Nakş-bendiyye Tarikatı ıstılâhında râbıta,
dinî ba kundan doğru kabûl edilen bir yorum ile üç
şekilde mütâlaa edilmektedir:
(Râbıtatü'l-Huz'ûr), (Râbıtatü'1-mevt) ve
(Râbıtatü' 1-mürşid)
Râbıtatü'l-huzûr:
Bu tür râbıta, müridin kalbini tam bir
sevgi ile Allah'a bağlaması, «Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O, seni
görmektedir. (İhsan)» ve «Her nerede olursanız olun, O, dâima sizinle
berâberdir. » emirlerinde ifâde edilen şekliyle, Allah'ın her an kendisiyle
berâber olduğu, her yerde hâzır ve nâzır bulunduğu, her şeyi en iyi gören,
işiten ve bilenin Allah olduğu inancıyla hareket etmesidir. Böylece, müridin «Amellerin
en faziletlisi, nerede olursan ol, Allah'ın seninle beraber olduğunu
bilinendir» hadisinde ifâde edilen bir hareket çizgisine gelmesidir. Üç şekilde
ele alınan râbıtaların en kıymetlisi budur. Hattâ diğer râbıta türleri, müridi
bu noktaya getirmek içindir.
Râbıtatü'1-mevt:
«Ölmeden evvel ölünüz», «Âhirette
hesâba çekilmeden önce, bu dünyâda kendinizi hesâba çekiniz», «Dünyada sanki
bir yolcuymuş veya bir garîbmiş gibi yaşa», «Dünyâda kendini ölülerden say»
hadislerinde ifâde edilen ma'nâlara uygun olarak, müridin kalbini, ölüme,
kabire, kıyâmet ve âhirete bağlaması, bunların şiddeti ve korkunçluğunu düşünmesi,
böylece nefsinin kötülüğe yönelik eğilimlerini engellemeye çalışmasıdır.
Râbıtatü'l-mürşid:
Ellerinde bir delil bulunmadığı halde, ehlullah'ın kemâl ve feyzinden nasibsiz
bazı âlimlerin, çoğu taklidçi ve bilgisiz bazı kimselerin karşı çıktığı râbıta
türü budur. Bu da müridin kalbini, Allah'ın peygamberlerinden birine, veya
O'nun veli kullarından
bir veliye, veya hepsine birden, ya da silsilesi Hz. Peygamber sallâllahü
aleyhi ve sellem'e ulaşan kâmil bir mürşide veya şeyhine, ya da hakkında güzel
duygular beslediği ve üstünlüğünü takdir ettiği birine bütün sevgi ve
samimiyetiyle bağlanmasından ibârettir.
Kullara emredilen ve onlardan istenen râbıta
budur. Bunun gereği ise, müridin kalbini bağladığı kimselerden feyz alması,
sıkıntıya düştüğü zamanlar onlardan yardım dilemesi ve problemine onların söz, hareket
ve halleriyle çözüm bulmaya çalışması, onların bedeni veya ma'nevî sûret ve
siretlerini hayâlinde canlı tutmasıdır. Böylece bütün sevgi ve samimiyetiyle kalbini
bunlardan birine bağlayan mürid, «Ey
îman edenler, Allah'tan korkun ve sâdıklarla berâber olun.» (et-Tevbe (9), 119) âyetinde emredilen
şekliyle onların meclislerinde, kendisini sanki onlarla yüz-yüze ve
diz-dizeymiş gibi hisseder.
Onlarla bir arada bulunma, imkân olursa cismen ve
bedenen, eğer böyle bir fırsat yoksa o takdirde ruhen ve ma'nen
gerçekleştirilebilir. Büyüklere gıyâbında râbıta etmek ise, onların sûret ve
sîretlerini tahayyül ederek onlara benzemeye çalışmak, ma'nevi ve maddi tavır
ve hareketlerini düşünerek onlar gibi olmaya gayret göstermekle mümkündür.
Çünkü sevgi ve muhabbet, kalbin, sevgilinin kalbine yönelmesi ve meyletmesi,
duygu ve düşüncenin sevgilinin güzellik ve özelliklerine uzanması ve devamlı
onunla meşgûl olmasıdır.
Öyle ki bu yöneliş ve bu meşgûliyetle, seven ile
sevilen arasında ruhî ve ma'nevî bir dostluk ve sevgi bağı meydana gelir.
Böylece sevgi kuvvetlenerek dostluğa, dostluk güçlenerek hevâ'ya. hevâ da
artarak aşka dönüşür. Aşk derecesinde sevginin tezâhürü, muhabbetin en ileri
derecesidir. Böylece seven, sevdiğini düşünmeden ve onu hayâl etmeden kendini
bir an bile alıkoyamaz.
Zikri, fikri hep sevdiği ile meşguldür. Sevgilisi hatırından ve düşünce
dünyâsından bir an bile çıkmaz. Bu husûsa işâret etmek üzere İmam Yâfi'i bir
şiirinde şöyle demiştir: «Sevgi, sevgilinin dışındaki her şeyi yakıp yok eden
bir ateştir.
O'na kavuşmanın verdiği tadın ardından alışkanlığın neticesi bir
soğukluk gelir.»
Kendisini sevdiğine, şeyhine, Hz. Peygamber'e veya Cenâb-ı
Hakk'a gerçek ma'nâda bağlayan, onlarla kalbi ve ma'nevî bir irtibat kuran
sâlik'in, râbıtası gerçekleştiği zaman, râbıta edenle edilen arasında bir sevgi
ve dostluk meydana gelir. Onu düşünmek müride zevk vermeğe başlar. Böyle bir
sâlikin, irtibat te'min ettiklerinden yardım dilemesi, onların tavır ve davranışlarından
kendi problemlerine çâreler bulması, feyz ve bereket dolu hayatlarından
istifade ve istifâza etmesi mümkündür. Cenâb-ı Hakk'a vuslat konusunda, onlardan
şefâat, himmet ve yardım dileyerek, delâlet temenni eder.
