle kumandanlara cesaret verdiği tarihte bildirilmiştir.

***

CİHAD ARZUSU

H.Ş.: “Allah yolunda cihad ederken ayakları tozlanan kişiye cennet vacip olur” (Hz. Ebu Bekir R.A.) 

H.Ş.: “Allah yolunda gaza veya buna benzeyen hayırlı bir hizmet esnasında ayakları tozlanan insana cehennem ateşi değmez.” (Hz. Hasan R.A.) 

 

NÖBET BEKLEMEK

H.Ş.: “İki göze cehennem ateşi dokunmaz: Biri, Allah kokusuyla ağlayan; diğeri düşman karşısında nöbet tutup bekleyen gözdür.” (Tirmizî) 

Nöbet tutan asker son derece uyanık ve dikkatli olmalı, kendisi hayatını başkasına teslim edip uyuduğu gibi, başkasının hayatını da öylece muhafaza etmeli...

H.Ş.: “Allah yolunda nöbet tutup düşman gözleyerek mücahitleri bekleyen kimseye, her nefesine karşılık bir kırat sevap verilir. (Bir kırat, Uhud dağı kadardır.)

Birisi:

–“Yâ Resûlallah! Bir dağda mağaranın içinde ömrünün sonuna kadar ibâdetle meşgul olmak istiyorum” dedi.

Resûlüllah S.A.V.:

–“ Sizden birinin düşman karşısında az veya çok bulunması, âilesi ve çocukları içinde altmış sene namaz kılmasından hayırlıdır” buyurdu.

H.Ş.: “Bir saat düşman karşısında durmak, Hacer-i Esved yanında Kadir Gecesini ihyâ etmekten üstündür.” (Ebu Hüreyre R.A.’den)  

***

ZAFERE VESÎLE OLAN SEBEPLER

Harp meydanında galip veya mağlûp olmak ilâhî takdire tâbi bir iş ise de, zafer kazanmak için zahirî sebeplere tam sarılmakla harbi kazanmak da çok görülmüştür. Harpte galibiyet, asker ve silâhın çokluğuna ve bunları kullanan asker ve kumandanların iyi yetişmesine ve çeşitli hilelerle harekâtı iyi idâre etmeye bağlıdır. Düşman arasına fitne sokarak parçalamak da zafere sebeptir. Bununla beraber, asker ve silâhın çokluğuna rağmen, hezimete uğrayıp, mağlup olmak da vardır.

Allâme İbni Haldün diyor ki:

–“Silâh ve askerin çokluğu zafer kazanmaya müessir sebeplerdendir; bazı şahısların harplerde kazanmış olduklarız ve insanlar arasında yaygın bulunan şöhretleri de halkın kendileriyle muharebe etmekten çekinmelerine sebeptir.

Hakikaten bazı kumandanların, harpte talihi iyi gitmesi ve zafer kazanmakla meşhur olmaları, harp için, her ne tarafa hareket etseler az bir hücumla harbi kazanmalarına sebep olmuştur.

Hz. Ömer, Hz. Ali, Hâlid bin Velid, Ebu Ubeyde bin Cerrah Târık bin Ziyâd, Ukbe bin Nâfî, Musâ bin Nusayr (R.A.) ve Endülüs emirlerinden pek çoğu ile Sultan Selim, Sultan Süleyman, Sultan Murat, Tiryakı Hasan Paşa, Cezâyir’li Hayreddin Paşa ve Tarihleri şanlı sayfalarla süsleyen diğer kahramanlar, bunlardandır.

Her halde galibiyet ilâhi irade ve takdirde gizli olduğu, Cenâb-ı Hakk’ın bunu istediğine ihsan edeceği, nusret ve galibiyetin emr-i semâvî ile hâsıl olduğu bilinmelidir. İlâhî iradeyle, Efendimiz’in heybet ve celâli bir aylık mesâfede bulunan düşmanların kalplerine tesir eder, onları tâkatsiz bırakır, hezimete uğratırdı.

Şu halde zafer ve galebe, yalnız zâhirî sebeplere bağlanmaz. Zafer, gizli ve semâvî olup Rabb’in irâdesiyledir.

***

 

 

DUÂ

Resûlüllah Efendimiz bir yere asker gönderirken:

–“Kavga ve mücadele esnasında Allah’ın ismini anarak kendinizi teminat altına alın ve Allahü Teâlâ’dan imdat dileyin” buyurmuştur. (Habib bin Büreyde) 

Server-i Âlem Efendimiz:

–“Yâ Rabbî! Bizler ve düşmanlarımız senin kullarınız. Bizlerin ve onların irade ve ihtiyarımız senin kudret elindedir. Bizler hak dini muhafaza için muharebe ediyoruz. Onlar batılı korumak için çalışıyorlar. İlâhî! Onları Hezimete uğrat, bizlere zafer nasîp eyle” diye duada bulundular.

Hadîs-i şeriften anlaşılılan, mücahitler gaza sırasında dua ve niyaza devamla emir olunmuşlardır.

Bedir Harbi’nde düşmanın şiddet ve taarruzuna karşı, Allah’ın Resûlü:

–“İlâhî! Şu bir avuç İslâm askeri yok olursa, yeryüzünde zat-ı ulûhiyetine ibâdet edecek kimse kalmaz. Yâ Rabbî, Müslümanları muzaffer eyle” diye niyaz etti ve müminler zafer buldu.

***

Allah’ın kılıcı Halid b. Velid R.A. Rum Herakli’nin muazzam bir ordu ile İslâm milleti üzerine yürüdüğünde 40 bin mücahitle Yermük’e varıp düşmana karşı tertip aldı. Kendisi de Enfal Sûresini okumakla meşguldü. Ertesi gün müthiş bir muharebe başladı. Sekiz gün süren bu muharebede sanki dünya ile âhiret arasında bir cadde açıldı. Müslümanların mağlup olma alâmetlerini gören Hz. Halid R.A., Resûlüllah’ın sohbetiyle şereflenen 1000 kadar Eshâb-ı Kiram’ı bir araya topladı. Bunların yüz kadarı Bedir gazasında bulunmuştu. Hz. Halid R.A. onlara:

–“Ey Resûlüllah’ın Ashâbı! Benim sizden isteğim, muharebe etmeniz değildir. Bedir’de muharebe etmek şerefine erenleriniz var. cümleniz Cenâb-ı Hakk’a nusret ve fetih için dua  ve niyaz ediniz. Bugün kâr ve zarar günüdür. Umulur ki feryadımızı işiten Mevlâ, imdadımıza yetişir” dedi.

Düşmanla karşılaşınca, onlar bir tarafa çekilip naz ve niyazla meşgul oldular. Çok geçmeden Müslümanlara zafer müyesser oldu.

***

Eğri muharebesinde Sultan 3. Ahmet, kendi kumandasındaki İslâm askerlerinde bozgun başlayınca, şeyhülislâm Saadettin. Efendinin tavsiyesi üzerine, yanında bulundurduğu Hırka-i Saâdet’i giyip secdeye varmış, dua ve niyazda bulunmuş ve hezimet durmuş, bozgun düzelmiş, düşman bozulmuş, zafer müyesser olmuştur.

***

Sultanlardan biri bir âlime sorar:

–Ehl-i imana Allah ‘ın yardımı neler sayesindedir?

Alim:

–Namaz ve tevekkül sayesindedir, der. sultan da bu iki güzel hali âdet edinir.

Bu padişah bir gün düşman kuvvetlerinin ülkesine saldırdığını haber alır. Zâhirî tedbirleri tamamladıktan sonra, muharebeden evvel bir gece sabaha kadar secde, dua ve niyazla meşgul olur. Kuman-danlardan biri:

–Yarın düşmanla muharebe var. biraz istirahat etseniz, der.

Padişah:

–Bu gece ben vazifemi yapayım. Yarın Allahü Teâlâ’nın murat ettiği olacak. Zafer verecek de O, mânî olacak da O’dur, der.

Ertesi gün cenk Padişahın zaferiyle biter.

***

İlâhî hikmet icabı bu âlemde hadiseler, sebepleri sebep yapan bağlanmakla hasıl olur. her ne kadar Allahü Teâlâ sebepsiz yaratmaya kadir ise de, hükm-ü ilâhî, sebeplere teşebbüsle hasıl olur. İlâhî takdirin meydana gelmesi, bir çok sebeplere bağlı olup bunlardan biri de duâdır.

