ÖNSÖZ
Cihat:
Lügatta söz ve işle maddî mânevî gücünü sarf etmek mânâsınadır.
Şer-i
İstilah’ta: İnsanları Din-i İslâm’â dâvet, Kelime-i Tevhid’’i yüceltmek ve
beşeriyeti Tevhid nuruyla küfrün sıkıntıla-rından kurtarmaktır.
Veya:
Mülk-i İslâm’a musallat olan belaları bütün gücüyle def’etmek, İslâm’ı kabul
etmeyenleri vergiye bağlamak sûretiyle her hususta himâye altına alıp, huzûra
kavuşturmaktır.
Âyet-i
Celîle ve hadis-i şeriflerle Müslümanlara cihadın farz olduğu bildirilmiştir.
(El cihâdü mâdin ilâ yevmil kıyâmeti) hadis-i
nebevîsi ile beyan buyurulduğu üzere cihat maddi cihetten dış düşmanlarla,
mânevî yönüyle nefs-i emmâre ile olmak üzere kıyâmete kadar devam edecektir.
İmâm-ı
Rabbânî Hz.leri buyuruyor: “Cihad’dan
maksat, İslâm’ı yüceltmek, din düşmanlarını zelil etmektir.” Ve “Leşker-i kaza (Harb eden asker) Leşker-i duâya muhtaçtır. Harp eden asker
cesetse, duâ ile onlara imdat eden Müslümanlar ruh mesâbesindedir. Ruh olmadan
ceset muzaffer olamaz.”
Bu
îtibarla, maddî ve mânevî, zâhirî ve bâtinî güçler birleşmeden zafer beklemek hayaldir...
Zamanımızda
mânevî cihet unutulmuş, sırf madde gücüne değer vermişler. Bu sebeple, bir
hâdiseyi silah gücüyle durdurur ve söndürür, lâkin mısır patlar gibi yeryüzünde
harplerin, hâdiselerin ardı kesilmez.
Cihad;
cephe bozulmadan önce farz-ı kifâye, cephe bozulduğunda ise farz-ı ayn’dır;
erkek, kadın, büyük, küçük eli silah tutan her Müslüman (kadın erkeğinden izin
almağa muhtaç değil) hemen cepheye koşar... Bu gün cephe bozulmuş mu, bozulmamış
mı, Onu ehlinden öğrenmeli.
Bu
risâlede, cihad hakkında, sahabe-i Kirâm’dan, İslâm büyüklerinden Allah yolunda
yapılan fedâkârlıklar ve ibretli hâdiseler arz olunacaktır.
Lütuf
ve inâyet, tevfik ve hidâyet Cenâb-ı Hakk’a mahsustur.
YAYINEVİ
CİHAD
Bismillâhirrahmânirrahîm
A.C.:
Cihad Hakkında Âyet-İ Celile Mealleri
A.C.: Mü'minler, Allah yolunda muha-rebe eder, kâfirler de
Tâgût”un (şeytanların) yolunda muhârebe ederler. (Ey
Mü'minler!) Siz şeytanın (askerleri
ve) dostları (olan kâfirler) ile harp edin. Şüphesiz şeytanın hilesi
zayıftır. (Nisa 76)
A.C.: Dünyâ
hayatını âhiret (nimet-lerin)e satanlar, (âhiret hayatını dünya hayat ve nimetlerinden üstün
tutanlar,) Allah yolunda düşmanla muhârebe etsinler. Kim
Allah yolunda muharebe edip öldürülür
veyâ gâlip gelirse yakında biz ona büyük ecir veririz. (Nisa
74.)
A.C.: Şüphesiz Allahü Teâlâ mü'min-lerden mallarını ve
canlarını, cennet karşılığında satın almıştır. (Onlar) Allah
yolunda savaşırlar. Ölürler ve öldürürler, (gâzi ve şehid olurlar. Bu
bedel,) Tevrat, İncil ve Kur'an'da (sâbit), Allahü Teâlâ üzerine hak (ve kat'î) bir va'ddir. Ahdini Allah'tan daha iyi
yerine getiren kimdir? (Ey Mü'minler!)
Yapmış olduğunuz alışverişinizle sevinin. Bu en büyük saâdettir. (Tevbe111)
A.C.: Muhakkak ki Allahü Teâlâ, kendi yolunda, (taşları içten ve dıştan ) birbirine kenetlenmiş binâlar gibi saf tutup cihad edenleri sever. (Saf 4)
A.C.: Ey Îman Edenler! Size bir ticâret (yolu) göstereyim
mi ki, o sizi elem veren azaptan kurtarsın: Allah'a ve Rasûlüne îman eder,
mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bu
sizin için hayırlıdır. (Bu taktirde
O,) günâhlarınızı bağışlar; sizi
altından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerinde temiz ve hoş meskenlere
koyar. İşte bu büyük kurtuluştur. (Saf 10-12)
A.C.: Allah
yolunda öldürülenlere "Ölüler" demeyin. Bilki onlar
(bizim indimizde hakîkî hayat ile)
diridir. Lâkin siz (onların diri olduğunu) bilemezsiniz. (Çünkü onu idrak aklın tâkatı dışındadır).(Bakara
154)
CİHAD HAKKINDA HADİS-İ ŞERİFLER
*Cihad,
kıyâmete kadar devam edecektir.
*Müşriklere
karşı mallarınız, canlarınız ve dillerinizle cihad ediniz. (Kırk
mevzuda kırk hadis C.2 H.17)
*İyi
insan, atının veya devesinin sırtında veya ayakları üzerinde kendisine ölüm gelinceye
kadar Allah yolunda dîni yüceltmek için çalışandır.
*Yalnız
alışverişle (veya yalnız çiftçilikle) uğraşıp, cihadı terk ederseniz, Allahü
Teâlâ üzerinize sizi ezecek kimseleri musallat kılar ve bu hal dininizin
emirlerine dönünceye kadar devam eder. (Râmûz, 148/1)
*
Allah yolunda cihad için yapılan bir sefer, elli nâfile hacdan hayırlıdır. (Râmûz
295/4)
*Kimin
ayakları Allah yolunda tozlanırsa, Allahü Teâlâ onu ateşe haram kılar. (Râmûz.
407/3)
*Mü’minler
ne zaman dünyaya meyledip din gayretinden uzaklaşırsa, düşmanları galip, kendileri
mağlup olurlar.
*
Din ve vatan uğrunda cihad etmeden (veya bunu arzu etmeden) ölen kişi, nîfaktan
bir şu’be üzerine ölmüştür.
*Bir
saat düşman karşısında durmak, Hacerü’l Esved yanında Kadir gecesini ihya etmekten
üstündür.
*
Allah yolunda olanlara yardım eden kimsenin her nefesine bir kırat sevap
verilir. Bir kırat, Uhud Dağı kadardır.
*
Sizden biriniz düşman karşısında az veya çok durması, âilesi ve çocukları
içinde altmış sene namaz kılmasından hayırlıdır. (Râmûz,
393/11)
*
Nefsim kudret elinde onan Allahü Teâlâ’ya yemin ederim ki, Allah yolunda öldürülmeyi,
sonra dirilmeyi, sonra öldürülmeyi sonra dirilmeyi, sonra tekrar öldürülmeyi isterdim.
Cihada koşunuz; Çünkü o benim ümmetimin ruhbâniyetidir.[1] (Râmûz,
128/3)
* Ebû Hureyre R.A.den varid olmuştur:
-“Amellerin hangisi daha faziletlidir”, diye Resûlullah
S.A.V.’e soruldu:
-“Allah ve Resûlüne îmân etmektir” buyurdu.
-“Sonra hangisidir?”, dendi.
-“Allah olunda cihad etmektir”
“Sonra hangisidir?”,
-“Makbul olan hacdır”
buyurdu. (Muhtarü-l Ehâdîs, s.195)
*
Allah yolunda bir mücahidin misali, gündüz oruç tutup, gece namaz kılan kimseye
benzer. Tâ ki dönünceye kadar... (Râmûz 391/10)
* Mü’minin en efdal ameli Allah için cihad etmektir. (Râmûz
116/2)
* İslâm’ın zirvesinin zirvesi Allah yolunda
cihaddır. Buna ancak Müslümanların efdal olanları mazhar olur.
(Râmûz 286/2)
* Ben
bana îman eden ve Allah yolunda cihad eden kimseye, cennet bahçesinde, Firdevs
cennetinde ve And cennetinde köşk sahibi olmasına kefilim.
(Râmûz...152/3)
* Cennet kılıçların gölgesi altındadır. (Râmûz...200/14)
* Kılıçlar cennetin anahtarıdır. (Râmûz,
215/7)
*
Allah yolunda bir mücâhidi doyurmam ve sabah-akşam ona yardım etmem, bana dünya
ve içindekilerden sevimlidir. (Râmûz, 345/2)
*
Bir kimse Allah yolundaki bir mücâhidi techiz etse, o da aynı ecri alır.
