Mezhebin gerekliliği konusunda bazen cühelaca ithaflarda bulunanlar oluyor. Rasülüllah zamanında mezhep mi vardı, zihiniyetli bu kuru mantıkla ibadetler eda edilebilir mi?
Osmanlı Şeyhül İslamlarından M. Zahid El Kevseri' nin "Mezhepsizlik Dinsizliğin Köprüsüdür" sözüyle de ifade ettiği gibi mezhepsiz bir şekilde islam dinini yaşamaya çalışmak güneşi balçıkla sıvamaktan farksızdır. Bu sorunun cevabını, söz
konusu 4 aslın sonuncusundan başlayarak verecek olursak..
1- Kıyas: Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine
dayanan bir faaliyettir.
Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkâma ilişkin
nassların tek tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına
dayanır.
Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi
(tümevarım) yoluyla mesajı özü/ruhu yakalanarak buradan bütünlük
arzeden bir metodoloji geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere bu
metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir. Reformist/modernist
çevreler, bu yaklaşımlarına, Malikî mezhebinde tali (ikincil) bir delil
olan "maslahat" unsurundan ve özellikle Endülüs'lü Malikî fakihi
eş-Şâtıbî'nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek
aramayı ihmal etmediler. Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş
olan "Kur'an'ın ruhu" söylemi ve maslahat prensibinin –belirleyicilik
alanı Malikî mezhebinin yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde[6]–
devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı bırakılmış oluyordu.
2- İcma: Sahabe'nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış
bulunan İcma prensibi, fer'î bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan
bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması
demektir. Tafsilatını yine Usul-i Fıkıh kitaplarına havale edeceğimiz
bu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya
çalışılmıştır. İcma'ın vukuunun mümkün olmadığı; hakkında icma
bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında
ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmaın,
başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan aklının dondurulması
demek olacağından, böyle birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok
gerekçeye dayandırılan İcma itirazları, İmam eş-Şâfi'î'nin konu
hakkındaki bazı değerlendirmeleri de istismar edilmek suretiyle
güçlendirilmeye çalışılmıştır. Oysa İcma, fer'î bir hüküm hakkındaki
bir nassa dayanıyorsa, o nassın bildirdiği hükmü zannî olmaktan çıkarıp
kat'î kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit
İmamlar'ın konsensüsü olması bakımından İlahî İrade'nin tesbitinde
elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir.
Üstelik
reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde
yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen
"ümmet" kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile
Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım
yapmadan tümünü, yani bütün insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz.
Peygamber (s.a.v)'in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler.
Bizzat Allah Teala'nın Kitabı'nda ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in
Sünneti'nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman-küfür sınırı,
reformist/modernist çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve
bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri "insanlık
dini", "tüm insanların kardeşliği" sloganları, İslamî kılıflara
büründürülerek yeniden ifade edilmiş oluyordu.
3- Sünnet: Mezhep İmamları'nın içtihatlarının büyük bir kısmının
Sünnet'e dayanıyor olması ve Sünnet'in ve hadislerin birçok noktada
rasyonel bakış açısına aykırılıklar arz ettiğinin kabul edilmesi,
temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi,
Sünnet'i ve hadisleri de "sorgulamaya" itmiştir. Tabiatiyle modern akla
ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu
bakış açısı tarafından "uydurma" olarak kabul edildi.
Bu yaklaşımı
desteklemek için, sadece Kur'an'ın ilahî garanti altında olduğu ve
Sünnet için böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir tez olarak
ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci
davranmak "bilimsel" davranışın bir gereği idi. Geçmiş alimler
tarafından sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis,
reformist/modernist çevreler tarafından "uydurma" olarak damgalandı.
Böylece Sünnet'in büyük bir kısmından kurtulma imkânı doğmuş oluyordu.
Burada, alimlerin (buradaki "alimler"den kastımız, özellikle Fıkıh ve
Usûl-i Fıkıh alimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen
hadisleri "ahad hadis" (veya "haber-i vâhid") olarak değerlendirmeleri
ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de,
reformist/modernist çevreler tarafından iddialarını destekleyici bir
unsur olarak kullanıldı.