Tokluk, yemekle; çocuk, ehline yakın olmakla; buğday, tohumu toprağa ekmekle olduğu gibi, bazı haller de dua ile ihsan olunur. Dua, sebeplerin en kuvvetlisidir. Duadan daha değerle ve faydalı bir şey yoktur. Bu sebeple dinde kemâl sahibi olan Ashâb-ı Güzîn, duaya ve edeplerine çok ehemmiyet vermişler.

Hz. Ömer R.A. muharebede duaya devam eder, Allahü Teâlâ’dan yardım dilerdi ve:

–“Siz zafer kazanmayı askerin çokluğuyla sanmayın. Zafer ancak elleri kaldırıp dergâh-ı ulûhiyete açarak, Allahü Teâlâ’ya yalvarıp yardım dilemekle hasıl olur. ben yardım edilip edilmeyeceğini düşünmeden duâ etmeye devam ederim. Eğer dua etmek arzusu gönlüme gelirse, onu ilâhî ilham bilirim ve kabulünde şüphe etmem” buyururdu.

Kur'an-ı Kerîm’de: “Bana duâ edin, duânızı kabul edeyim.” (Mümin, 60) ve “Kullarım beni sana sorarlarsa, ben onlara yakının, duâlarını kabul ederim (Bakara, 186) buyurulmuştur.

Kul, zelil ve hakir olarak yalvarıp yakarmazsa, Allahü Teâlâ ona gazap eder ve onu her musîbete uğratır.

A.C.: “(Resûlüm!) deki: Duânız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin, itibar etsin?” (Furkan, 77)  

Duanın belâyı geri çevirmesi, kaza-i ilâhîdendir. Dua, rahmet-i ilâhîyi çeker. Kalkanın, kılıç ve oku geri çevirdiği gibi, dua da belâyı reddeder.

Cemel vakasında, Hz. Ali R.A.’in askerlerine tavsiyesi:

–“Gözlerinizi yumun. Azı dişlerinizi sıkın. Allahü Teâlâ’nın isminden başka bir şey söylemeyin. Çünkü cenk ve kıtal zamanı çok konuşmak, korku ve gönül zayıflığına delalet eder.”

***

 

GURUR

Hazarda ve seferde kuvvet ve kudretle gururlanmak son derece kötü neticeler verir.

 

Şiir:

     Çok da mağrur olma kim meyhane-i ikbâlde,

Biz hezârân mest-i mağrurun humarın görmüşüz.

Mânâ: (Tâlih ve devlet meyhanesinde pek de mağrur olma! Biz gururdan mest olan binlerce insanın sersem olduğunu görmüşüz.)

Diğer hallerde olduğu gibi, muharebede gururlanmak da fenâ neticeye sebep olur. “Hasmın karınca ise de merdâne bil” demişler. Aklı olan hasmına karşı gururlanmaz. Allahü Teâlâ’nın inâyetine güvenir, aczini bilir ve tevekkül eder.

Şiir:

Kim ki mağrur olur kuvvetine fil gibi,

İntikamın zuafâ eyler ebâbil gibi.

Mânâ: (Fil gibi kuvvetine mağrur olandan, ebâbil kuşu gibi zayıflar intikam alır!

***

Mekke’nin fethinden sonra asi olan yalnız iki kabile kalmıştı. Bunlar etraftan taraftar bulup Müslümanlarla harp için Huneyn’de toplandılar. Yapılan keşifte, düşmanın az ve zayıf olduğu anlaşıldı. Ashâb’ın bir kısmı “Bugün askerimiz azlık sebebiyle mağlûp olmaz” dediler. Bu söz, Resûlüllah S.A.V.’e ulaşınca, Efendimiz müteessir oldu. Allahü Teâlâ bu ucup ve gurura razı olmadı ve Huneyn’de İslâm ordusu zor duruma düştü, hezîmete uğradı.

Ayet-i Kerimede: “Yemin olsun ki Allahü Teâlâ, birçok yerde (harp meydanlarında) ve Huneyn gününde size yardım etmişti. O zaman sayıca çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat bu sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı da, yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonunda geri dönmüştünüz” (Tevbe, 25) buyuruldu.

Bu harpte, düşman hücum için pusudan kalkmıştı. İslâm ordusu arasında kargaşa olmuş, bir kısmı firar etmişti. Resûlüllah S.A.V.:

–“Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Ben peygamberim. Ben Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’ın oğluyum” diye nidâ buyurdu, bizzat düşmana hücum ederek harp meydanında celâdet göstermiştir.

Resûlüllah S.A.V.’in emriyle Hz. Abbas ve diğerleri firar edenleri çağırdılar. Hz. Abbas’ın sesini duyanlar dönüp geldiler. Harp yeniden kızıştı; meleklerin de yardımıyla, Allah Resûlünün ordusu mağlup iken galip geldiler.

 Kur'an-ı Kerîm’de:

–“(O hezimetten) sonra Allahü Teâlâ Resûlü ile müminler üzerine sükûnet (sebebi olan rahmet)ini indirdi ve sizin görmediğiniz askerler gönderdi de, kâfirlere azap etti (hezîmete uğrattı). İşte bu, kâfirlerin (dünyadaki) cezasıdır” (Tevbe, 26) buyuruldu.

***

Endülüs hükümdarı Sultan Yakup’a Kral Alfons’un mağrurâne yazmış olduğu bir mektup, cihanda emsâli az görülen Erake muharebesine ve mağrur Kral’ın hezimetine sebep olmuştur.

Kral Alfons’un mektubu:

–“Sen, millet-i İslâmiyenin emîri olduğun gibi, ben de millet-i mesîhiyenin emîriyim. Sizin içiniz, işiniz bozulmuş!.. ben kahr ü galebe ile diyarınızı, evlâd ü iyâlinizi yağma ederim. Sizden bir fert bizden on kişiyi öldürmek için Hak Teâlâ emir eyledi, derdiniz... İşte şimdi bizden biri sizden on kişiyi katledecektir. İşittim, bizim tarafa geçmek isterken vazgeçmişsin. Eğer benden özür dilersen kabul ederim. Sana yakışan budur! Haracı da fazla veresin! Değilse bir hücum ile seni harap ederim. Senin mülkünde hükmederim...vs.”

Mektuptaki hezeyanları dinledikten sonra Sultan Yakup, mektubun bir parçasına:

–“Elbette biz sana şanlı askerlerle geliriz ve askerle askerini karşılarız. Ve o zelil olan sizleri yine tam bir zillete düşürüp Hak Teâlâ’nın inâyetiyle ülkemizden def ederiz” diye yazıp elçiye verdi. 591 senesi Cemâziyelevvelin üçüncü günü, İspanyolların Errekos dedikleri mahallin civarında, Alfons’un ittifakına aldığı iki krallık askeriyle İslâm ordusu harp meydanında buluştu. Kılıçlar söyleşti. Dünya ile âhiret arasında bir cadde açıldı. Neticede İslâm askeri galip geldi. Mağrur Alfons 600 bin maktül vermek suretiyle mağlup ve maskara oldu. Kaçarak Erake kalesine sığınan 20 bin şövalye de esir edildi. Sultan Yakup “Af, zaferin zekâtıdır” hükmünce bir çoğunu bedelsiz olarak serbest bıraktı.

Gurur ve kibrin sonu böyle hezimete sebep olmuştur.

* * *

ASKERÎ NUTUK – HARP HUTBESİ

Seferde ve diğer zamanlarda askerin gayreti için yapılan konuşmaya “Askerî Nutuk” denir. İslâm âdeti üzere yapılan bu konuşmalırın asker üzerinde büyük tesiri görülmüştür.

Düşmanla mücadele için her tedbire baş vururken, kumandanın, askerin şevkini artıracak hutbeler okuması da sünnet ve gayret icabıdır. Zirâ bu tedbir seferde ve diğer zamanda umûmi âhengi temin eder.

Resûlüllah S.A.V.’in vefatı üzerine Arap milleti arasında dinden dönme ve isyan hâdiseleri üzerine Hz. Ebu Bekir R.A.’in tesirli hutbesi ve yerinde tedbiri cümleyi dize getirmiştir.

Hazret-i Peygamber’in  vefatı üzerine Sıddîk-ı Ekber Hazretleri’nin irat ettiği nutuk da, bu cümledendir. Müslümanlar düştükleri keder ve şaşkınlıktan bu hutbe ile sıyrılmışlardır.