Bir
kimse Allah yolundaki bir gâzinin âilesine hayırlı bir sûrette vekâlet eder ve
infakta bulunursa, yine aynı ecri alır. (Râmûz, 416/10)
*Bir
kimsenin Allah yolunda yüzü tozlanırsa, Allahü Teâlâ kıyâmet günü onun yüzünü
emin kılar. Ayakları Allah yolunda tozlanan kişinin de ayaklarını cehennemden
emin eyler. (Râmûz, 382/3)
*Allah
yolunda yutulan toz ile cehennemin dumanı bir kimsenin (içinde) ebediyen
birleşmez. (Râmûz, 483/11)
BEDİR HARBİ
VE ESHÂB-I KİRAM
Rasûlüllah S.A.V. Bedir günü üç yüz küsur
İslâm mücâhidiyle, tam teşkilatlı bin kişilik Kureyş ordusu üzerine giderken
sahâbelerine hitabı:
- “Genişliği yerin ve göklerin
genişliğine benzeyen cennete doğru yürüyün.
Muham-med’in ruhuna hâkim olan Allahü Teâlâ’ya yemin ederim ki, bugün
hak din uğrunda savaşırken can verenlerin hepsini Cenâb-ı Hak cennete kabul
edecektir.”
Bunun üzerine Hz. Umeyr R.A., elindeki
hurmaları atıp “Hey hey” diye bağırdı. Ve:
- “Cennete gitmek için şu adamların
elinde ölmek mi lazım,” diyerek cenk meydanına daldı ve şehit düşünceye kadar
kahramanca harp etmeli. (Türk
İslâm sentezi)
***
YİĞİTLER SERDARI
Hz. Ali R.A. bir
gün:
- “Ey İnsanlar! Bana insanların en
yiğidİ kim olduğunu söyleyebilir misiniz?” dedi.
- “Sensin Ey Müminlerin Emîri” dediler.
Hz. Ali R.A.:
- “Ben sadece teke tek savaştığım kimselere
gâlip geldim. O ben değilim. Ebû Bekir’dir. O, Bedir savaşı’nda Rasûlüllah
S.A.V.’e müşriklerden zarar gelmesin diye bir gölgelik yapmıştık. “Kim Allah’ın
Rasûlü’nü bekleyecek?” denildiğinde, yemin ederim ki, bu mühim vazifeye cesaret
eden olmadı. Ancak Ebû Bekir R.A. yüklendi. Kılıcını çekti, Rasûlüllah
S.A.V.’in yanında nöbet tuttu. Kimse ona saldıramıyor, saldıran olursa, Ebû
Bekir R.A. saldıranı biçiyordu. İşte O, insanların en cesuru ve şecîsidir,”
dedi.
Bedir harbinde Müslümanların bineği az
olduğundan üç kişiye bir deve düşüyordu. Rasûlüllah S.A.V. Efendimiz de Hz. Ali
ve Hz. Mersed ile nöbetleşe bir deveye biniyorlardı. Sıra Hz. Ali veya Hz.
Mersed’e geldiğinde onlar haklarından vazgeçip:
- “Yâ Rasûlallah siz binin, biz yürüyelim,” dediler. Lâkin
âlemlere rahmet olan yüce Rasûl “Ne siz
yürümekte benden kuvvetlisiniz, ne de ben ecir bakımından sizden fazlayım,”
buyurdular.
***
EBÛCEHİL’İN KATLİ
Bedir muharebesinde, Müslümanların
büyük düşmanı Ebûcehil’i öldürmek herkes için büyük bir arzu idi.
Kâfir; 70 yaşında olduğu halde gözü
pek, korkunç suratlı, inatçı biri idi. “Anam beni bugün için doğurdu” der,
askerine gayret verirdi.
Harbin kızıştığı bir anda Neccar oğullarından
Afrâ Hatunun, Muaz ve Muavvez ismindeki oğulları Abdurrahman ibni Avf’a “Amca
sen Ebûcehil’i tanır mısın?” diye sordular. “Ne yapacaksınız” sualine: “Allah’a
söz verdik, onu görür görmez üzerine atılıp öldüreceğiz yahut da bu uğurda
öleceğiz,” dediler.
Abdurrahman ibni Avf Hazretleri böyle tehlikeli bir anda bu iki gencin
cesaretine hayran olmuştu.
Bu sırada Ebûcehil, Mahzum oğullarının
gençleri arasında domuz topu gibi gelirken Abdurrahman Hz. Gençlere: “İşte
aradığınız Ebûcehil budur,” der demez, ikisi birden şahin gibi süzülerek
Ebûcehil’e hücum etmişler, yine o esnada Ebûcehil’i gözetlemekte olan Ensar’dan
Muaz ibni Amr de bir kılıç darbesiyle Ebûcehil’in ayağını kesmiş, Muaz ve
muavvez de Ebûcehil’in işini bitirmişlerdi.
Tam bu sırada Fahr-i Kâinat Efendimiz
“Acaba Ebûcehil ne haldedir? Kim ondan bir haber getirir?” diye sordu. Abdullah
ibni Mes’ut R.A. koşarak Ebûcehil’in yanına vardı. Can çekişmekte olduğunu
gördü, sakalından tutup göğsüne bastı: Ey Ebu Cehil! Ne haldesin? demişti.
Ebûcehil gözlerini açıp ona :
- “Ey koyun çobanı! Pek sarp yere çıkmışsın.
Bir büyük adamı kendi kabilesinin öldürmesi yeni bir iş değil. Lâkin galebe
hangi tarafta?” dedi.
İbni Mes’ud Hz..:
- “Ey Allah’ın düşmanı! Hakk’ın inâyetiyle
zafer Müslümanlara yüz gösterdi,” deyince, Ebûcehil büyük bir yeis içinde:
- “Muhammed’e söyle; şimdiye kadar
O’nun düşmanıydım, şimdi düşmanlığım daha da arttı,” diyerek küfrün şiddetiyle
cehennemi boyladı.
İbni Mes’ud Hz., Ebûcehil’in başını kesip
Rasûlüllah S.A.V.’in huzuruna getirdi.
İbni Mes’ud Hz. Zayıf cüssesiyle Ebûcehil’in
kellesini Rasulüllah’ın huzuruna güçlükle getirmeye çalışması, doğrusu seyre değer
bir hal idi.
Bu manzarayı seyreden Fahr-i Cihan Efendimiz
ilâhî nusrete şükrettikten sonra: “Bu ümmetin Firavunu işte bu idi,” buyurdular
(Kısas-ı
Enbiya C.1,S.,157-159)
***
MİSİLSİZ MÜCAHİD VE KILIÇTAKİ BEYİTLER
Sultan-ül Enbiyâ Efendimiz, Uhud harbinde,
üzerinde “Korkaklıkta ar ve zillet, İleri atılmakta şeref ve izzet vardır.
İnsan korkmakla kaderden kurtulamaz,” beyti yazılı kılıcı göstererek: “Hakkını
vermek üzere bu kılıcı kim alır,” dedi. “Ben, ben” diyenler oldu ise de kimseye
vermedi. Üçüncü tekliften sonra Ebû Dücâne Hz., “Yâ Rasûlallah! Bu kılıcın
hakkı nedir?” diye sordu. Rasûlüllah Efendimiz: “Eğilip bükülünceye kadar
düşmana vurmaktır,” buyurdu. O, “Bu şartla ben alırım” dedi ve Efendimiz kılıcı
ona verdi.
Ebû Dücâne Hz., kılcı aldı, başına kırmızı bir bez sarıp “Ben o merdim
ki, Rasûlüllah ile hurmalık beldenin dağında bulunduğumuz sırada, hiç bir vakit
cephenin gerisinde kalmamak üzere ahit verdim. Allah’ın ve Rasûlü’nün kılıcı
ile harp ederim, darp ederim,” beyitlerini okuyor, harp meydanında çalımlı
çalımlı yürümüştü. Fahr-i Kâinat Efendimiz: “Bu öyle yürüyüş ki, Hak Teâlâ onu
bu makamlardan başka yerde sevmez,” buyurdular.
Ebû Dücâne Hz. o gün öyle yiğitlik göstermiş
ki, düşman saflarını ve başlarını yara yara hatların en gerisinde müşrik
askerlerini -tef çalıp nâme söyleyerek- kışkırtan ve aralarında Ebûcehil’in
karısı Hind de bulunan Kureyş kadınlarının yanına kadar varmış, ancak
“Rasûlüllah’ın kılıcını kadın kanıyla kirletmem” diyerek onlara dokunmamıştır.
