SORU:
Peygamberlerden
veya velîlerden birini seven ve onlara kalbini bağlayan müridin, iki kaşının
ortasında onların sûret ve şekillerini veya rûhâniyetlerini tahayyül etmesi ,
onların hareket, söz ve davranışlarını düşünüp, kendisine yön vermeye çalışması
tabii ve zarûri iken, buna karşı çıkan birinin, adı geçen şekilde yapılan
râbıta puttur. Enbiyâ ve evliyâya muhabbet ve onlara kalbi bağlamak, bu irtibat
ile onlardan feyz
almaya çalışmak câiz değildir. Böyle râbıta yapanlar kâfirdir dese, böyle bir
kimseye şer'an ne lâzım gelir?
CEVAP:
İtikadını yenilemesi gerektiği gibi, şer'an
te'dibi ve imânını tâzelemesi de gerekir. Çünkü «Bir müslümana kâfirdir diyen
kâfir olur» buyurulmuştur. Sevdiğinin şeklini, sûretini ve hayâlini, iki
kaşının ortasında farzetmek, ve onu orada tahayyül etmek ibâdetin tâ kendisidir.
Dünyevî olsun, uhrevi olsun birini seven her âşıkın tavrı budur. Sevgi ve
râbıta en kestirme bir yoldur. Hz. Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem) buna
işâretle şöyle buyurmuştur:
«Nefsim
yed-i kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki, bir kula, kendisinden,
ana-babasından, çoluk - çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili olmadığım müddetçe
o kul iman etmiş olamaz.»
Bir
başka hadis-i şerifte ise Hz. Ömer radıyallahü anh:
«Yâ Rasûlâllah, ben seni kendi nefsimden daha çok
seviyorum» dediğinde
Rasûlüllah sallâllahü aleyhi ve sellem) «İşte
şimdi îmanın kemâl ermiştir» diye
Hz. Ömer'i müjdelemiştir. Yine Hz. Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem:
«Beni seven, Allah'ı sevmiş, bana itâat eden
Cenâb-ı Hakk'a itaat etmiş olur» dediği
zaman münâfıklar, «Bize yasakladığı şirke kendisi bizzat yaklaşıyor ve âdetâ
hristiyanların İsâ'ya yaptıkları gibi bizim de kendisini rabb olarak
benimsememizi istiyor» diyerek karşı çıktıkları zaman: «Rasûle itâat eden muhakkak Allah'a itâat
etmiştir » âyeti nâzil
olmuştur.
Burada gerçekte emreden Allah, o emri bize ulaştıransa Hz.
Peygamber'dir. Kişiye gereken Rasûlüllah'ı sevmesi, O'na ve
Allah'ın veli kullarına tâbi olmasıdır. Evliyâullah'a uymak, Rasûlüllah'a
uymadan yapılamaz. «Kişi dâima sevdikleriyle
berâberdir.» (Rühü'l-beyân)
Râbıtayı isbât eden açık delillerden biri de: «Allah ve melekleri peygamber'e
salât etmekte, (onun şerefini gözetmeğe, şânını yüceltmeğe özen
göstermektedir.) Ey inananlar! Siz de O'na salât edin (Allahümme salli alâ
Muhammed, diyerek şânını yüceltmeye özen gösterin) içtenlikle selâm edin
(es-selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü.) diyerek, esenlik dileyin.»
Burada Hz.
Peygamber'e salât'dan maksad, üzerimize rahmet-i ilâhiyi celbetmek, onun bize
vesile ve yol gösterici olmasını taleb etmektir. Nitekim bir hadis-i şerifte: «Bana salât ü selâm getirmekle Allah ü
Te'âlâ'ya ulaştırıcı bir vesile arayınız» buyurulmuştur.
Kadı İyaz: «Peygamberlerin dışında kalanlar için
Allah'tan salât dilemek rahmet, peygamberler içinse şeref ve keremde artış
taleb etmek demektir» şeklinde açıklamıştır. (Şifâ-i şerif)
Allah'tan
salât, vuslat; meleklerden salât, rif'at ve yücelik; ümmetten salât ise kitap
ve sünnete ittibâ, muhabbet ve hikmettir. Hz. Peygamber'e salât ü selâm
getirmek, ledünni ilimleri ve ilâhi ma'rifetleri O'nun yüce rûhâniyyetinden
elde etmek için bir feyz yoludur. Böylece Hz. Peygamberimiz ile kendisinden feyz
almak isteyen arasında salât ü selâm ile rûhâni bir bağ kurulmuş olur. Bu alâka
ma'- nevi olduğu için ikisi arasındaki böyle bir ilginin uyandırılması gerekir.