Sıddîk-i Ekber R.A.’in mürtetlerle muharebe için Şam’a ve Irak’a gönderdiği İslâm askerlerine ve kabilelerine irat buyurduğu nutuklar herkesi fedâkarlığa sevk etmiş, şanlı zaferlere sebep olmuş, İslâmiyet kuvvet kazanmıştır.

***

Hz. Fârûk’un ve Hz. Murtazâ’nın bu hususta nice hutbeleri vardır. Hz. Ali R.A.’in hutbeleri bir kitap dolduracak kadar çoktur. Bu hutbeler, “Nehc’ül Belâğa = Belâğat Yolu”  isimli eserde bir araya getirilmiştir.

Nutuk söylemek, tesirli söz etmek gönüllere nüfuz edip, insanları harekete geçirdiğinden, İslâm’da bu hususa ehemmiyet verilmiş, sünnete uymak suretiyle dört büyük halife ve diğer İslâm emirleri ve melikleri de lüzumuna göre hutbe okumuşlardır.

Öyle ki, Haccac,  maiyetinde yalnız yetmiş kişiyle Irak’a vali olarak vardığında irad ettiği müthiş hutbenin tesiriyle, asileri dağıtmış, isyanı bastırmış ve uzun zamandan beri Emevîleri taciz eden Iraklıları yola getirmiş; kırk senedir Müslümanları taciz eden haricîleri susturmuştur.

İbnül-Es’as denilen haricînin tutuşturduğu fesat ateşi, Haccac’ın (Deyril-cima cim) isimli mevkide söylemiş olduğu hutbelerle sönmüştür.

İslâm’ın bidayetinden Abbasi devletinin son bulmasına kadar halifeler, emirler, bayramlarda, merasimlerde ve lüzum gördükçe umumi hallerin ıslahı ve millete mahsus işleri beyan ve ehemmiyetini izah için hutbeler okurlardı.

Harp ilânından kavganın sonuna kadar, muharebeye girmeden evvel veya harbe girmeye bir gün kala veya harbe girileeceği gün düşman askerinin görülmesinden sonra söylenen hutbeler daha müessir olur. Zira ehil bir hatibin sürûr ve yerine göre keder göstererek gözyaşlarıyla söylediği nutuk, gönüllerde hamiyet ve gayret duygularını harekete geçirir, düşmana karşı fedâkârâne hamle etmeğe sebep olur.

Hasılı, askeri muharebeye teşvik için ne icap ediyorsa o istikamette  vâ’d ve hitapta bulunmak çok tesirlidir.

***

Sıddîk-ı Ekber Hazretleri’nin, askeri cihada teşvik için söylediği nutuk:

“Ey insanlar! Cenâb-ı Hak cihadı Müslümanlara farz kıldı. Bundan kazanılan ecir ve sevap Allah katında pek büyüktür. şu halde niyetlerinizi hâlis edin. Rabb’inizin farzını edâya, Peygamberinizin sünnetini ifaya gayret ediniz ki, ya şehitlik şerefi, ya da gazilik rütbesine mazhar olasınız. Kim bu uğurda nefsini fedâ ve terk-i hayat ederse, taraf-ı ilâhîden büyük mükâfata nâil olur.

***

 Va’dolunan ilâhî nusreti duyurup geçmiş zaferleri hatırlatarak söylenen nutuk (Ebu Ubeyde b. Cerrah R.A.’den):

“Ey İslâm Cemâati! Allahü Teâlâ vadini ihsan edip, bir çok memleketlerde size yardım etti. kadrinizi yücelttikten sonra imtihan için güzel bir belâ ile ibtilâ eyledi. Bana haber verdiler, sizin de haberiniz olsun ki, Herakli, kâfir beldelerden yardım istemiş. Şimdi toplanıp geldiler. Çok zahîre ve silâh getirdiler. Muratları, İslâm nurunu söndürmektir. Muhtelif milletlerden topladıkları askeri, karşınıza çıkardılar. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın inâyet ve yardımı sizinle beraberdir. Hiçbir zaman batıl çok değildir, ilâhî nusrete mazhar olan ehl-i hak da az değildir.

***

Gayret ve şecâati artırmak için, dünyanın fâni, âhiretin dâim oluşu ve va’d-olunan nusreti beyan etmek:

Ey İnsanlar! Bugün Anadolu’ya zafer sancağının girdiği gündür. Beraber bulunamayan kardeşleriniz size gıpta ederler. Biliniz ki dünya geçici, âhiret dâimîdir. Peygamberimiz S.A.V. “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” buyurdu. kendi azlığınıza ve düşmanın çokluğuna bakmayınız.”

***

Beyt-i Mukaddes’e iki konak mesafede bulunan Muta mevkiinde Şerahbil bin Amir Gani tarafından Rasûlüllah S.A.V.’in bir elçisi şehit edilmişti. Bunun üzerine Rasûlüllah S.A.V. düşman üzerine üçbin kadar sahâbe sevk etmişti. Şerahbil bin Amir Gani, bunu işitince Rum Herakli’nden imdat diledi. Şam’a altı konak mesafede Mean kalesine vardıklarında Rum Herakli’nin çok sayıda askerle İslâm ordusunu beklediği öğrenildi. Bu durumu müzakere için, orada iki gece kalındı, düşmanın çokluğunu Fahr-i Âlem Efendimiz’e bildirip yardım bekleme hususları konuşulurken Abdullah bin Revâha bu karara karşı konuştu:

“Ey Müslümanlar! Şimdi nefsim hoş görülmeyen şu hâlin aksini düşünerek bana diyor ki:

–Allah’a kavuşmak şevkiyle evlerimizi ve beldemizi, evlât ve ayâlimizi terk edip şehitlik kastiyle bu tarafa gelmiştik... Arzuladığımız şehitlik rütbesi taktir aynasında yüz göstermişken canımızı muhafaza etmek sevdasıyla saâdete kavuşmaktan mahrum olmak, âşıklık şânına lâyık değildir. Hususiyle bizim düşmanla muharebe ve mukatele etmekten kastımız, dünya malı elde etmek değil; yalnız Dîn-i Mübîn’i takviyedir.

Şu halde bize lâzım olan, düşman üzerine bir cepheden hücum ederek ya zafer şerefine mazhar olmak veya şehitlik rütbesine nâil olup maksada kavuşmaktır” dedi.

Bu nutuk oradaki Müslümanları heyecanlandırmış, cümlesi baş ve can fedâ etmeye ahdetmiş, düşman karşısına çıkıp lâyıkıyla muharebe eylemişlerdir.

***

Heyecanlı Bazı Nutuklar:

 

“Ey İnsanlar!

Allahü Teâlâ’dan korkun. Bilin ki, Allah’tan korkmak, size büyük yardımdır. Sizden evvel Şam’ı fetheden Müslümanların gösterdiği kahramanlık ve fedâkârlığı siz de gösteriniz. Her kim harpten dönerse, Allah’ın gazabına uğrar; varacağı yer de cehennemdir. Biliniz ki Allahü Teâlâ cihadı size farz kılmıştır.

Allah yanında iki damla, ziyâde sevimlidir: Biri, Allah yolunda dökülen kan; diğeri, Allah korkusuyla akan göz yaşı... Bugün öyle bir gün ki, sayılara sığmayan ecir ve sevap vardır.

Ey İnsanlar! Allahü Teâlâ’dan korkun ve bir çok memleketlerde olduğu gibi,burada da sebat ve metanet gösterin. Ve Nebiyy-i Zîşânınız’ın şerefli sünnetini icrâ ediniz. Allah sabredenlerle beraberdir, Hakk’a hizmet edenlerin ecrini ihsan eder...

İşte ben kardeşlerinizden bir cemâatle gidiyorum, elinde put bulunan şu kavmin üzerine yürüyorum ve onları hezimete uğratmadan dönecek değilim. Müminlere yardım etmek, üzerimize bir haktır. Siz de haçın yere düştüğünü görünce hemen hamle ve hücum edin.