Ebû Dücâne Hz.’nde o gün görülen yiğitlik
dosta gayret, düşmana hayret vermiştir. Düşmanlar ok ve taş atarak takım takım Rasûlüllah’a
hücum ettikçe Ebû Dücâne Hz., kendisini Efendimize siper etmiş, pek çok yerinden
yara almıştır. Ebû Dücâne Hz.’nin başına sardığı sarık alâmet-i fârikası olmuş
ve onunla Zülmeşhere unvanını almış,
onu giydiği muharebelerde sanki ateş kesilmiştir. Meşheresini giyip harp
meydanına çıktığında saflar arasında salına salına yürür ve önüne gelenin işini
bitirirdi. R.A. (El Hakayık)
***
EBÛ UBEYDE R.A.’IN MÜŞRİKLERE CEVABI
Uhud muharebesinin şiddetli bir anında müşrikler Ebû
Ubeyde R.A.’ı çevirdiler ve ona şöyle dediler:
- “Bak, senin elimize düştüğünden hiç
kimsenin haberi yok. Bize tâbî olmazsan putlarımıza eğilmeyen o izzetli başını
kum tanelerinden ufak parçalara ayıracağız...”
Ebû
Ubeyde Hz.’nin cevabı:
- “Putlara tapacak kadar âdîleşmiş olan
sizin gibilere itâat etmekten, ölmek benim için ehvendir. Çünkü, ölüm
korkusuyla size tâbî olmak, Rasûlüllah S.A.V.’in medhettiği şehitlik
rütbesinden kaçmak demektir.”
Bu sözlerden sonra müşrikler hep birlikte
Ebû Ubeyde Hz.’nin üzerine saldırdılar. Ebû Ubeyde’nin cesâretle ve ustaca
müdâfaasıyla müşriklerden bir çoğu öldü, kalanlar da yaralanıp kaçtılar. Fakat
Ebû Ubeyde R.A.’ın da kılıç darbesi görmeyen yeri kalmamış, hatta bir ayağı
kesilmişti. Bu halde Rasûlüllah’ın huzûr-u saâdetlerine geldi ve:
- “Yâ Rasûlallah! Ben bu yaralarla ölürsem,
o bahsettiğiniz şehitlerden sayılır mıyım?” dedi. Rasûlüllah S.A.V. Efendimiz mübarek
göz yaşlarını silerek:
- “Evet yâ Eba Ubeyde, sen bu yara ile
ölürsen şehit olacaksın. Hem de makamın Cennetü’l Firdevs olacaktır,” buyurdu.
Ebû Ubeyde Hz. Daha sonra Medine’ye
götürülürken şehâdet rütbesine kavuştu. (R.A.)
(Tarihin şeref levhaları S.18)
***
MAS’AB BİN UMEYR R.A.
Mekke gençlerinin en yakışıklı Musab
Hz. güzel giyinir, güzel koku sürünürdü.
İlk Müslümanlardan olup Akabe bîati’nden sonra Rasûlüllah Efendimiz
tarafından Medine-i Münevvere’ye Kur’an muallimi olarak gönderilmişti.
Hz. Ali R.A. der ki: Rasûlüllah ile oturuyorduk. Mus’ab bin Umeyr yamalı
elbise içinde yanımıza geldi. Efendimiz onu bu halde görünce gözleri yaşardı.
Çünkü bütün servetini Allah ve Rasûlü yolunda sarf etmiş ve bu hâle düşmüştü”
Rasûlüllah Efendimiz onu Uhud’da şehitler
arasında kısa bir hırkaya sarılmış olarak gördü ve şöyle buyurdu:
- “Mekke’de senden iyi giyinen ve senden
güzel bir yiğit yoktu. Şimdi; bütün fânî varlığa vedâ etmiş, ilâhî vuslat
aşkıyle şehâdet şerbetine kanmış olarak kara toprak üzerinde bir hırka içinde
saçı başı karışık yatıyorsun.. Ey Mus’ab! Ben senin Allah yanında diri olduğuna
şâhidim!”
Daha sonra sahâbîlere hitâben:
- “Bunları ziyâret edin ve selâmlayın.
Yemin ederim ki, bunlar kıyâmete kadar selâm verenlere mukabele eder,
selâmlarını alırlar.,” buyurdu.
Rasûlüllah’ın iltifatına mazhar olan bu
bahtiyar sahâbî’ye kefen bulunmadığından mübârek ayaklarını çayırla
örtmüşlerdi... (R.A.)
***
MUHABBET
MESULİYET
TESLİMİYET
Uhud harbi sona ermiş, müşrikler Mekke
yolunu tutmuştu. Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “Acaba Sa’d bin Rebî ne haldedir?
O’na, 12 kargılının hücum ettiğini
görmüştüm,” buyurdu, Muhammed bin Mesle-me Hz.’ni gönderdi.
Bin Mesleme R.A. şehitler arasında
“Yâ sa’d!” diye bir kaç defa seslendi.
Ses çıkmadı, tekrar “Yâ sa’d! Rasûlüllah beni sana gönderdi,” dedi. O zaman,
“Ben ölüler arasındayım” diye zayıf bir ses geldi.
Bin Mesleme yanına vardı. Son demlerinde
idi. “Benden bir isteğin var mı? dedi.
O, gözlerini açtı:
- “Rasûlüllah’a selâm söyle! Şu anda
bize müjdelediği cennetin kokusunu alıyorum. Kavmine de haber ver ki:
Kirpikleri kıpırdadıkça cihat üzere bulunmazsanız, Resûlüllah’a karşı Allah
indinde mâzur sayılmazsınız” dedi ve ruhunu teslim etti.
İbni Mesleme Hz., Sa’d R.A.’ın selâmını
ve söylediklerini Fahr-i Kâinat’a arz edince, Peygamber Efendimiz:
- “Yâ Rabbî, Sen Sa’d bin Rebî’den razı
ol!” diye duâ buyurdular. (Kısas-ı
Enbiyâ C.1)
***
ŞEHİTLİK AŞKI
Uhud muharebesine çıkılacağı sabah, Abdullah
bin Cahş ile Sa’d bin Ebi Vakkas R.A. bir kenara çekilip duâ etmişler. Hz.
Sa’d: “Yâ Rabbî, büyük bir düşmanla karşılaşıp cenk edeyim ve ona gâlip
geleyim” demiş. Abdullah da bu duâya âmin dedikten sonra: “Ben de büyük bir düşmana
rastlayayım, cenk edeyim. Sonunda şehit olayım. Burnum ve kulaklarım kesilsin.
Mahşer günü Allahü Teâlâ bana “burnun kulakların ne oldu? buyurduğunda, “Yâ
Rabbî, Sen’in ve Rasûlün’ün yolunda kesildi, diyeyim” diye duâ etmişti.
Muharebeden sonra
Sa’d bin Ebu Vakkas R.A. şehitler arasında dolaşırken Abdullah bin Cahş Hz.’ni
burnu ve kulakları kesilmiş bir halde buldu. (Kısas-ı Enbiyâ C.1S.196)
***
AMR
BİN CEMMUH HZ.
Eshab-ı Kiram’dan ayakları sakat Amr bin Cemmuh Hz. O
haliyle harbe iştirak etmek istiyordu. Oğulları:
-“Babacığım! Biz senin yerine gideriz”, dediler.
Rasûlallah S.A.V.’de:
-“Allah seni cihad’dan muaf tuttu”, buyurdu. Buna rağmen
Hz. Amr:
-“Yemin ederim ki, şehid olup bu topal ayağımla cennete
girmek istiyorum”, dedi ve Uhud savaşında şehid oldu.
MÛTE MÜCÂHİTLERİ
Beyt-i Makdis’e iki konak mesafede bulunan Mût’e
mevkiinde, Şürahbil tarafından Resûlüllah S.A.V.’in bir elçisi şehit edilmişti.
Bu hadiseden sonra
Efendimiz üç bin kişilik bir orduyu düşman üzerine sevk etti. Haber alan
Şürahbil Rum kralından yardım istedi. Müslüman ordusu Şam’a altı konak mesafede
bulunan Maan kalesine varınca, Rum Kralının yüz bin kişilik büyük bir kuvvet gönderdiği
öğrenildi. Bunun üzerine Müslüman askerlerde bir durgunluk görüldü. Durumu
müzakere için orada iki gece kaldılar: Düşmanın çokluğunu Rasûlüllah’a bildirip
yardım isteyelim ve yardım gelinceye kadar bekleyelim, deyenler oldu. Abdullah
ibni Ravâha R.A. ayağa kalktı ve şöyle dedi:
- “Ey Müslüman Cemaati! Şimdi benim nefsim, hoş görülmeyen
şu halin aksini düşünüyor ve bana diyor ki:
- “İlâhî vuslat aşkıyla evinizi ve memleketimizi, evlâd-ü
ayâlımızı terk ederek, şehitlik rütbesi kazanmak kastıyla bu tarafa gelmiştik.
Kavuşmayı arzu ettiğimiz şehitlik rütbesi şimdi takdir aynasında yüz
göstermişken, canımızı muhafaza kaygısıyla saâdete kavuşmaktan mahrum olmak,
âşıklık şânına lâyık değildir. Husûsiyle bizim düşmanla muharebe etmekten
maksadımız dünya malı elde etmek değil, yalnız dîn-i mübîni takviyedir.