Bu yüzden Hz. Peygamber'e salât ü selâm getirilmesi emredilmiştir. Salât ü
selâm, tam bir kalb huzuru ve kâmil bir muhabbetle, ma'nâsı derinliğine düşünülerek,
ve tefekkür edilerek yapılmalıdır. Öyle ki O'na «Allahümme salli alâ
muhammed..» diyerek salât getiren ve «es-selâmü aleyke
eyyühe'nnebiyyü.. » diye selâm eden kimsenin, Hz. Peygamber'e yönelmesi,
O'nun şemâilini tasavvur etmesi ve hayâlinde canlandırması gerekir. Kalbini
Rasûlüllah'- ın kalbine rabtetmelidir. Feyz almak için elzem olan usûl budur.
Bu, akl-ı selim ve tab'-ı müstakim sâhibi kimsenin anlayacağı kadar açık bir
gerçektir.
Ancak okuduğunu anlamayacak, ismi geçen peygamberi tanıyamayacak kadar
câhil olan kimse bu tahayyülden mahrum kalır. Çünkü dille söylenen ve kendisi
gözle görülmeyen bir şeyin, hayır olsun, şer olsun tasavvur ve tahayyül
edilmesi zorunludur. Bu hatırlama sevgi ve muhabbet ile olacağı gibi, kin ve
düşmanlıkla da olabilir.
Bir insanın yanında bir şey söylendiği ya da görüldüğü
zaman, sultan, filân şeyh, filân âlim, filânca kız, filânca yahûdî diye
anıldığında, kişinin zikredilen veya görülen sûretini hayâlinde canlandırması, onu
hayâl hazinesinde saklaması, yüzünü iki gözünün ortasından canlandırması,
şahsını ve sûretini gözleri önüne getirmesi kendiliğinden olan bir hâdisedir.
Öyle
ki, bu hayâli gözönünden kaybetmek asla mümkün olmaz. Eğer böyle bir tefekkül,
tezekkür ve hayâl, mecâzî bir sevgi ve şehevî bir duygudan kaynaklanırsa, bedende
keskin bir harâret hâsıl olur ve insandan meni gelebilir. Eğer bu da devam eder
ve kişi sevgilisi ile sıcak bir ilişkiyi hayâl ederse, sanki onunla münâsebette
bulunmuş gibi olur. Aynı şekilde bu tür tahayyül, kin ve düşmanlıktan
kaynaklanırsa o takdirde kin, hırs ve düşmanlık artar. Kişinin her hatırlamasıyla
bu kini ve düşmanlığı da bilenir. Ondan şiddetle nefret etmeye başlar. Böylece
içi sıkılır, kalbi daralır, iç dünyâsında gösterdiği etki kişinin dışına vurur,
sâhibine zarar verebilir. Onun bedenini hasta
yapar. Bunların misâli çokça görülmüştür. Aynı şekilde böyle bir tahayyül,
tasavvur, tezekkür ve tefekkür Allah'ı sevme şeklinde tecellî eder, O'nun
peygamberinden istifâde, istifâza, istimdâd ve tevessül için duyulan sevgiden
meydana gelir ve O'nda kalbindeki ilâhi feyzlerin kendi kalbine yansımasını
istemekten hâsıl olursa, o takdirde, dünyâdan yüz çevirme, dünyevî ilgi ve
alâkalardan sıyrılma ve yalnızca Cenâb-ı Hakk'a yönelme, ilâhi feyz ve
bereketlerin kalbe yansıması, Allah'ın ve Rasûlü'nün ahlâkı ile ahlâklanma, mürşidinin
ve şeyhinin davranış ve kıyâfetine bürünme, ilâhi muhabbetin artması, gaflet ve
unutkanlıktan kurtularak Allah'ı daha yakın hissetme, vuslat, fenâ
fi'ş-şeyh'den sonra fenâ fi'l-lâh gibi Allah'ın râzı olduğu, makbul, pek çok
rûhânî te'sîrler meydana gelebilir. Fenâ fi's-şeyh: müridin, doğru yolda
yürüyen, ahlâk- ı İslâmiyye'den ayrılmayan şeyhinin, ahlâk ve davranışlarını
benimsemesi, böylece Allah'ın rızasına ermeye çalışmasıdır.
Çünkü müridin mürşidine
olan sevgisi yalnız Allah içindir. Eğer o, şeyhinin doğru yoldan saptığını ya
da dinden döndüğünü görse, derhal ondan yüz çevirir. Asla onu sevmez. Aksine
böyle bir davranış karşısında kini bilenir ve ona buğz eder. Yukarıda anlatılan
şekliyle râbıta ve muhabbet gerçekleştiğinde, diğer güzel te'sirler de
kendiliğinden meydana çıkar. Görüldüğü gibi râbıta, tam bir sevgi ve
bağlılıktan ibârettir.