Ey seçkin yiğitler! Haçın bulunduğu yeri gördünüz. Haydi hücum edin! hemen Allah’ın yardımı sizinledir!” (Halid b. Velid R.A., Fütûhuş-Şam Tercümesi) 

***

Ey İnsanlar! Sabır ve sebat iki askerdir ki, onlara galip gelinmez. Bugün mühim bir gündür. Resûlüllah’ın Ashâbını düşman eline bıraktıktan sonra şeref ve vakar yüzü görebilir misiniz? Öyle ise, onları korumaya kararlı olun ve Allahü Teâlâ’dan korkun. Gidişiniz orayadır. Şunu bilin ki, iyi işleri terk etmek, ancak habis nefislere lâyıktır. Mâlumdur ki, dünya fâni; âhiret dâimdir. Her türlü nimet oradadır. Bilirsiniz ki, nice ruhlar bu dünyadan âhiret evine göç ettiler. Elbette bir gün biz de göç edeceğiz. Dünyanın ömrü gayet kısadır. Şu halde, ruhlar âlemine ulaşmaya gayret edin. göç vakti yaklaştı. Seferiniz, meşakkat seferidir; hazırlığa ve birliğe muhtaçtır...

Her ne ise sabredin. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Iyaz b. Ganem, Fütûhuş-Şam Tercümesi) 

***

Uyarmak için nutuk:

Endülüs’te bulunan Talapatla Kralı Rodrik, makamına güzel Tedmir’i bırakmıştı. Güzel Tedmir, meşhur İslâm kahramanlarından Tarık Bin Ziyad’ın on iki bin askerle İspanya kıtasına hücum ettiğini haber alınca, Kraldan yardım diledi. Hıristiyanlardan kırk bin kişilik büyük bir kuvvet hazırlanıp yola çıktı. Tarık bin Ziyad bunu haber aldı ve sahildeki gemileri ateşe verip şu nutku söyledi:

“Ey Mücahitler! Mâlumunuz olsun ki, buradan hiçbir suretle firar etmek düşünülemez. Zirâ, arkanızda deniz, önünüzde düşman var. Yerinizde sebat ve karar etmekten başka çare yoktur. Düşmanlarınızın silâhı mükemmel ve zahîreleri çoktur ve düşman dağlar gibi gelip çattı.sizler ise burada, ele bakan yetimler gibisiniz. Rızkınızı kılıçlarınızla düşman elinden almaktan gayri çareniz yok... Eğer az bir zaman meşakkate sabır ve tahammül ederseniz, uzun zaman sefaya nâil olur, maksada ulaşırsınız. Biliniz ki, ziynetlerle süslü Yunan kızları Melik saraylarında hesapsızdır. Emîrülmü’minîn Velid bin Abdül-Melik, İslâm yiğitlerinden sizin gibi mücahitleri seçip, harpte ve darpta sebatınıza tam itimatla bu yarımadanın fethine gönderdi. Yunan kızlarıyla sizin istifadenizi ihtiyar etti. Ve Emîrülmü’-minîn’in  bu fetihten tek maksadı, İslâm’ın yücelmesidir. Buranın ganîmetleri size bağışlandı. Şu da mâlumunuz olsun ki, sizi dâvet ettiğim bu işe önce atılacak olan benim! İnşâallahü Teâlâ Lizrak’la karşılaştığımda, canla başla onu vurmaya çalışacağım. Siz de benimle merdâne gayret ve hücum edin. Eğer Lizrak’ı helâk ve mağlup edersem ne âlâ!... Eğer bu yolda helâk olursam sizler daha çok gayret edip vuruşun ve onu öldürmeye çalışın! Zirâ bu cezire ahâlisinin çöküşü, onun öldürülmesine bağlıdır. Ondan sonra işler kolay olur” dedi. Ve muharebeye başladı. Güzel Tedmir’i kahreyledi.

***

Muharebe sırasında tesiri artıran nutuk:

Endülüs tarihinde bildirilmiştir: Bu mağlûbiyetten sonra, Arapların her an kuvvetlendiğini gören Kral, İspanya yarımadasından 90000 kadar asker toplayıp, o sene Ramazan-ı Şerifin ikinci günü, Tarık’ın üzerine yürüdü ve müthiş harp oldu. Sekiz gün süren bu muharebede dünya ile âhiret arasında bir cadde açıldı. İslâm’ın mağlûp olma emârelerini gören Tarık, atının dizginini çekip üzengiye yükselerek cezbeli halde:

–“Ey Mağrib Memleketlerinin Gazileri! Ve ey şecâat sahibi Müslümanlar! Nereye gidersiniz ve gaflet içinde nereye kaçmak istersiniz? Görmüyor musunuz, önünüz düşman, ardınız deniz!.. Size düşen, va’d olunan ilâhî yardıma güvenmek, yaratılıştaki şecâatinizi harekete geçirmek ve er meydanında dayanmaktır. Süvarilerinizi tâkip edin!” deyip atını düşman üzerine sürdü. Askeri de onu tâkip etti. Zafer müyesser oldu. Kral’ın kesilen başı Halîfe’ye gönderildi. (Endülüs Tarihinden)

***

Kumandan tarafından zâbitlere (subaylara) nutuk:

Sultan Orhan zamanında, Şehzâde Süleyman Paşa, Avrupa kıtasına sokulup Gelibolu ve diğer mevkileri zaptetmişti. Bizans İmparatoru; devletin Osmanlılar tarafından mahvolacağını anlayınca Türkleri Avrupa’dan sürmek için Hıristiyan devletleriyle birleşti. Macar, Sırp, Bulgar, Eflâk, Buğdan ve sâirlerden büyük bir ordu hazırladılar. Orhan Gazi, bu haberi alınca askerlerin reislerini toplayıp gayet canlı bir konuşma yaptı:

–“Ey Mücahitler! Öyle ecnebî memleketlerde bizim gibi adetçe az olan mücahitlerin kısa zamanda mazhar olduğumuz bunca fetih ve zafer şüphesiz, güzel niyetimizin mükâfatı ve ilâhî inâyetin neticesidir. Şimdi üzerimize gelen asker gerçi adetçe çok... Lâkin, bizi bu zamana kadar düşmanlarımıza galip getiren ilâhî yardımdan ümitsiz değiliz. Mâlum olduğu gibi, maksadımız İslâm’ı yüceltmek ve Allah yolunda şehit olup ebedî saâdete ulaşmaktır. Şâyet ben şehit olursam, sakın düşmandan yüz çevirmeyin. Zirâ sizin de bildiğiniz gibi düşmandan yüz çevirmek büyük günahtır.”

Hıristiyan ordusu gelip çatmıştı. Osmanlı Ordusu, kendilerinden kat kat fazla olan Hıristiyan ordusu karşısında hezimete yüz tutmuştu. Orhan Gazi’nin bu nutku kumandanlara fevkalâde gayret vermiş, Allah’ın lütfüyle Osmanlı Ordusu zafer bulmuştur.

Bu zafer, Osmanlıların Avrupa kıtasına geçmek için başlangıç olmuştur.

***

Suphî Tarihi’nde bildirilmiş:

150 senesinde Nemli tarafından muhasara edilen Benaluka Kalesi’nin imdadına giden Osmanlı ordusu kumandanı, kendilerinden on misli fazla olan düşman ordusuna bir buçuk saat mesafeye yaklaşıp, asker ve kumandanlara: “Ağalarım, babalarım, yiğitlerim” diye ayrı ayrı iltifat ettikten sonra:

–“Ey Gaziler! Bugün ben de sizinle beraber Cenâb-ı Hakk’ın âciz bir kuluyum. Bugün Dîn-i İlâhî yoluna kurban olacak, velî nimetimiz İslâm padişahı efendimiz uğruna canımızı, başımızı fedâ edeceğimiz gündür. Düşmana galebenin, harp meydanında sabır ve şiddete tahammülle olduğu malûmdur. Şu yiğitlik meydanında, Dîn-i Muhammedî yolunda nasıl bir hizmet, padişah uğruna nasıl bir şecâat göstermek lâzım geldiğini ispat ediniz” demiş ve bu nutkun tesiriyle İslâm askeri büyük şecâat göstermiş, zafer kazanmıştır.

***

 Kanije Kalesi muhasara edilmişti. Düşman askeri hücuma hazırlanırken Tiryakı Hasan Paşa, askeri toplayıp konuştu:

–“Ey Gaziler! Düşman hareketlerinde hücum alâmeti görünüyor. Matyus’un, ordusuyla buraya gelişine bakılırsa, serdarımız ya onların dediği gibi mağlûp olmuş veya benim zannettiğim gibi sefer mevsimi geçtiğinden bu kaleyi sizin emânetinize bırakarak geri dönmüştür. Hakikat hangisi ise, biz burada serdar için harp etmiyoruz. Elhamdülillâh Müslüman’ız. Karşımıza gelen düşmanla cihat vazifemizi yerine getirmek farzdır. Padişah askeriyiz. Velînimetimiz olan İslâm halifesinin bir kalesi değil, bir avuç toprağı için canımızı fedâ ederek yediğimiz ekmeği helâl ettirmek cümlemize vaciptir. Milletimiz, serhattın emniyetini bizden bekliyor. İki millet arasında açılan meydan muharebesine karar bizim gayretimize göre verilecektir.