Şu halde, bize lâzım olan; düşman üzerine hücum edip ya
zafer şerefine mazhar olmak, ya da şehitlik rütbesine nâil olarak maksada
kavuşmaktır,”diyerek İslâm askerini coşturdu. Cümlesi canlarını fedâ etmeye
ahdettiler.
Bu harpte, sıra ile Zeyd bin Hârise, Câfer bin Ebî Tâlip
şehit oldular. Abdullah bin Ravaha üç gündür aç olduğu halde elindeki hurmaları
bırakıp:
- “Ey Nefis! Zeyd ve Câfer, din yolunda şehit oldular; sen
hâlâ dünya nîmetleriyle meşgulsün” deyip kükremiş aslan gibi düşman saflarına
daldı. Bir parmağı yaralanmış, sallanıyordu. Atından inip “seni Hakk’a fedâ
ettim,” deyip onu kopardı.
İbni Ravaha o sırada nefsinde biraz tereddüt
hissetmişti; şöyle dedi:
- “Ey Nefis! Şu fânî
âlemde neye îtibar ve muhabbet ettin de şehit olmakta tereddüt edersin! Eğer
evdeki genç hanıma muhabbet ediyorsan, onu ben üç talâkla boşadım. Eğer câriye
ve kölelerime muhabbet ediyorsan, cümlesini âzat ettim. Şâyet bağ ve
bostanlarıma aldanmışsan, hepsini Hulâsa-i Mevcûdât S.A.V.’e hîbe ettim. Bundan
sonra, bu fânî âlemde ne ile gün geçireceksin?” deyip sancağı aldı şehit
oluncaya kadar mertçe harp ve darp etti. (R.A.) (Düstûrül Mücâhidîn
S.191)
***
HENÜZ
BIYIKLARI BİTMEMİŞ
BİR GENCİN
İMÂN GÜCÜ
Umeyr bin Ebî Vakkas R.A. mücâhidlerin safları
arasına saklanmıştı. Ağabeyi Sa’d bin Ebî Vakkas “niçin gizlenirsin?” dedi.
“Muharebeye girmek, cihad etmek istiyorum; belki bana şehidlik rütbesi nasip
olur, küçüklüğünden dolayı Rasûlullah S.A.V. geri çevirir endişesiyle gizlendim”,
dedi.
Biraz sonra Allah Rasûlü kendisini gördü ve
“küçüksün”, diyerek geri çevirmek istedi. O zaman Umeyr R.A. ağladı. Rasûlullah
S.A.V. Efendimiz de onu bu halinden memnun olup, harbe iştirakine izin verdi.
Ağabeyi Hz.Sa’d, boyundan büyük kılıcı ona kuşattı.
Hz.Umeyr bu kılıçla şehid oluncaya kadar savaştı ve o zaman on beş yaşındaydı...
ÖRNEK KADIN
Ümmü
Ebân R.A. son derece cesur ve iyi ok atardı. Henüz kız iken Hz. Ebû Bekir
R.A.’ın Şam fethine sevk ettiği orduya katılmıştı.
Ecnâdin
muharebesi esnasında evlenmiş ve Erhabil bin Hasene R.A.’ın maiyyetinde Şam’ın
Toma kapısı cihetinde bulunan kocasının şehit olduğunu işitip hemen yanına gelerek
tam sabır ve metânetle, “Şehitliğin mübarek olsun. Sen, bizi evvelâ kavuşturan,
şimdi birbirimizden ayıran Allahü Teâlâ’nın rahmetine ulaştın. Ben de sana ulaşıncaya
kadar var gücümle, Allah için, cihâd edeceğim; zeyâde muhabbetim sebebiyle bir
an evvel sana kavuşmaya azmettim,”
demiş, kocasının techiz ve tekfini yapılıp, Hz. Hâlit tarafından namazı
kılınarak defnedildikten sonra silahını alıp kocasının intikamını almak üzere
ön saftaki mücâhitler arasında harbe girmiştir.
Bu
sırada Rum Kayseri Herakliyüs’ün dâmadı ve Şam kale’sinin beyi Toma, elinde büyük
bir putla ve etrafında hayli ruhban ile İncil okuyarak kale burcunda göründü.
Ümmü
Ebân’a: “İşte kocanı şehit eden budur,” dediler. Ümmü Ebân bir ok attı. Ok,
Toma’ya isâbet etmedi, ancak elinde ki puta çarpıp kale dışına fırlattı ve
mücâhitlere ganimet oldu.
Toma,
çok kıymetli mücevherlerle süslü olan bu putun Müslümanlara ganîmet olmasını
kötüye yordu. Geri almak için, hemen, askerleriyle birlikte kale kapısından
çıkıp İslâm ordusu üzerine hücum etti. O sırada, Ümmü Ebân Hz.’nin attığı ok,
Toma’nın gözüne isâbet edince Toma dayanamayıp kaleye dönmek zorunda kaldı.
Ümmü Ebân Hz. Bunları tâkip edip bir kaç düşmanı daha zillet toprağına serdi.
Bu
harpde Ümmü Ebân’ın gösterdiği celâdet ve yiğitlik, Hz. Seyfullah ve diğer bahâdırlar
tarafından takdir edilmiş ve övülmüştür. (Kısas-ı Enbiyâ, C.1, S. 368)
***
ON HÂFIZ
Adel
ve kâre kabîlelerinin din mürşidi istemeleri üzerine Peygamber Efendimiz, cümlesi
hâfız olan on kişi göndermişti. Recî suyu yanına vardıklarında, kabîle adamları
oyun edip bazılarını katletmişler; Hz. Zeyd ile Hubeyb bin Adiyy’i de yalan ve
oyunla esir almışlardı. Saffan bin Ümeyye (ki sonradan Müslüman olmuştur),
babasını Bedir’de öldürdüğü için Hz. Zeyd’i satın alıp âzatlı kölesiyle Harem
dışında katletmeye götürdüğünde, orada bulunan ve henüz Müslüman olmayan Ebû
Süfyan:
-
“Yâ Zeyd, sana yemin veriyorum; doğru söyle: Şimdi senin yerinde Muhammed olsa
da, sen âilenin içinde yaşasan daha iyi olmaz mıydı?” deyince, Hz. Zeyd R.A.:
- “Vallahi ben, Peygamberimin şu anda bulunduğu yerde kendisine eza
veren bir dikenin dokunmasına dahî razı olamam,” demiştir. Bu söz üzerine Ebû
Süfyan:
-
“Vallahi ben, sahabelerin Muhammad (A.S.)'ı sevdikleri gibi, birbirini seven
kimse bilmem,” demiştir. (El-Hakâik C.2, S.96)
***
ZÜBEYR BİN AVVAM R.A.
Cennetle müjdelenen on Sahabî’den biri olan Zübeyr bin
Avvam R.A. gazâ niyetiyle Antakya’ya gitmek istiyordu. Hz. Ömer R.A. kendisine
Mısır valiliğini teklif etmişse de O:
-“Hayır, valilik istemem; Allah yolunda cihad ve Müslüman
gazilere imdat etmek isterim” demiştir.(Türk İslâm Sentezi,
s.170)
Hz. Osman R.A.’ın hilâfeti zamanında, Akdeniz muharebesi
başladığında Ebû Tâlha Hz.’leri yetmiş
yaşındaydı. Kur’an-ı Kerim okurken
“Ağır
ve hafif silahlarla techizat-lanarak cihada çıkın mallarınız ve canlarınızla
savaşın” (Tevbe 41) âyeti kerimesi gelince
oğullarına:
-“Öyle zannediyorum ki, Rabb’im genç ve ihtiyar
halimde bana muharebeye çıkmamı emrediyor. Beni teçhiz edin; harbe gideceğim” dedi.
Oğulları:
-“Siz zaman-ı saâdetdeki harplerin hepsine iştirak
ettiniz, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanlarında da bulundunuz. Şimdi ihtiyarsınız,
size bedel biz gideriz” demişlerse de O, “Siz beni sefere hazırlayın”, dedi.
Hazırladılar ve yolda, (gemide) irtihal buyurdu. (El-Hakayık)
* * *
ŞEHİDLİK ŞEVKİ
Pek mühim mevkie sahip olan Silistre şehrimiz
1854’de Ruslar tarafından muhasara edilmişti. Kale kumandanı Mûsâ Paşa büyük
bir cesaretle, yüzbinlik Rus ordusuna onbeşbin kişilik kuvvetiyle Allah’a
tevekkül ederek bir huruç harekâtı yapmış ve Rus kuvvetlerini perişan etmiş, bu
zafer üzerine padişah kendisine müşirlik rütbesi vermişti. Fakat Mûsâ paşa:
-“Ben müşirlik rütbesi değil, şehidlik
rütbesi isterim”,demiş
ve şehid oluncaya kadar cihda devam etmiştir.