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer
nokta da, "Kur'an'a aykırı hadis olamayacağı" söylemidir. Bu söyleme
göre eğer herhangi bir hadis –isterse eski alimler tarafından mütevatir
olduğu söylenmiş olsun– Kur'an'a aykırılık teşkil ediyorsa, onun sahih
olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz. Oysa Kur'an'a aykırı görüldüğü
gerekçesiyle uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün
veçheleriyle araştırmadan verilen bu hükümler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in
Sünneti'nin büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama
gelmemektedir. Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet'in yol
göstericiliğine baş vurmadan Kur'an'a doğrudan gitme söyleminin
bünyesinde barındırdığı tehlikeler ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu
noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en can
alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır.
4- Kur'an: Kur'an ayetlerinin anlamı ve ihtiva ettiği hükümlerin
anlaşılıp uygulanması noktasında Sünnet'in otoritesi de dahil olmak
üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist
anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz bucaksız bir hareket alanı
bulmaktadır. "Fikir hürriyeti", "Allah'ın Kitabı'na aracısız olarak baş
vurmak", "Kur'an'ın, kendisini "açık/anlaşılır" bir kitap olarak
nitelendirmesi"... gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık
her isteyen, Kur'an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma "özgürlüğüne"
kavuşmuş oldu. Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam
bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları,
Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında
bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı
bırakıldı. Oysa Kur'an'ın doğru anlaşılması ve tefsiri[9] için
öncelikle ilmîliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle
bir metot olmadan Kur'an'dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş
anlamlıdır. Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yapıldığını
görmekteyiz.
Her isteyen, Kur'an'dan istediği hükmü çıkarmakta ve "ben
böyle anlıyorum" diyerek işin içinden sıyrılmaktadır. Tevrat ve
İncil'in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu
kitaplara inanan Yahudi ve Hristiyanlar'ın da "hak din" ve "tevhid
dini" üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur'an'da yer almayan bir hükmün
Hz. Peygamber (s.a.v) de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı
tesbitine kadar, aslında İslamî olmayan pek çok anlayış, güya Kur'an
merkeze alınarak vaz edildi. Kur'an ve Sünnet tarafından konmuş olan en
temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya ne idüğü belirsiz bir
din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin
hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa
da kabilinden varla yok arası bir din!
İşte bu yazının başından beri 4 merhale halinde sıralamaya çalıştığımız bu hareket, aşama aşama bu noktaya geldi. Din'de Mezheb'in niçin önemli olduğu, tam bu noktada kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmektedir. Çünkü Mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir. Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur. Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, Allah'ın dini hakkında söylediği her söz ve ileri sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir. Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan beri gördüğümüz gibi sonunda zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket, nerede duracağı –onu yürütenler tarafından bile– önceden kestirilemeyen bir "kör gidiş"i ifade etmektedir.
Mezhep tanımadığını söyleyenlere sorunuz: Bugüne kadar Kur'an ve Sünnet'i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda geliştirdiğiniz dört başı mamur bir usûl/metot var mıdır? Bu soruya verebilecekleri en küçük bir olumlu cevap yoktur. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı devasa ilmî mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde korkunç çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa, sebebi burada aranmalıdır. Her ne kadar hiçbir mezhebe bağlı olmama düşüncesi mutlak olarak ve her zaman yukarıda çerçevesini çizdiğimiz "dinsizlik" vakıasına götürmese de, bu başlangıcın, genellikle bu sona götürdüğünü de görmezlikten gelmemiz mümkün değildir.
İşte bugün aşama aşama gelinen noktada bizzat Allah Teala ve O'nun Resulü tarafından çizilmiş olan iman-küfür sınırının pek çok reformist/modernist tarafından ortadan kaldırılması, Muhammed Zâhid el-Kevserî merhumun, bu yazıya başlık olarak seçilen sözünün ne kadar doğru ve hikmetli bir söz olduğunu en anlışılır biçimde ortaya koymaktadır. Selam, hidayete tabi olanlara...
E.Bekir SifiL