Üç aydan beri aç kaldık, yastık yerine kılıca yaslandık. Bu kadar ihvânımız gözümüzün önünde şehit oldu. Gülleler içine yuvarlandık. Bu kadar himmet ve gayretin sonu bugün görülecek.

Elhamdülillâh hepimiz biliriz ki, düşman karşısında vefat edenlerimiz şehit olur; sağ kalanlarımız dünya ve âhirette necat ve selâmet bulur. Ben Alman düşmanının hücumunu bilirim. Bir defa yüz dönerse mağlûp olduğu gündür.yerlerinizde karar ve sebat ediniz. İlk hücumda yılmayın. Ondan sonra Allah’ın inâyetiyle zafer bizimdir” diye ağlayarak ak sakalları üzerine akan inci gibi gözyaşlarıyla gâzilerin selâmetine hayır duâlarla son verdi.

Ertesi gün düşman hücuma geçti. Dört defa siperlerden çıktılar ve her defasında def edildiler. Yedi saat şiddetli hücumdan sonra düşman bozuldu. İslâm askeri siperlerinden çıkıp az zaman içinde Hasan Paşa’nın huzuruna 18 000 bin kelle getirdiler. Yaralılar buna kıyas edilsin.

Bu güzel haller, ancak bu yüce millete mahsustur.

***

Başka misâl:

Müşir Derviş Paşa, Karadağ’da, ordusuyla düşmana karşı ilerlerken, birkaç saat evvel bir askerî bölüğün vermiş olduğu zâyiat üzerine şehit cesetleriyle dolmuş bir araziden geçmek lâzım gelmişti; şehitleri öyle serilmiş vaziyette gören askerlerde bir üzüntü ve keder meydana gelmişti. Müşir Derviş Paşa, derhal atından indi ve bir şehidin göğsü üstüne çıkıp askerlere:

–“Ey Gaziler! Şu üzerine çıktığım şehit bize ne diyor biliyor musunuz?:

–Biz dünyada şehitlik rütbesini, âhirette cennet nimetini kazandık. Şimdi de sizin gibi gazilerin düşmana ulaşması için, yattığımız şu bataklıkta vücudumuzu köprü yaptık ki, buralardan kolayca geçmenize hizmet edelim de bir ecre daha ulaşalım, diyor” diyerek askeri coşturdu ve o gün Karadağlılardan İslâm’ın intikamını aldılar.

***

HARPTE HİLE

Muharebeden murat, harbi kazanmaktır, galip gelmek için bütün sebeplere sarılmak lâzım gelir.

Hz. Ali R.A.’den rivayet edilen “Harp hiledir” hadîs-i şerifine göre, muharebede düşmana hile etmek hıyanet değil, harbin icabıdır.

Resûlüllah Efendimiz gazâ için asker sevk edeceğinde gidecekleri taraftan başka bir taraf imâ eder, hile (tedbir) muamelesinde bulunurdu.

Meşhur Timurlenk, hile hususunda acayip şeyler yapar, bir yere asker sevk edecekse bütün kumandanları toplar  gidilecek taraftan başka bir taraf söyler, askeri yola çıkarır, oğullarına etrafı tecessüs ettirir, asker biraz yol alıp da casusların dönme ihtimali kalmayınca, hususi kumandanlarına asıl sefer yapılacak yolda askerin sevkını emreder, ansızın düşmana saldırır ve mağlûp ederdi.

Arap’ta darb-ı meseldir: “Öyle harp hilesi var ki, bir milletin yardımından daha faydalıdır,” derler.

Hile, “güzel tedbir” demektir. Yoksa insanın aklına gelen tezvirât demek değil. Hile kapısını mecburiyet açar. Yani hileye insan mecbur olunca baş vurur.

A.C.: “Ey iman edenler! (Düşmanın hilesine karşı) tedbirinizi alınız.(Nisâ, 71) 

Ayet-i kerimede gecen “Hızr” tabirinin, muharebede düşmanın hilesine karşı tedbir almak olduğunda âlimler ittifak etmişler.

Düşmanın hücum edeceği anlaşılınca:

–Hasmın sende akşam yemeği yemeden (erken davranıp) sen onda sabah kahvaltını et! kabilinden düşman bir hileye baş vurmadan mukabil hileye mürâcaat edilir.

***


 
 

Bir Misal:

Kureyş kâfirleri taraftarlarıyla birlikte Medine-i Münevvere’yi muhasaraya karar verdiklerinde, Medine yakınında bulunan Benî Kurayza Yahudileri, Resûlüllah S.A.V. ile sulh yapmış oldukları halde, ahitlerini bozup Kureyş’le birleşerek büyük belâ haline gelmişti. Bu sırada henüz Müslüman olmuş ve İslâm’ını gizleyen Arap dâhîlerinden Naim bin Mes’ud Eşceî R.A., Resûlüllah’ın izniyle Arap kabilelerinin birleşmelerini bozmak için bir hile yaptı. Evvelâ Kureyş’in büyüklerine varıp:

–“Ey Kureyşliler! Benim size olan yakınlığımı ve Muhammedîlere olan düşmanlığımı bilirsiniz. Size bir iyilik etmek isterim... Biliyorsunuz, Beni Kurayza, Muhammedîlerle sulh yapmıştır. Sizden bazı kimseleri rehin makamında alıp Muhammedîlere verecekler. Onlar da rehinlerinizi alıp öldürürler. Bu nasîhatimi iyi saklayın...” dedi. Kureyşliler bu nasihati memnuniyetle kabul ettiler.

Sonra Beni Kurayza’ya varıp sevgi tezahürü gösterdikten sonra:

–“Ey Kavmim! Siz Muhammedîlere yakınsınız. Halbuki onlar sizin için tehlikelidir. En iyisi Kureyş’ten rehin isteyin de, muharebe bitip Muhammedîler gittikten sonra Kureyş sizi yalnız bırakıp gitmesin” dedi.

Bu nasihat Beni Kurayza’nın hoşuna gitti ve kureyş’ten ittifak alâmeti olmak üzere rehin istediler. Kureyşliler kendi aralarında durumu görüşürken, Naîm-i Eşceî’nin dediklerine ve Beni Kurayza’nın Müslümanlarla ittifak etmiş olduğuna inandılar. ve rehin vermediler.  Beni Kurayza da Kureyş’in rehin vermemesi hususundaki ısrarlarını görünce, “Naim’in sözü doğruymuş” dediler. Böylece aralarına nifak girdi ve Müslümanlar tehlikeden kurtuldu.

 

Başka Misâl:

760 tarihinde, Müslümanları Avrupa’dan tamamen çıkarıp atmak için, Sırp, Macar ve sair milletlerden toplanan yüz binin üzerinde bir kuvvetin, sayıları onbin kadar olan İslam askeri üzerine geldiklerini haber alan Başkumandan Şahin Paşa, en kıdemli ve tecrübeli kumandan olan Hacı İl Bey’i az bir askerle keşif için ileri gönderdi. Düşman ordusu ise, adedi az olan mücahitleri küçümseyerek galip gelecekleri inanç ve gururu içinde silahlarını bırakıp Meriç nehri kenarına yayılmıştı. Gazi Hacı İl Bey, bunu fırsat bilip maiyetindeki askerleri dört kısma ayırdı, güzelce tertip etti. Gece yarısından sonra düşman üzerine dört koldan hep birlikte Allah Allah nidalarıyla saldırıp, düşman ordusunu serseme çevirmiş, sonra çekilmişti. Şaşkına dönen düşman, sabaha kadar birbirlerini kırıp, kılıçtan geçirdi.

O mahal, halen Sırpsındığı adıyla anılmaktadır.

***

Ebu Ubeyde bin Cerrah R.A., Bâyezid-i Bestâmî Hazretlerinin kabri bulunduğu Rastan mevkiindeki kaleyi fethe çıktığında, bir türlü fethedemez ve hileye baş vurmak icap eder. Ebu Ubeyde Hz., kale kumandanına, İslâm ordusunun başka yere sefer edeceğini,  ordunun ağırlıklarını taşımak istemediklerinden bunların kale içinde muhafazası kabul edildiği taktirde muhasarayı kaldıracaklarını söyler. Muhasaradan bezen kumandan teklifi memnuniyetle kabul eder.