Böylesine bir bağlılık zaruri olarak beraberinde: «Kişi
sevdiğini çok anar» muktezasınca, teveccüh, tasavvur, tefekkür ve
kalbi bağlamayı da getirir. Ashâb-ı kirâm Hz. Peygamber'- in mübârek şahsını
görerek bildikleri, salât ü selâmın ma'nâsını
da kavradıkları halde, gözlerinin nûru, hayatlarının ruhu olan peygamberin,
güzelliğini tahayyül etmeden, şahsını kalblerinde canlandırmadan onların salât
ü selâm getirmeleri nasıl düşünülebilir? Bu mümkün değildir.
Nitekim:
Düşünmeden, tahayyül ve tasavvur etmeden bir şeyi istemek muhaldir»
buyurulmuştur. Çünkü istek, istenilen şeye karşı kalbin bütünüyle yönelmesi
şeklinde açıklanmıştır. İmam Gazzâlî, İhyâu ulûmiddîn'inde bu konuya işâretle
şöyle demektedir:
Namazda «es-selâmü aleyke eyyühe'nnebiyyü » derken, Hz.
Peygamber'in yüce şahsını ve şemailini kalbine getir ve öylece selâm ver. Şunu
kat'- iyyetle bil ki, selâmın O'na ulaşıyor ve O da daha güzeliyle sana
karşılık veriyor. Böyle selâm verirken, Hz. Peygamberimiz'i sevmeksizin, O'nun
şahıs ve sûretini tahayyül etmeden, yüce zâtını düşünmeden getirilen, salât ü
selâm 'ın sahibine faydası pek az olur.
SORU:
Hz. Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem'e
veya Cenâb-ı Hakk'ın velî kullarından birine râbıta yapılırken, bu râbıta ve
tahayyül onların şahıslarına, şemâil- i şerife ve bedenî sûretlerine mi
yapılacak? Yoksa, yüce ruhâniyetlerine mi yönelik olacak?
CEVAP:
Her
ikisi de câizdir.Eğer râbıta eden kimse, onların şemâil ve sûretlerini
hayâlinde tutabiliyor, onların tavır ve kıyâfetlerini zihninde muhâfaza
edebiliyorsa bedeni yapılarına, aksi halde yalnızca rûhâniyetlerine yönelerek
râbıta yapması yeterlidir. Her ikisinde de aslolan, müridin, davranışlarında
kendinden çok iyi olan birini benimsemesi ve ona benzemeye çalışmasıdır. Kitaplarda
kaydedildiği şekilde Hz. Peygamberimiz'in şemâil-i şerifesini ve hilye-i aliyyesini
ziRÂBITA NEDÎR NASIL YAPILIR 169 hinde tutmak mümkün olmadığı takdirde, O'nun
yüce rûhâniyyetine yönelmek ve öylece düşünmek yeterlidir. Kalbi, Hz.
Peygamberimiz'e büyük bir sevgi ile bağladıktan sonra, bedeni yapısını ve sûretini
imkânlar ölçüsünde karşımızdaymış gibi tahayyül etmek kâfidir.
Böyle bir
irtibat ve ma'nevi alâka Hz. Peygamber ile mürid arasında rûhâni bir yakınlık
meydana getirir. Böylece ma'nen kâbiliyeti olan sâlikin hâli ve makamı
yükselir. Öyle ki, Hz. Peygamberimizin rûhânî yapısı, onun tavır ve davranışlarında
tezâhür etmeye başlar. Böylece râbıtadan arzulanan netice de elde edilmiş olur.
Bunu yapabilme gücüne sâhip olmayan bir mürid için, Hz. Peygamberimiz'in ma'nen ve
ahlâkan mirasçısı durumunda bulunan, Allah'da ve Rasûlüllah'da fâni olan bir
mürşide intisabı gerekir. Ki şeyhi, sohbetleri, söz ve davranışları vâsıtasıyla
Rasûlüllah'- da ve Allah'ta fâni olmaya, kendi istek ve arzulan ile değil,
Allah ve Rasûlü'nün emir ve yasakları istikâmetinde hareket etmeye
yönelebilsin.
Eğer yaşayan bir mürşid bulma imkânı yoksa o takdirde, söz ve
davranışlarını daha rahat anlayabileceği Abdülkadir Gîlâni (Şâh Nakş-bend,
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi gibi meşhûr meşâyihden birinin rûhâniyetine teveccüh
etmelidir. Bunu öncelikle yapmak daha iyidir. Müridin vâsıtasız olarak
Rasûlüllah'a yönelmesi, tavır ve davranışlarına sünnet-i seniyyesiyle yön
vermesi de mümkündür. (İbrahim Fasih Efendi'nin. Râbıta Risâlesi'nden
alınmıştır.)