*
* *
ENDÜLÜS’ÜN FETHİ
Endülüs (İspanya) Fâtihi Târık, yarımadaya gelip
sahile çıkınca, ilk iş olarak İslâm ordusunun gemilerini yaktırdı. Kendi-sine
“bizim iplerimizi kestin, memleketimize nasıl döneceğiz?” diyenlere acı bir
tebessümle elini kılıcına atıp dedi ki:
“Gemileri ellerinde tutmak isteyenler, dönmeyi
düşünenlerdir. Biz burada kalmağa karar verdik. Burası ya vatanımız yâ da mezarımız
olacak...
Ey mücâhitler! Önünüz düşman, arkanız deniz!.. Ona
göre hareket edin! Yemin ederim ki, sizin için sabır sadâkat ve cihaddan başka
çıkar yol yoktur.”
Bu veciz konuşmadan sonra askerlerde cihad ruhu ve
şehitlik aşkı azim ve sebat duygusu şahlandı ve işin sonu şanlı zaferle bitti.
*
* *
GÂZİ DENİLMEYE LÂYIK OLMAK
Ortaçağ kapılarını kapayıp, yeniçağı insanlığa açan
ve tarihin altın sayfalarında taht kurmuş büyük Türk hükümdarı Hz. Fatih en
küçük fetihlerinde dâhi ordusunun başında harbe iştirak etmiş ve “Gâzi” unvanına Asla leke
getirmemiştir.
Hz. Fatih, Trabzon’u fethe giderken Uzun Hasan,
annesi Sâre Hâtun’u kayınpederi olan Trabzon tekfuruna şefaatte bulunmak üzere
Hz. Fatih’e göndermişti. Hz. Fatih bu hatunu ana edinmiş, sefere beraberinde götürmüştü.
Padişah sarp ve yolsuz Zıgana dağlarını yaya yürüyerek
geçmekteyken Sâra Hâtun:
-“Oğul! Bir Trabzon için bunca zahmet değer mi?
Burasını gelinime bağışla”. demişti. Yüce Hakandan cevap:
-“Bu zahmet din yolunadır. Ahirette Allah’ın
huzuruna varınca inâyeti (yardım)ola. Zira elimizde İslâm’ın kılıcı var. Eğer
bu zahmeti ihtiyar etmezsem bize gâzi demek yalan olur.” demiştir. (Türk Cihan Hâkimiyeti Tarihi,
s.390)
*
* *
RODOS FÂTİHLERİ
(Güzel
nasihat)
Yavuz Sultan Selim Hân yüz binleri aşan ordusuyla
Rodos’u almak üzere Marmaris’in Armutluk mevkiine gelip otağ-ı hümâyunu
kurduğunda, orada yaşlı bir kadına sordu:
-“Ana bize Rodos’u almak müyesser olur mu? Ne dersin?
Kadın:
-“Evlât! Her taraf armut ağacı ve mevsim, armut
mevsimi... Askerlerin çantasını ara ! Eğer armut yoksa, yürü, zafer senindir!
Ama bir armut bile bulursan hiç zahmet çekme; geri dön; zafer bulamazsın”, der.
Yüce padişah bütün çantaları arattırır. Türk
mücâhitlerden birinde dahî tek armut bulunmaz...
Nâmusun kıymetini hayattan üstün görenler, ölümü
yaşamağa tercih ederler. Namus, vatan, millet, şeref, izzet, ırz ve iffet demektir.
* * *
VİYANA SEFERİ
(Osmanlı Askerinde Asâlet)
Viyana seferine çıkan Osmanlı ordusu Belgrat
yakınlarında bir su başında mola verir. Askerlerde abdest almaya koşar.
Uzaktan durumu gözleyen yaşlı bir papaz, kilisedeki
genç rahibelerin (kadın ve kızların) ellerine kaplar verip pınara su almaya
gönderir, kendisi de uzaktan takip eder.
Kızların su almaya geldiğini gören Osmanlı askerleri
derhal pınarı terk eder suyun başından uzaklaşırlar. Bu hali gören papaz hemen
devlet erkânına gördüklerini anlatır ve:
“Bu ordu yenilmez; boş yere kan dökmeyin! Haramdan
uzak olan, Allah’a yakın olur. Allah’a yakın olan hasmına galip gelir”
demiştir.
* * *
SADRÂZAM
KARA MUSTAFA PAŞA’NIN SON SÖZÜ
İkinci Viyana muhasarası ordumuzun
mağlûbiyeti ile neticelenmiş, binlerce askerimiz şehit olup yüzlerce topumuz
düşman eline geçmişti.
Baş kumandan Sadrazam Merzifonlu
Karamustafa Paşa Belgrat’a gelmiş, mağlû-biyete uğrayan her Osmanlı Paşası
gibi, âkıbetin ne olacağını bekliyordu.
Paşa öğle namazını kılmış, ellerini
Rabb’ine kaldırmıştı. Ferman-ı
Hümâyün’ü getiren Bostancıbaşıyı huzuruna kabul etti. Kendisine takdim edilen
Fermân-ı Hümâyün’ü öpüp başına koydu. Sonra açIP okudu. Azilden başka bir emir
olup olmadığını sordu:
- “Belî devletlüm!” cevabını alınca
abdest tâzeleyip iki rek’at namaz kıldı. Artık idam olunmaya hazırdı. Zerre
kadar telaş eseri göstermeden ayakta son derece metin duruyordu. Yerdeki
halıları işâret ederek:
- “Şunları kaldırın, devlet malıdır,
kanımızla kirlenmesin,” dedi. Kıbleye döndü. Cellatlara:
- “Bir hoşça vurun!” dedi.
*
* *
TİRYAKİ HASAN PAŞA
Avusturyalılar yüz bin kişilik müttefik
haçlı ordusuyla Osmanlının Kanice Kale’sini kuşatmıştı. Kale kumandanı seksen
yaşında ihtiyar vezir Tiryaki Hasan Paşa. Sekiz dokuz bin askeri var.
Devam eden kuşatma esnasında düşmanın
kuvveti dokuz yüz bin kişiye kadar çıkmıştı.
Hasan Paşa, askerî gücünden ziyâde keskin
zekisiyle düşmanı çeşitli taktiklerle kurban ediyordu, karlı bir havada yaptığı
hücumla tamamen bozmuş ve perişan etmişti.
Paşanın ânî baskını karşısında haçlı
kumandanı Ferdinand, gecelik kıyafetiyle kaçıp canını güçlükle
kurtarabilmiştir.
Hasan Paşa, büyük zafer kazanmıştı.
Padişah kendisini bir hatt-ı Hümâyunla taltif etti. Ferman okunurken Paşa
hüngür hüngür ağlamıştı. Sebebi sorulunca:
- “Hâle bakın, devlet nice olmuş!.. Eskiden
kimseye böyle bir hatt-ı Hümayun verilmezdi. Vaktiyle haçlı donanmasını perişan
eden Piyale Paşaya böyle bir hatt-ı Hümayun gönderilerek vezirlik verilmedi.
Biz ne yaptık ki; böyle bir rübeye lâyık olalım!. Cihan padişahının hatt-ı
Hümayunu artık küçük hizmetlere mükâfat olmaya başladı. Devlet bu hâle mi
düşecekti!” dedi.
***
YAVUZ SULTAN SELİM
Yavuz Selim, bir gün Nedimi Hasan Canla
sarayın bahçesinde gezerken omuzları arasında acı hissetti. Hasan Can’a:
- Omuzlarım arasında acı duyuyorum,
diken olabilir mi? demiş, Hasan can:
- Olabilir, izin verirseniz bakayım.
Omuzları arasında, etrafı kızarmış bir çıban gördü.
Yavuz, sıkılmasını emretti. Hasan Can:
- Henüz çıban hamdır, sıkılması tehlikeli...
Bir cerraha müracaat etmek lazım. Yavuz:
- Bir sivilce için Cerraha müracaat edecek
kadar biz çelebi miyiz? demiş ve bir gün hamamda çıbanı tellâka sıktırmıştı.
Halbuki sivilce zannedilen şey, Şir’i pençe, öldürücü çıbandı Birden
iltihaplanmış Padişahı rahatsız etmeye başlamıştı.
Yavuz, Hasan Can’a:
- Sözünü tutmadık, kendimizi helâk ettik
demişdi.
Yavuz bu halde, ikinci İran seferine hazırlık
yapmak üzere İstanbul’dan Edirne’ye hareket etmişti. Çorlu ile Uğraş köyü
arasında takati kesilmiş. Dünyayı bir padişaha çok, iki padişaha az gören
Yavuz, Nedimine:
- Hasan Can bu ne haldir? demiş, O da, Sultanın yüzünde ölüm alâmetleri
sezip:
-Sultanım, artık Allah’la olacak zamandır,
demişti. Yavuz:
- Ya sen bizi bunca zaman kiminle bilirdin?
sözüyle Nedimine sitem etmiş ve Yâ-sîn sûresini okumayı emretmişti. Beraber
okudular ve ikinci defada: “Onlara, bağışlayan Rab tarafından selâm gelir”
meâlindeki 58’inci âyete gelince, ruhunu Cenab- Hakk’a teslim etti. (Rh A.)