Yirmi sandık içine seçkin mücahitlerden yirmi yiğit konup kaleye gönderilir. Kale dışındaki İslâm askerlerinden bir kısmı Halid bin Velid Hz.’nin komutasında pusuya yatar; diğer bütün askerler çekilip gider.

Kaledeki halk sevinçle kiliseye dolup âyin yaparlarken yirmi bahadır, sandıklardan çıkıp önlerine geleni tehdit ederek kumandanın evine gidip kale kapısını açtırdılar. Bu anı bekleyen Hz. Halid ve askerleri kaleye girip şehri teslim alırlar.

***

Başka misâl:

Mekke İslâm ordusu tarafından muhasa-ra edildiğinde, askerin, çok görünmesi için Rasûlüllah S.A.V. tarafından gece her askerin bir ateş yakması emredilmiş ve bu hile ile Mekke’nin fethi müyesser olmuştur.

***


 
 

Başka misâl:

Birinci Murat Han, Edirne’yi muhasara edip de netice alınamayınca bir hileye baş vurur:

Meşhur büyüklerden Hacı İl Bey, güyâ Sultandan  gördüğü haksız muamele üzerine kaçarak Rumlara ilticâ eder ve peşi sıra birer ikişer bu şekilde ilticâ edenleri de kabul ettirir. Nihayet kale içinde toplanan yiğitler birleşip, Rumların kendilerine olan itimatlarından istifade ile kale kapısını açıp, İslâm ordusunun zaferini temin ederler.

****

Başka misâl:

Hicretin dokuzuncu senesi, Serdar-ı Ekrem Halid bin Velid R.A., Herakliyüs’ün Şam’ı muhasara için gönderdiği elli bin askerle yaptığı muharebede, evvelâ askerin şecâatini tahrik için bir nutuk irat etmiş; bu nutukta, sebat edip şehit olanların âhirette görecekleri nimetlere, firar edenlerin de dünya ve âhirette helâke ve zillete düşecekleri hakkında tesirli sözler söylemişti. Bu nutuk İslâm kadınlarının da cihada iştiraklerine sebep oldu, hepsi harp meydanına gelip erkeklerin arkasında saf tutular, kaçan olursa, onları katletmeye karar verdiler. Bu suretle İslâm askeri firar etmek şöyle dursun, eşsiz şecâat göstermiş ve zafer kazanılmıştır.

***


 
 

ASKERÎ MÛSİKÎ

Geçmiş sultanların âdetindendir. Müca-hitler harp meydanında saf tuttuğunda veya daha evvel onlara güzel sesli şâirlerle heyecan verirlerdi.

Muteber kitaplarda bildirildiği üzere tegannî ve lahn mutlak haram olmayıp zaman, mekân, niyet, şahıslar, âletler ve mûsikî ile söylenmesinde değişik hükümleri olan bir meseledir.

Maksat; muharebeye mahsus mûsikîdir; muharebe sırasında ruhları canlandırmaktır.

***

SANCAK

Muharebede sancağın kalplere tesiri malumdur.

Hz. Fahr-i Âlem S.A.V. Efendimiz bu hususa ehemmiyet verirler, ne tarafa asker sevk etse sancak bulundurmayı emrederdi.

Şam’dan gelen Kureyş kavmini vurmak için gönderilen otuz nefere verilen ve bizzat Resûlüllah S.A.V. tarafından yapılmış olan beyaz sancak, İslâm’daki ilk sancaktır. Dört büyük halîfe zamanında da bu hususa riâyet edilmiştir.

Sancağa tâzim vacip olup, hazarda ve seferde muhafazası mühim işlerdendir. Çünkü sancağın namusu, askerin namusudur. Muharebe esnasında onun düşman eline geçmesi, ordunun şeref ve haysiyetini kırar. Bu durum, orduda maneviyatın perişanlığına delildir. Muharebede düşmana sancağı kaptırmaktansa, o uğurda can vermek kat kat şerefli. Sancak teslim edilmez.halin icabına göre ya yakılır, ya da yok edilir.

Sancak uğrunda o kadar büyük fedâkârlıklar yapılmış ki, tafsiline bu kitabın hacmi kâfi gelmez. Misâl:

Bağdat Kalesi, Vezir Murtazâ Paşa tarafından muhasara edilmişti. Bir içoğlanı, sancağı kapıp kale duvarına tırmanmış, bârû kenarına sancağı dikmiş ve orada şehit olmuştu. Sancağın muhafazasız kaldığını gören bir diğer asker, düşman eline düşmesin diye onu eline aldı. Fakat o da şehit oldu. Bir başkası da bu şekilde şehitlik şerbetini içti...

Vezir Murtaza Paşa, bizzat varıp hançerini duvara sapladı, ona basarak çıkıp kenar bârûya sancağı dikti; ancak göğsünden vurulup şehit oldu.

Tarih kitapları, sancak uğruna yapılan fedâkârlıklarla doludur.

***

KILIÇ VE KALEM

Devletlerin işi bu iki mühim kuvvetle yürür. Düşman taarruzundan ise, kalemden ziyade silâha ihtiyaç görülür. Bu itibarla silâhın ehemmiyeti, kalemden üstündür.

Batı’da, medeniyet örtüsü altında yürütülen tahakküm ve istîlâ   hareketleri, devletleri birbirlerine karşı silâhlanmağa mecbur etmiştir.

Devletler arası anlaşma ve şartlara rağmen, kuvvetçe üstün olan, çeşitli bahanelerle anlaşmayı bozup istediği gibi hareket etmektedir. Hattâ, kuvvetçe üstün olan, devletler arası mahkemenin hakimini etkileyip “Hüküm galibindir” kaidesince davasını kazanmaktadır.

Hadîs-i şerifte: “Hayır kılıçtadır” ve “Hayırlı maksat, silâh sebebiyle hasıl olur” buyurulmuştur.

Her ne kadar kalemin kuvveti inkâr olunamazsa da, Kâinâtın Efendisi, kat’i olarak maksada olaşmanın silâhla olduğunu beyan ve talim eylemiştir.

Birleşmiş milletler ve devletler arası hukukun dahî kuvvet karşısında tesiri görülmüyor. Diplomasî denilen şey, umumi hukukun muhafazasına kefil görülse de, “Hüküm gâlibindir” kâidesi cihana ferman okuyor.

 

Şiir:

Bu mesel ile bulur cümle devletler fevz ü felâh;

Hazır ol cenge eğer istersen sulh u salâh.

 

H.Ş: “Vatan sevgisi imandandır.

Aziz vatan; huzur ve istirahat mahallidir. Onun düşman eline düşmesi, millet için büyük belâ, zillet ve musîbettir. Çünkü düşman mukaddes vatana ayak bastı mı, azizleri zelil; halk tabakasını da yerle bir eder. Nice gün görmemiş nâzeninler, çeşitli hakaret ve zillete uğrayarak can verir. Her karış toprağı şehit kanıyla yoğrulmuş yüce vatanımız, asîl ecdadımızın yâdigârı, bütün nimetleriyle bize kucak açan, ana gibidir.

Vatanı koruyamayanlar, namuslarını heder, geleceklerini ziyan ederler. Vatanı muhafaza edemeyenler, kendilerini de evlat ve torunlarını da elleriyle düşman işkencesine teslim ederler.

Vatan müdâfaasını bilmeyenler, çekirge sürüsü gibi dağılmış, ocakları sönmüş, zillet içinde can vermişlerdir. Endülüs Devleti mühim misâl:

Araplar Endülüs’te 800 sene hüküm sürmüşlerdi. Sonra, birlik ve dirlikleri bozulup, işleri nifak ve ihtilâf belâsıyla karışınca, vatanlarını koruyamadılar, İslâm’ın haysiyetine uymayan bir anlaşma ile namus ve hürriyetlerini Hıristiyanlara teslim edip, mahvoldular. Meliklerden bazıları mülkünü muhafaza edemeyip düşmana terk ederek Fas’a iltica etti ve Fas Sultanı tarafından gözlerine mil çektirildi. Böylece, vatanı muhafaza uğrunda gösterdikleri ihmalin cezasını bu dünyada da görmüş oldular.

Endülüs Sultanı Abdullahi’z-Zâil, kaldırımlarda:

–Merhamet edin. Ben Endülüs Sultanı Abdullahi’z-Zâil’im. şimdi sadakaya muhtacım, diye dilenir hale düşmüştür.