Delâil-i Hayrân şârihi Fâsî Efendi: «İnsanların en iyisi, bana
salât ü selâmı en çok getirendir» hadis-i şerifinin açıklamasında şöyle
demektedir: Çünkü; Hz. Peygamberimiz'e salât ü selâm'ı çokça getirmek «Seven, sevdiğini çok anar» sözü gereğince, Hz.
Peygamber'e duyulan sevgi ve bağlılığın şiddetinden, O'nun sünnetlerine uymanın
kuvvetinden kaynaklanır. «Kişi sevdiği ile berâberdir.», «Seven sevdiğine itâat
eder» sözlerinde de ifâde edildiği gibi, salât ü selâm getiren kimsenin rûhu
ile Hz. Peygamber'in rûhâniyyeti arasında bir yakınlık ve tanışma, bir dostluk,
irtibat ve alâka meydana gelir. İnsan böylece Rasûlüllah'a karşı insanların en
iyisi olma özelliğini kazanır.
Hz. Peygamber'e salât ü selâm getirmenin en önemli
faydalarından biri de, O'nun yüce zâtına has haslet ve özelliklerin, o kişinin
hayatına yansıması ve onda değişmez karakter hâlinde yerleşmesidir. Öyle ki
Peygamber sevgisi, o kimsenin gönlüne öyle sağlam bir şekilde yerleşir ki,
salât ü selâm getiren ile Efendimiz arasında bir ülfet, bir yakınlık hâsıl
olur. Bu sevgi ve yakınlık O'na ve O'nun sünnetlerine uymaya, sünnetlerine
uymak da Cenâb-ı Hakk'a yakınlık ve visâle sebep olur. Nitekim:
«Kim Allah'a ve
Rasûlüne itâat ederse işte onlar Allah'ın kendilerine ni'- metler verdiği
peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle, iyi insanlarla berâberdirler. Onlar ne
iyi arkadaştır.» (en-Nisâ (4),
69) âyet-i kerimesi ile
«Ruhlar toplu halde bulunan
bir ordu gibidir. Orada tanışık olanlar dünyâda birbiriyle uyuşur, tanışmayan
ve uyuşmayanlar ise burada da birbirine zıd düşerler» hadis-i şerifi bu konuya
işâret etmektedir. (Fâsfi Efendi'nin şerhi burada sona erdi.) Namazın sıhhati
için Kâ'be-i Muazzama'ya yönelmek nasıl gerekli ise, Cenâb-ı Hakk'a yönelmek
için de O'nun Rasûlüne kâmil bir ittiba gereklidir.
Kalbi, O'na, O'nun
peygamberliğine ve kendisi ile Allah arasında Rasûlüllah'ın bir vâsıta olduğuna
bağlamak, böylece Muhammedi feyze
nâil olmak lâzımdır. Bu bağlılık, Hz. Peygamber'in dışında diğer
peygamberlerden birine yönelik olmamalıdır. Onlar her ne kadar peygamber iseler
de, kalbi Muhammed Aleyhisselâm'a bağlamadıktan sonra, kendilerinden bir feyz ve
bereket hâsıl olmaz.
Nitekim, Allah'ın birliğine inanan ve bunu ikrar eden
Yahudilerin, kalblerini yalnızca Mûsâ aleyhisselâm'a bağlamalarından bir feyz alamamaları
da bunu göstermektedir. «Mûsâ hayatta olsaydı yahûdiler de ona yetişselerdi,
bana uymaktan başka bir yol bulamazlardı» hadisi de aynı konuya işâret
etmektedir. «Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan (bu din) aslâ kabûl
olunmaz ve o, âhirette en büyük zarara uğrayanlardandır.» (ÂI-i İmrân (3), 85) âyetinde bu feyz ve nasibsizliğe atıfta
bulunulmuştur.
Hz. Peygamberimiz'e yönelik olarak yapılan râbıtanın aslı, sâlikin
bütün ma'nevî lâtifelerini Peygamberimizin lâtifelerine yönelterek, büyük bir
edep ve tazarrû' içinde ondan feyz almaya çalışması ve araya başka bir
vâsıtanın girmemesi demektir. Eğer kabiliyeti var ise bir mürid için en iyi
yollardan biri budur. Aksi halde, yaşayan bir mürşidin delâletiyle kemâl
kazanmaya bakmak gerekir.