Yavuz Selim, dinini, milletini ve
vatanını seven yüce bir sultandı.
*
* *
TURGUT REİS’İN ŞEHÂDETİ
Kanûnî Sultan Süleyman Turgut
Reis’e: “Trablusgarb’ı feth edersen,
oraya vali ol” demişti. Fetihten sonra Murat paşa vali tâyin edilmişti. Turgut
Reis, Edirne’ye kadar gitmiş, ve bir gün Padişahın atının dizginlerinden tutup:
-Padişahım! Sizinle nasıl sözleşmiştik?
Dedi. Kanûnî vezirine dönerek:
-Turgut’um doğru söyler; kendisini vali
tâyin ettim, demiştir. Turgut Reis, Traplus-garp’ta on bir sene valilik
yapmıştır. 1565 senesinde Malta adası kuşatması sırasında kaleden atılan
gülleler kayalara vurup taş parçası başına isabet etti. Leventler görüp mâneviyatları
bozulmasın diye Mustafa Paşa onu çadırına götürdü. Turgut reis yarı ölü çadırında
yatarken bütün vücûdu göz kesilmiş sanki! Gözleri, bir haber bekliyor ve bu
haberi duymadan kapanacağından korkuyordu. Nihayet haber geldi. Koşarak çadıra
giren Mustafa paşa heyecanla:
- Paşam, müjde kale alındı, dedi.
Turgut Reis’in gözleri gülümsedi:
-
Allah’ım, ne büyüksün! Bana bunu da gösterdin, deyip hamd ederek ruhunu
Allah’a teslim etti. Rh.A..
***
İnsanı insan yapan, iman nûrudur. insanlıktan
çıkaran da, ondan mahrum olmaktır.
***
YÜCE PADİŞAH
KÂNÛNÎNİN VEFATI
Kanuni Sultan Süleyman Hân sefer esnasında
hastalandığı zaman hafızlar ordu içinde Kur’an okumağa ve zikir yapmağa devam
ediyordu.
Sokullu Mehmet Paşa, Kânûnînin ölümünü haber verdi.
Bu haber üzerine askerler hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış ve oldukları yerde
çakılıp kalmışlardı.
Aralarına giren Sokullu Paşa, hem ağlıyor, hem söylüyordu:
-“Kardeşlerim, yoldaşlarım! Hem yürüyelim hem de
Kur’an okuyarak yüce ruhuna hediye edelim. Bunca yıl hizmet eyleyip, küfür diyarlarını
İslâm diyarı yaptı. Oğlu muhterem şehzâde Selim Hân şu anda Belgrat’ta bizi
beklemektedir...”
Ordu ise subayıyla, askerleriyle:
-“Derdimize derman Kur’an dır. Din ve İmânımız
Kur’an’dır...” diyerek hem yürüyor hem de ağlıyorlardı...
Gönülleri dirilten Kur’an birliğinin değişmez
dirliği bu!.. Böyle güç yenilmez..
Bugün baba-evlat arasında dahî şu ahenk mümkün
olmuyor. Yüce İslâm ne güzel nizam!..
*
* *
TÜRKLER ASLA MAĞLUP EDİLEMEZ
Akka Kalesini kuşatan Napolyon, Mısır’daki
muvaffakiyetlerinden ümitlenerek burayı da kolayca ele geçireceğini sanıyor,
Cezzar Ahmet Paşaya, “teslim ol, ihtiyarsın ibâdete bak” diye mektup yazdı.
Paşa, kâğıdı buruşturup attı ve: “Elhamdü lillâh 80 yaşındayım. Lâkin hâlâ elim
kılıç tutar...” diye cevap verdi.
Gece şehre meşaleler ışığı altında saldıran
düşman askerleri ihtiyar paşayı yalın kılıç
askerin başında buldular.
Akka’da, elli dört gün kan gövdeyi götürmüş,
fakat Napolyon şehre girememişti. Napolyon son bir defa daha saldırdı. Bu saldıra
da, korkunç bir şekilde püskürtüldü.
Akka’da Müslümanlar tarafından unutamadığı
bir hezimete uğratılan Napolyon söylemiş:
- “İnsanları yükselten iki büyük
meziyet var: Erkeğin cesur, kadının iffetli olması... Bu iki meziyetin yanında
kadınla erkeği şereflendiren bir fazilet daha var: Îcabında her şeyini tereddüt
etmeden feda ve vatan sevgisi... Bu meziyet
ve faziletler en büyük kahramanlığı, hayatın elemine, kederine karşı fütursuz
kalmağı ve ağır hadiselere göğüs germeği gerektirir. İşte Türkler bu çeşit
kahramanlardır. Türkler, belki öldürülebilir; fakat asla mağlup edilemezler.”
***
ASÂLET ÖRNEĞİ
Malazgirt savaşında Bizans ordusu feci
mağlubiyete uğramakla kalmadı: “Sulh müzekkeresini ancak Rey şehrinde yaparım”
diye gururlanan İmparatorunu da kurtaramadı.
Diogenes’i İstanbul’da gören Şâdi
isimli bir köle, onu yaralı halde yakalayıp gece vakti Sultanın çadırına
götürdü.
Ertesi sabah, biri mağlup, biri
muzaffer iki hükümdar bir arada.
Alpaslan sorar:
- Eğer sen beni esir etmiş olsaydın ne
yapardın?
- Seni sopa ile döve döve öldürürdüm.
- Peki, şimdi benim ne yapacağımı sanıyorsun?
- Ne yapacaksın? Ya öldürürsün, ya da
şehir şehir dolaştırır teşhir edersin. Veya, hiç ümit etmiyorum amma, fidye ile
bırakırsın.
Diogenes’in aklının ucundan bile geçmeyen
bir şey... Alpaslan gülerek:
-Serbestsin. İstediğin an İstanbul’a gitmek
için yola çıkabilirsin. Yanına muhafızlar da verilecektir.
Diogenes duyduklarına inanamadı. Bu
mertlik karşısında hüngür hüngür ağlayarak yere kapandı.
Gerçi hürriyetine kavuşmuştu amma,
Alpaslan’ın elinden, ülkesine dönünce, gözleri oyularak bir manastıra
kapatılmıştı. Orada üzüntüsünden öldü.
***
BİR YİĞİDİN SÖZÜ
“MİLLET SAĞ OLSUN”
Seddülbahir’de korkunç bir savaş başlamıştı. Karadan,
denizden ve havadan yağan mermiler, Türk siperlerini, askerlerini ebediyete
kavuşturan bir toprak yığını haline getirmişti.
Bu sırada birinci bölük komutanına bir
er çıkageldi. Askerin her tarafı kan içinde... Gözleri iman nûruyla parlayan,
her halinde azim ve metanet görülen Edincik’li Mehmetçikti. Kumral bıyıkları
henüz yeni terlemişti. Top mermisinin vurduğu ve ancak bir et parçasıyla
tutmakta olan sol kolun bileğini sağ eliyle yakalamış, acı bir sesle:
- Beyim, kes şu kolumu!
Diye yalvarıyordu. Bölük komutanı erin
ısrarına dayanamadı, cebinden çıkardığı çakısıyla kolu tutmakta olan et
parçasını kesti ve:
- Hemşehrim anlıyorum, çok acı çekiyorsun;
geçmiş olsun, dedi.
Bu yiğit korkunç savaşın devam ettiği
meydanda kahramanca dövüşen arkadaşlarına hasret ve hayranlıkla bakarak:
- Zararı yok, millet sağ olsun,
diyordu.
*
* *
ALMAN PROF.
NAUMARK’IN İTİRAFLARI
İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Alman
asıllı Prof. Naumark ile bir kısım talebesi Boğaziçi’nde geziye çıkarlar.
Talebele-rinden biri Prof. Naumark’a sorar:
- Avrupalı bizi neden sevmez? Prof.
Naumark:
- Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalı,
Türkleri sevmez ve sevmesi de mümkün değil. Asırlardır kilisenin Türk ve İslâm
düşmanlığı, Hıristiyanların hücrelerine sinmiştir. Sebebine gelince:
1- Müslüman olduğunuz için sevmezler.
Ama faraza laik şöyle dursun, Hıristiyan olsanız da size düşman olarak bakmaya
devam ederler.
2- Sizler farkında değilsiniz ama,
onlar şu gerçeğin farkındalar: Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı
arşivi tam olarak ortaya çıksa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması icap eder.
3- Avrupa’nın pazarı idiniz, şimdi Avrupa’yı
pazar yapmaya başladınız.
4- En az 400 yıl Avrupa’da sırtımızda
ve ensemizde at koşturdunuz.
5- Selçuklular Anadolu’yu, Osmanlılar
ise Orta Avrupa ve Balkanları Haçlı ordusuna mezar ettiler. Silâh ile
yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hâkimiyet sağladılar.