Sultanın bu hakir hâli, halkın sefâlet ve perişanlığına delildir.

Kral Ferdinand,  Benî Ahmer Devletinin merkezi olan Gırnata şehrini muhasara ettiğinde Endülüs Sultan Abdullah-is Sağır bir meclis tertip etti. o mecliste Musa  bin Gazan’dan gayrisi boyun bükmüş oturuyorlar ve kendi selâmetlerini düşünüyorlardı. Musa bin El-Gazan:

–Ey Kraldan medet ummayı tedbir sanan gayretsizler! Selâmetinizi ve haram yollardan biriktirdiğiniz mallarınızı bu şekilde koruyacağınızı zannediyorsanız, Ümmet-i Muhammed’in helâkine razı oluyorsunuz. Ama Allah biliyor ki, bu yanlış kararınızın akıbeti,pek vahimdir. Başka delile ne hâcet! Bugüne kadar Kralın idaresinde kalan Müslümanların hali meydanda! Hıristiyanların bizler için besledikleri kin ve düşmanlık, Gırnatayı aldıktan sonra sönecek mi? bir kere birliğimizi bozup Gırnata’yı alsınlar, başımıza ne ateşler yağdırırlar, görürüz. Üç milyon nüfusumuz varken İslâm devletini yok edip Hıristiyanlara kendi elimizle kendimizi esir etmek şâyeste değildir. Bize vacip olan, son nefesimize kadar ve milletimiz uğrunda çalışmaktır. Cenâb-ı Hakk’ın mazluma yardımı ızdırap çekerken ulaşır. İşte ben bu yolda canımı fedâ etmeye hazırım. Namusla ölmek, düşmana esir düşmekten bin kat iyidir, deyip sustu.

Sonunda Kral’ın yalancı vaatleri karşısında şehri teslime karar verdiler ve anlaşmayı imzaladılar. Bu imza üzerine memleket Müslümanların feryad ü figanıyla inlemeye başlayınca, meclis yeniden toplandı. Mûsa El- Gazan meclise hitâben:

–Şimdi gözyaşı değil, kan dökme zamanıdır. Şimdi vatan ve devlet uğrunda terk-i hayat etmek, velinimetin son nefesinde başı ucunda bulunup ağlamaktan evlâdır. Eğer siz düşmanın, ahdinde sebat edeceğini sanıyorsanız, aldanıyorsunuz. Onların, bizim kanımıza nasıl susadıklarını bugüne kadar görmedik mi? İlerde karşılaşacağımız eza ve cefalar yanında korktuğumuz ölüm pek hafif kalacak. Bugün mal ve mülk derdiyle namus ve şereflerini terk eden korkaklar, yakında onların gözleri önünde yağmalandığını; güya muhafaza ve hürmet edileceği söz verilen mâbet ve mescitlere nasıl hakaret edildiğini; karıları, kızları, anaları sefil düşman askerlerine  şarap kadehleri sunduklarını görecekler!.. Afrika’daki İslâm memleketlerinden yardım isteyelim. Gücümüz yettiği kadar kendimizi müdafaaya gayret edelim. Ben bu zilletten kendimi kurtarmanın yolunu biliyorum. Ama Ümmet-i Muhammed’e acıyorum, dediğinde mecliste bulunanların hiç birinden müspet, menfi bir cevap çıkmadı.

Hulâsa; kendisine uyan kimse çıkmayınca büyük bir hüzünle evine gitti, atına binip şehrin civarından geçerken üzerine Hıristiyan askerleri hücum etti. büyük celâdet ve kahramanlıkla bunlardan bir haylisini telef ettiyse de  aldığı yaralar neticesinde şahâdet şerbetini içti.

Nihayet, şehrin tesliminde Hıristiyanlar hiçbir din ve mezhebe sığmayan fenalıklar yaptıktan başka anlaşmadaki bütün maddeler unutulup ne kadar cami varsa hepsi kiliseye çevrildi. Elhamra Sarayı’na put asıldı. Gün görmemiş yüzlerce kız, Avrupa krallarına hediye edildi. Âlimler sokaklarda hakaret gördü. İnsanlar zulüm ve taassup neticesi ateşde yakıldı. Evler ocaklar yerle bir edildi. Kıymetli kitaplar yakıldı ve Arab’ın ilmî varlığı olan hüner ve irfanı yok edildi.

Şehir Hıristiyan ordusuna teslim edildiği gün Abdullah’is- Sağîr, Gırnata’dan ayrılıp (Arabın Âh Ettiği yer) nâmıyla anılan tepeden Gırnata’ya baktığında sarayında haçı görüp de nedâmet gözyaşları dökerken, ona anasının sözleri:

–“Ağla rezil ağla! Erkek gibi dövüşmeyene karılar gibi ağlamak düşer.

Nefsâni arzular uğrunda bunca şan ve şöhreti ayaklar altına aldın. Bir kere de geleceği düşünmedin. Ecdadın:

–Sana teslim ettiğimiz İslâm kılıcını ne yaptın? Gırnata’yı, Elhamra Saray’ını kime teslim ettin? Savlet ve heybetleriyle düşmanlarını daima perişan eden bahadırları hangi düşmana karşı kullandın? Küheylan atlar ne oldu? diye sorarlarsa, ne cevap vereceksin! Rûz-i Cezâda onların yüzlerine nasıl bakacaksın!

Yoksa:

  

–Bıraktığınız kılıcı bana itâat etmeyen esirleri, arzuma uymayan cariyeleri kesmekte kullandım. Gırnata ve Elhamrâ’nın yalnız bahçelerini sever ve eğlenirdim. Vatan müdâfaasına hiç ehemmiyet vermezdim. Ordularınızı kendi nefsânî isteklerimi tatmin için düşmanların elinde kurban ettim. Sizin gazada binip hücum ettiğiniz atları cariye getirmekte kullandım, mı diyeceksin!..

Kaç korkak kaç! Artık Arap Padişahının, vatanında hükmü kalmadı. Bundan sonra Afrika çöllerinde haşarat gibi yaşayacaksın. Git, bundan sonra hayatını zillet ve alçaklık içinde geçir! Şunu da unutma ki, yalnız bu rezaletle kurtulamayacaksın. Öldükten sonra da toprağı kirleten parçaların:

–Endülüs İslâm Devleti’ni, Gırnata’yı eliyle düşmana teslim eden alçak Abdullah’is- Sağîr’in cesedi bu toprak altındadır, sözlerini işitecektir...”

***

 

MİLLETLER ARASI HAKLAR

Hak iddiâsıyla milletler arasında çıkan davaların halli silâha dayanır ve harp meydanı hakimi de kuvvettir.

Sulh zamanında geçerli hukuk kaideleri de var; burada harp hâlindeki bazı kaidelerden bahsedeceğiz.

İslâm askerine hiçbir surette zararlı olmayan kadın ve çocukları öldürmek veya ölümlerine sebep olan harekette bulunmak şer’an yasaktır.

Peygamberimiz S.A.V., bir muharebede, öldürülmüş kadın gördü:

–“Dikkat edin! Bu öldürülmez” buyurdu.

Kezâ; düşman ülkesinde oturan, fakat silâh kullanmayan kimselere de dokunmak yok; düşmanla birlik halinde olmayan din adamları, körler, kötürümler ve sakatlar hakkında güzel muamele lâzım gelir. Mal ve bedenle düşmanı destekleyenler hâriç... Hiçbir surette yardımcı olmayan ihtiyarlara da merhametle muamele icap eder. Müslümanlar, milletler hukukuna dâima uymuştur...

–Af, zaferin zekâtı, diyerek ele geçirdikleri binlerce esiri de âzât etmişlerdir.

Endülüs’ün son günlerinde İbrahim adında bir bahadır, düşmanı dağıttıktan sonra çayırlıkta oynayan Hıristiyan çocuklarına “Haydi çocuklar! Annelerinizin yanına gidin. Burada size bir zarar gelmesin” demişti; “Neden onları öldürmedin” sözüne:

–Sakal ve bıyıkları olmadığından, diye cevap vermiştir.

Ne garip ki; Hıristiyanlar Endülüs’ü teslim alınca, Kral Ferdinand, İbrahim’i sarayına çağırtıp küstahça öldürtmüş; bu hareketi kendi halkı tarafından da nefretle karşılanmıştır.

Hıristiyan âleminde, Müslüman katliâmına dâir nice misâller var:

Endülüs’te Muhammed En- Nâsır bin Yakup El- Mensur’un saltanatı zamanında, Kral Alfons, Hıristiyan ordusuna:

–Her kim bir Müslüman’ı esir alır da onu öldürmezse idam edilecek, talimatını verdi. Bunun üzerine Endülüs’e saldıran Hıristiyan askerleri çoluk çocuk, kadın, yaşlı, sakat demeden –Avrupa tarihçilerinin verdiği rakama göre– 300.000 Müslüman’ı katlettiler.

Çin Hıristiyanları da bundan sadece bir asır evvel 200.000 Müslüman’ı aynı şekilde katlettiler.

İslâm orduları ise şer’an câiz olmadığından tarih boyunca hiç bir zaman böyle bir vahşete bulaşmamış; mabetlere de dokunma-mıştır.

Misâl:

Kanûnî Sultan Süleyman, Viyana muhasarası sırasında Sen Stefan kilisesine top atılmasını men etmişti. Avusturyalılar da Osmanlı’ların milletler hukukuna gösterdikleri bu riâyete karşılık kilisenin kubbesine bir ay- yıldız işlemişlerdir.

M. 1870 senesinde Almanlarla  Fransız-lar arasında çıkan mezhep kavgasında Almanlar o kadar ileri gitmişti ki, her tarafı yakıp yıktılar, Avrupalı, o zaman Kanûnî’nin Viyana Muhasarasındaki  o âlicenaplığını hatırlamak ve uzun uzun bahsetmek zorunda kalmıştır.

***


 
 

MÜTÂREKE (ANLAŞMA)

Düşman tarafından mütareke için bir teklif gelirse, kumandan inat etmeden kabul etmeli... Çünkü mütâreke, sulhun başlangıcı demektir. Usûlünce sözleşme yapmak, fazla hırs göstermeden mütârekeyi kabul etmek lâzımdır. Aksine hareket doğru değildir.

Hatanın büyüğü, sulh isteyenle muharebe etmektir. (Keyhüsrev) 

 

TEDBİR

İlim sâhipleri: İnsanlar için doğum, gelişme ve ölüm çağları olduğu gibi, devletler için de aynı usüller vardır, dediler.

Askerin rahat, süs ve sefâhat gibi şeylere kapılması, umûmî çöküntüye sebeptir. Bundan devlete zarar gelir. Ancak; hastaya uygun ilâç verildiği gibi, çöküntü görülen devlet de tedbirle kurtulur.

İnsan dört unsurdan (ateş, toprak, su, havadan) meydana geldiği gibi, İslâm’ın birliği de dört unsurla ayakta durur:

1– Alimler, hava,

2– Askerler, ateş,

3– Tüccar, su,

4– Halk da toprak gibidir.

 

AZİM VE GAYRET

Bir şey elde etmek için ciddî gayret sarf ederken meşakkat ve yorgunluğa tahammül etmekli... Böyle hareket edenler yüce hikmetlere mazhar olurlar. (Ahlak-ı Ahmediye) 

Hikmet:

Âl-i Tâhir’den sordular:

–Devletlerin çöküş sebebi nedir?

–İçkiye düşkünlük; azim ve gayreti terk etmektir, dediler.

***

 

ÜMMÜ İBRÂHÎM’İN ÎMÂN GÜCÜ

Düşman Bosna’ya hücum etmiş, şehri müdâfaa için gâziler toplanmıştı. Büyük şeyhlerden Abdülvahid namında bir zat da gazilere, cihad ve fazileti; mücahitlere ihsan olunan hurilerden birini medh ve târif ederken aralarında bulunan Ümmü İbrahim namındaki bir saliha hatun ayağa kalkıp:

–Yâ Şeyh, oğlum İbrahim’e şehrin eşrafından pek çoğu kızını vermek istediği, benim de hiç birini oğluma münasip görmediğim mâlûm olsun. Oğlumu sizinle birlikte muharebeye göndereceğim ve bu medhettiğin huriyi oğluma alacağım. Allah’tan oğlumun bu cenkte şehit olmasını ve o huriyi oğluma ihsan etmesini dilerim, dedi ve evine gidip olanları oğluna anlattı. Oğlu İbrahim de büyük bir memnuniyetle razı oldu. Kadın, oğlunun şahâdeti için duâlar ettikten sonra malından on bin altın getirip:

–Yâ Şeyh, bu paraları gazâ yolunda harcayınız ki, o hurinin mihri olsun, dedi. evine döndü, sefer hazırlığı yaptı ve:

–Oğul! Düşmanla karşılaştığında sakın gönlüne korku getirme. İnşallah seninle Hakk’ın divanında buluşuruz, diyerek çeşitli nasihatlerden sonra gözlerinden öpdü, uğurladı.

İbrahim, o muharebede kahramanca dövüştü ve şehit düştü. Asker muharebeden dönüşünde karşılayanlar arasında Ümmü İbrahim de vardı. Şeyhin önüne varıp:

–Yâ Şeyh! Allahü Teâlâ, oğlumu kabul etti mi? diye sordu. Şeyh:

–Yâ Ümmü İbrahim, Allahü Teâlâ duânı da oğlunu da kabul eyledi, deyince son derece memnun olup:

–Yâ Rabbî, senin inâyet ve ihsanına binlerce hamd ve şükürler olsun. Beni bâr-i gâh-ı ulûhiyetinden mahrum döndürmedin ve oğlumu kurbanlığa kabul buyurdun, diyerek şükür secdesi etti.

***

 

EBU UKAYL R.A.

Sahâbe-i Kiram ve geçmiş büyükler, yaralanmak ve şehit olmaktan aslâ çekinmez, hattâ temennî ederlerdi.

Yemâme Harbi’nde Ebu Ukayl Hz., daha muharebenin başında göğsüne ve bir koluna ok isâbetiyle ağır yaralanpı vücudu zayıf düşmüş, çadıra gelip yatmıştı. Bir ara muharebe şiddetlenmiş, askerlerde yılgınlık görülmüştü. Ashab’tan Muaz bin Adiyy R.A. gazilere hitâben:

–Yâ Ensar, gayret edin. Huneyn’deki gayreti gösterin, diye çağırdı.

Ebu Ukayl Hz., bu sesi duyunca kılıç alıp çadırdan çıktı. Kendisine:

–Heey sen yaralısın! Nereye gidersin, diyenlere:

–Muaz Ensar’ı çağırıyor. Ben de onlardanım. Gitmem lâzım, diye cevap verdi. Düşman üzerine vardı. Sağlam kolu da kesildi. Son deminde kendisine:

–Muharebe ne halde? dediler.

–Düşman bozuldu, dedi ve şahâdet getirip ruhunu teslim etti. (Desâis-i Harbiye) 

***

 

ABDULLAH BİN HANZALA HAZRETLERİ

 

Medine halkı Hz. Muâviye R.A.’ı hal edip (saltanattan alıp) Abdullah bin Zübeyr’e bîat ettiklerinde Muaviye tarafından Müslim bin Ukbe adındaki fâcir kumandasında bir ordu Medîne üzerine gönderilmiş, halk da bu orduya karşı koymuştu. Bir ara askerde yılgınlık görülmesi üzerine, Abdullah bin Hanzala Hz., askere şevk vermek için sekiz oğlunu da birbiri ardınca cepheye sürmüş ve hepsi şehit olmuşlardı. Onların arkasından kendisi de kılıcını çekip; bir daha koymamak için kınını kırmış “Bismillâhi Allahü Ekber” deyerek düşman üzerine hücum etmiş; bir çoğunu kırıp kendisi de şehit olmuştur.

***

 

 

ENDER İNSAN VE SÖZLERİ

Yıldırım Beyazıt’ın Niğbolu zaferi sırasında Esir aldığı ehl-i sâlip kumandanları arasında Fransız asili, Kralın akrabası kont; bir daha Osmanlı aleyhine kılıç çekmemeye yemin etmiş ve Fransa tarafından verilen fidye karşılığında serbest bırakılmıştı. Padişah-ı Âlişân, onu bırakırken askerlerin huzuruna çıkarmış ve:

–Verdiğin sözü sana iâde ediyorum. Erkeksen git, dünyada ne kadar Hıristiyan varsa, başına topla, öyle gel. Bu benim için güzel bir kahramanlık imtihanı olur. Hiçbir şeyle, beni bundan daha fazla memnun edemezsin, demiş ve iltifatlar ederek Kont’u serbest bırakmıştır... 

 

   
© incemeseleler.com