6- Selçuklu ve bilhassa Osmanlı, İslâmiyet
uğruna her şeyini feda etmeseydi, İslâmiyet bugün belki sadece Hicaz’da
varlığını devam ettirirdi. Kaldı ki, Vehhabiliği kuranlar da İngiliz Dominyon
Bakanlığı’nın adamlarıdır. Batı her yerde İslâmiyet’i, sapık inançlara kanalize
etti. Ama Osmanlı, Asr-ı Saâdet’i devam ettirdi.
7- Kilise size kin kusmakta. Sebepleri
yukarıdadır.
8- Ben Türkiye’ye geldiğimde iki üniversiteniz
vardı, Şimdi 19 üniversite var. (O tarih öyle idi. Şimdi çok daha fazla.)
9- Sizler gerçek hüviyetinize
döndüğü-nüz an, Avrupa’nın refahı ve medeniyeti yıkılır.
10- Yine sizler, Avrupa’nın tarihî düşmanısınız
ve dâima düşman olarak kalacaksınız.
Almasını bilene ders ve ibretle dolu
bir itirafnâme... Bakalım Batıcılarımız, Batı’ya kendilerini sevdirme
şaklabanlıklarına daha ne kadar devam edecekler!
***
YABANCI GÖZÜYLE
İSLÂMİYET VE HIRİSTİYANLIK
Bütün dinleri inceleyen İngiliz bilim
adamı Lord Dovenport, (Hz. Muhammed ve Kur’an-ı Kerim) adlı kitabında yazıyor:
“İslâmiyet’in ahlâk üzerinde son derece
titiz olması, Müslümanlığın az zamanda süratle yayılmasına sebep olmuştur.
Müslümanlar, muharebede kılınca boyun eğmiş
olan başka din adamlarını, dâima af ile karşılamıştır. Juryo diyor ki: Müslümanların
Hıristiyanlara karşı davranışı ile, papalığın ve kralların kendi dindaşlarına
reva gördüğü muamele, aslâ kıyas edilemez. Misâl: 1572 senesi Ağustosun yirmi
dördüncü günü, yani Sen Bartelemi yortu günü, Dokuzuncu Şarl ve Kraliçe
Katerina’nın emri ile Paris ve civarında altmış bin Protestan öldürüldü. Sent
Bartelemi, on iki havâriden biri olup, milâdî (71) senesinde, Ağustos ayında
Hıristiyanlığı neşrederken Erzurum’da öldürülmüştü. Böyle nice işkencelerde
dökülen Hıristiyan kanları, Müslümanların harp meydanlarında döktükleri
Hıristiyan kanlarından kat kat fazladır. Yanlış sözlerin hiçbir vesikası
yoktur. Papalığın, vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında,
Müslümanlar, gayri Müslimlere karşı, ağzı süt kokan bir sübyan kadar yumuşak
olmuştur.”
***
OSMAN GAZİ’NİN VASİYETİ
Ertuğrul Gazi’nin oğlu Osman Gazi 1326
senesinde Söğüt’te vefat etti. Oğlu Orhan Beye gönderdiği vasiyetnâmesi:
“Allahü Teâlâ’nın buyruğundan gayri iş
işlemeyesin!.. Bilmediğini âlimlerden sorup anlayasın. İyice bilmeden bir işe
başlamayasın. Sana itaat edenleri hoş tutasın! Ve askerine hediye ve ikramı
eksik etmeyesin! Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir! Cihadı terk etmeyerek
beni şâd et! Âlimlere hürmet et ki devlet işleri nizam bulsun! Nerede bir ilim ehli
duyarsan, ona hürmet ve yumuşaklık göster! Askerine ve malına gurur getirip
mü’min-lerden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yolu ve maksadımız İslâm dinini
yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik dâvâsı değil. Sana bunlar yaraşır.
Dâima herkese ihsanda bulun. Memleket işlerini noksansız gör!”
***
NEFSİN ESİRİ REZİL HÜKÜMDAR
Tarihler, meydanlarda kahramanca din ve vatan
müdâfaasını unutup, saltanat sevdasına kapılmış gafillerin, memleketlerine ne
yaman felâketler hazırladıklarına dâir misallerle doludur.
Bunlardan biri de Endülüs (İspanya) Arap devletinin
son hükümdarı Abdullahi’s-Sağir’dir.
Abdullah, devletini tehdit eden dış tehlikeye
aldırış etmemiş, Avrupa’nın bu yarımadasında İslâm hâkimiyeti her gün
sarsılmakta olduğunu görmezden gelmişti.
Nihayet tehlike Gırnata’nın kapılarına dayanınca, ne
yapacağını şaşırmış ve hayvani zevklerinin neye mal olduğunu anlamıştı.
Bütün kötülüklerini yiğitçe bir çarpışmada kanıyla
temizlemeye de cesâret edemedi ve alçakça kaçmayı seçti.
Bir akşam üstü, anası ve maiyetiyle Gırnata’dan
uzaklaşırken, şehri ebediyen kaybettiren bir yol dönemecinde başını çevirip
bakmak arzusunu da yenemedi. Gördüğü manzara şu idi:
Terk edilmiş koca mâmûre, ışıkla altın, servetle
debdebe kucaklaşmış ufka serilmiş yatıyordu.
Abdullahi’s-Sağîr gözyaşlarını tutamayıp ağlarken,
yıllarca oğlunun şirretliğine set çekememiş olan vâlidesinin sözleri:
-“Nesl-i
Necip-i Arab’a lâyık olmadığın halde, vasıtamla bu şerefe ulaşan alçak! Sana
oğlum demeye utanıyorum. Senin gibi hayırsız, nâmert evlat yerine keşke taş
doğursaydım. “Ağla rezil ağla! Erkekçe vatanını müdafaa
etmeyenlere kadınlar gibi ağlamak düşer...”
Livâ-yı Muhammedî altına fedâ-i can için toplanan
yiğitlere yardım için aralarında bulunamaz mıydın? Defalarca dedelerin azatlısı
olan din düşmanlarına galip gelemesen de vatanını onların şerrinden kurtaramaz
mıydın? Lâkin sen, dünya ziynetlerine, şehvet ve sarayları düşünür, gece gündüz
cariyelerle bahçelerde eğlenir, ağaçların meyvelere akseden gölgelerini
seyreder safa sürerdin. Nefsin arzuları uğrunda, şan ve şerefi ayaklar altına
aldın, geleceği düşünmedin hamiyetsiz alçak! Yüce ecdadın, sana, “Bıraktığımız
Seyf-i şeref-i Muhammedi’yi ne yaptı? Gırnata ve Elbeyzâ saraylarını kime
teslim ettin? Cesaret ve heybetleriyle hasımlarını daima mahv-u perişan eden
bahâdırları, hangi düşman aleyhinde kullandın? Küheylan atlar ne oldu? derlerse
ne cevap vereceksin? Câmi-î âyât-ı nusret olan ve Dîn-i Celîl-i İslâm’ı dâima
yücelten yüzlerine cezâ gününde nasıl bakacaksın?”
“Bıraktığınız kılıcı, emrime itaat etmeyen esirleri
ve arzuma uymayan câriyeleri kesmekte kullanır, Gırnata,
Elhamrâ ve Elbeyzâ
saraylarının bahçelerinde rahatlıkla eğlenir, vatan muhafazasına ehemmiyet
vermezdim. Ordularınızı, kendi arzularım için düşmanların elinde kurban ettim.
Sizin gazada kullandığınız Arap atlarını, etraftan câriye getirmekte kullandım,
diye mi cevap vereceksin?”
“Şu geniş vâdilere, bereketli ovalara, büyükler
makamı olan saraylara, maârif kaynağı olan kütüphanelere, Arap kanıyla karışık akan
çaylara, yeşil ovalara dön de bir daha bak! Ahfâd-ı Muhammedi’nin karargâhı
olan El-hamra ve Gırnata alevler içinde! Senin alçaklığın alâmeti olarak kül
olacak! Arab’ın büyükleriyle şereflenen Gırnata şehri, senin yüzünden harâp
olup din düşmanlarına merkez olduğu için kıyâmet günü sana lânet edecek.”
“Kaç korkak, kaç! Artık Arap padişahının, vatanında
hükmü kalmadı. Bundan sonra Afrika çöllerinde hayvan gibi dolaşacaksın. Git,
son günlerini zillet ve alçaklık içinde geçir. Unutma ki, sâde bu rezâletle de
kurtulamazsın. Âlem-i sükût olan mezarında da, “Bir milletin helâkine sebep
olan, çaresizleri zulmen öldüren, Endülüs İslâm Hükûmeti’ni küffârın imhâsına
terk eden, Gırnata’yı eliyle düşmana teslim eden alçak Ebû Abdullahis- Sagîr bu
topraklar altındadır”, diye söylenen sözleri çürüyüp de toprağı kirleten
parçaların işitecektir.” (Tarih Sohbetleri Cemal Kutay, C.1, S.135; Meşâhir’ün-Nisâ ve
Düstûrü’l-Mücâhidin)
* * *
A.C.: “Cihad zor geldiği
halde üzerlerinize farz kılındı. Zor gördüğünüz şey bazen sizin için iyi olur.
Sevdiğiniz şey bazen sizin için kötüdür. (İyiyi,
kötüyü) Allah bilir, siz bilemezsiniz.”(Bakara, 216)
Bu âyet-i kerime Mü’minler üzerine düşmanlarıyla
cihadın farz olduğunu bildirmektedir. Çünkü, din, memleket ve mukaddesat ancak
cihatla korunur.
Nefsi ve malı telef etmeden cihadı terk etmek insana
tatlı görünse de, neticesi acıdır. Vücûda giren hastalık tedavi edilmezse, bedene
zarar verir, memleket de korunmazsa, işgal edilir, felâket olur.
* * *
Amr ibni Âs R.A. anlatıyor:
-Ordumuzla İskenderiye civarında konaklamıştım.
Oranın vâlisi görüşmek istemiş. Kabul ettim ve bir tercümanla yanına gittim.
Vali:
-“Siz kimlersiniz?” dedi.
-“Araplarız, çöl ehli ve Beytullah sakinleriyiz .
Arazimiz az, geçimimiz dardı. Bu yüzden birbirimize saldırırdık. Çok sıkıntılı bir hayatımız
vardı. Nihâyet Allahü Teâlâ içimizden bir peygamber gönderdi. O, bize hakikati
anlattı. Fakat biz ona kızdık, kendisini yalanladık. Medineliler ona sahip
çıktılar. O’da Medine’ye hicret etti. Kendisine savaş açtık, bizi hezimete
uğrattı. Sonra komşu memleketlerle savaştı ve onları idâresi altına aldı.
Eğer; İslâm askeri sizin bu kadar servet ve saâdet
içinde yaşadığınızı bilseler, buralara kadar gelir, size ortak olurlar.” Dedim.
Vâli güldü ve:
-“Çok doğru söyledin. Bize de peygam-berler hak dini
getirmişlerdi. Onlara uymuştuk. Sonra hevâ ve heveslerine uyan krallar çıktı.
Peygamber emirlerini terk edip bizi kendi keyiflerine göre idâre ettiler.
Eğer Peygamberinizin emirlerine itâat ederseniz,
hiçbir düşman kuvveti sizi yenemez. Şayet bizler gibi Peygamberinizin emirlerini
terk eder, hevâ-i nefsinize uyarsanız, Allah da yardımını üzerinizden kaldırır,
sizinle bizi baş başa bırakır... Şu halde bizden daha kuvvetli olmadığınızı da
takdir edersiniz.” Dedi. (Hayatü’s-Sahabe S.2107-2108)
* * *
Ebû İshak R.A.
anlatıyor:
Rasûlullah’ın Eshâb-ı karşısında yenile-rek
Antakya’ya dönen Rum askerine Herak-liyus şöyle dedi:
-“Yazıklar olsun size! Savaştığınız kişilerde sizin
gibi insan değil mi?”
-“Evet” dediler. Bunun üzerine, O:
-“Siz mi çoktunuz, onlar mı?”
-“Bütün cephelerde biz onlardan çoktuk” dediler.
-“Öyle ise niçin yenildiniz”.
İleri gelenlerden yaşlı bir adam:
-“Onlar geceleri ibâdetle, gündüzleri oruçla
geçiriyorlar, sözlerini yerine getiriyorlar, iyiliği emredip, kötülükten
sakındırıyorlar.
Biz ise; şarap içiyor, zina ediyor, haram yiyoruz.
Sözlerimize sâdık değiliz. Gasp ediyoruz, zulmediyoruz, kötülükleri
emrediyoruz, Allah’ın rızâsını kazandıracak iyilikleri yasaklıyoruz yeryüzünde
fesat çıkarıyoruz. Bu halde yenilmemek mümkün mü?”...
Bunun üzerine Herakliyus:
-“Doğru söyledin”, demiştir...
İbn-i Rufeyl R.A.
anlatıyor:
*Kadîsiye savaşında meşhur Acem kumandanı Rüstem,
Necef’e gelince İslâm ordusu içine bir casus gönderdi. Casus döndüğünde
Rüstem’e şunları anlattı:
-“Aralarında bir gece kaldım. Hiç kimsenin bir şey
yediğini görmedim. Sâdece akşam olunca, yatarken ve erken kalkınca misvak
kullanıyorlar...
* * *
Rüstem kaleyi geçip, atik denilen yere ulaştığında
müezzinin sabah ezanı okuduğunu, sonra da Müslümanların namaz için kalktığını
görmüştü:
-“Atlarınıza binin” diye bağırdı.
-“Niçin dediler.
Rüstem:
-“Görmüyor musunuz? Müslümanlara talimat verildi,
harekete geçtiler,” dedi.
Casus:
-“Hayır onlar namaza hazırlanıyorlar” dediyse de
Rüstem:
Şafak vakti gâibden gelen bir sesten Ömer’in
Arablara talimat verdiğini duydum”, dedi.
Hz. Sa’d köprüyü gecen askerlerine imam olup namazı
kıldırdığı sırada Rüstem:
-“Ömer beni mahvetti.” Diye sızlanıyordu. (Hayatü’s-Sahabe S.2110)
Zehrâ el-Kureyşî
R.A. anlatıyor:
Kostantiniyye’ye sefere çıkmış Müslümanların elinde
esir olan bir Rum da kaçarak Herakliyus’un yanına gelmişti. Herakliyus O’na:
-“Bana Müslümanlardan haber ver.” Dedi.
Adam:
-“Sana onları gözlerinle görüyor gibi anlatacağım”
dedi ve söze başladı:
-“Onlar gündüzleri at üzerindedir, geceleri
ib-“Onlar gündüzleri at üzerindedir, geceleri ibâdet ederler. Yollarda kimin
bir şeyini yeseler parasını verirler. Hiç bir yere selâmsız girmezler.
Düşmanlarını yeninceye kadar yerlerinden ayrılmazlar”.
Bunu duyan Herakliyus:
-“Eğer doğru söylüyorsan, yakın bir zamanda şu
bastığım yerlere onlar sahip olacaklar” dedi.
*
* *
ÇİN KRALINDAN TAVSİYE
*İran Şahı Yezdecerd, Çin Kıralı’na mektup yazıp
Müslümanlara karşı kendisin-den yardım istemişti. Çin Kıralı gelen elçiye:
-“Sizi memleketinizden çıkaran bu insanlardan bana
bahset. Onların az, sizin çok olduğunuzu söylüyorsun. Böyle az bir kuvvetin
sizin gibi büyük kuvveti yenmesi onlarda hayır sizde şer olduğuna delâlet
eder.” dedi ve sordu:
-“Onlar sözlerinde duruyorlar mı?”
-“Evet.”
-“Savaşa başlamadan önce size ne teklif ediyorlar?”
-“Bizden üç şeyden birini istiyorlar:
-“Ya dinlerine gireceğiz ki, bize kendilerine
yapılan muâmeleyi yapacaklar. Ya cizye vereceğiz ki, bizi düşmanlarımıza karşı
koruyacaklar. Veya savaşacaklar.”
-“Kumandanlarına itâatleri nasıl?”
-“Bir milletin mürşidine en itâatlisi gibi...”
-“Neleri helâl, neleri haram sayıyorlar?”
Elçi bunları izah ettikten sonra:
-“Kendilerine helâl olanı haram, haram olanı helâl kılıyorlar
mı?” dedi.
-“Hayır”, cevabı alınca, Çin kıralı:
-“Bir millet haramı helâl, helâli haram kılmadıkça,
asla mağlup olmaz”, dedi ve kıyafetlerinden haber vermesini istedi. Bu mâlumatı
da aldıktan sonra:
-“Binekleri nasıldır?” diye sordu.
Elçi:
-“Arapların atlarına biniyorlar”, deyince Kral:
-“Bu atlar ne güzel kalelerdir”, dedi.
-“Develeri ağır yüklerle uzun mesafeler kat ediyor”,
deyince;
-“Bunlar boynu uzun hayvanların sıfatıdır” dedi ve
Çin Kralı Yezdecürd’e şu mektubu yazdı:
“Sana bir ucu Çin’de bir ucu Merv’de olan bir ordu
göndermeme hiçbir mâni yoktur. Bunu da yapmam gerekir. Fakat elçinizin bana
anlattığı bu millet, dağları yerinden sökmek isterse söker. Onlar bu hal üzere
yaşarlarsa emir verildiğinde beni dahi yerimden oynatırlar. O halde onları razı
et, anlaş ve onlar sana dokunmadıkça sen de onlara asla dokunma!”. (Hayatü’s-Sahabe
S. 2111-2112)