Onların gıyâbında da
sanki onların huzûrundaymış gibi edebli ve terbiyeli hareket etmeye bakarak
feyz kazanmağa çalışır. Böylelikle ma'siyet ve kötülüklerden uzaklaşmaya gayret
eder. Bize göre gerçek râbıta budur. Allah'ı, Rasûlünü ve Allah'ın veli
kullarını seven mü'minlerin, - kadın olsun erkek olsun, - kalblerinden onlara
yönelik bir sevgi râbıtası vardır. Muhabbet, sevgi ve kâbiliyetlerine göre
böyle bir alâkanın bulunması tabi'i ve zarûridir.
Hz. Peygamber'in ve ashâbının
hayâtında bunu görmek mümkündür. Her bir mü'minin kendi kalbiyle, Hz.
Peygamber'in kalbi arasında telgraf hattı gibi uzun, nûrâni bir hattın
varlığını düşünmesi ve bu hat vâsıtasıyla, her an ve her durumda O'ndan feyz
almaya çalışması gerekir. Namazlarda farz olan tahiyyatta oturulduğunda Hz. Peygamber'in şahsını
tahayyül etmek de bir nevi böyle bir râbıtadır.
Nitekim İmam Gazzâlî İhyâu
ulûmi'd-din'inde bu konuya işâret ederek şöyle demektedir:
«Tahıyyât'ta kalbine
Hz. Peygamber'i ve O'nun mübârek şahsını gelir, sonra esselâmü aleyke
eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtühü» de. Bu düşüncenin doğru olması
için, selâmının
sanki Hz. Peygamber'e ulaştığını ve O'nun da selâmına: «ve aleykümü's-selâm ve
rahmetullahi ve berekâtühü» diyerek karşılık verdiğini tahayyül el. (Gazzâli'den
kısaltılarak alınmıştır.)
Sevgi ve muhabbetten kaynaklanan kalbi râbıta, sahâbe,
tâbi'în ve tebe-i tâbi'în Hazretleri'nde zorlanmaksızın kendiliğinden meydana
geliyor, ayrıca onlara uyarıcı bir ikazda bulunulmuyordu. Araya uzun zamanın
girmesi, kalblerin lekelenmesi ve sevginin azalması sebebiyle Meşâyih, râbıta
konusunda mü ridlerini ikaz etme, nasıl yapılacağını açıklama mecbûriyeti duydular.
Halifeler, mürşidler sâliklerine kalblerin toparlama, lüzumsuz meşgalelerden
sıyırarak ma'nevî değerlerle meşgûl olmalarını sağlamak, mürşidleriyle istifâde
ve istifâzayı te'min için aralarındaki dostluğu geliştirmek maksadıyla râbıta
konusunda çalışmalarını istediler.
Sevginin sürekliliğini ifâde eden bu alâkaya
da râbıta adını verdiler. Çünkü aşk ve muhabbet sevenin kalbini sevgiliye
bağlar. Böylece ikisinin arasında ruhânî bir irtibat meydana gelir. Bu sebeple,
râbıta yolunu benimseyen tarikatlara «aşk ve muhabbet» tarikatı ve bu alâkaya
da «mensû biyet» adı verilmiştir.
Bu aşk ve bu sevgi, Allah'ın dışında başka
bir şeye değil yalnızca O'nun rızasına yönelik olmalıdır. Nitekim bir hadîs i
şerifde bu ilâhi sevginin yüceliğine işâret etmek üzere: «Amellerin en Allah için sevmek ve Allah için
buğzetmektir » buyurulmuştur.
Bu sevgi bağı kişinin kendi aklı ve irâdesiyle
gerçekleşir. Kişi böyle bir sevgi ve ilgiyi düşüncesinin neticesinde ve kendi
yararına seçer. Evlât sevgisine gelince bu tabi'i ve normal bir sevgidir.
Râbıta ile ilgili olan sevgi, seven ile sevilen arasındaki rûhâni bir alâkadan
sonra zaruri bir sevgiye dönüşür. Muhakkak râbıta ve muhabbet Rasûlüllah'a ulaştırıcı
bir vâsıta ve O'nun ma'nevi mirasçılarına uymayı sağlayan bir yoldur. Buna
nasıl karşı çıkılabilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır:
«De ki: İşte
benim yolum budur: Allah'a basiretle da'vet ederim. Ben ve bana uyanlar da
(böyledir). Allah'ı (ortaklardan) tenzih ederim, ben ortak koşanlardan değilim.»
(Yûsuf (12), 108)
Bu âyet-i kerimede Cenâb-ı Hakk, da'vet ve
irşâd konusunda, Hz. Peygamberimiz s.a.v. ile ma'nevî mirasçılarını müşterek kabûl ettiği açıkça
anlaşılmaktadır. Gerçek ma'nâda Hz. Peygamberimiz'e tâbi' olanlara duâ ve niyaz
kasdıyla salât ve selâm getirmek câiz olduğu gibi. böylelerine «tebeiyyet»
yoluyla râbıta etmek de câizdir. (Âlim kardeşimiz Bağdatlı Fasih Efendi'nin oldukça
faydalı olan Râbıta Risâlesi'nden alınmıştır.)
Edirne Müftîsi adıyla meşhûr
Muhammed Fevzi Efendi'nin, râbıtayı inkâr eden Seyyid Hoca'ya cevâben yazdığı
risâle bunlardan biridir. Molla Câmî'nin, Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdi'nin,
Abdülgani Nablûsi'nin, Hâdimi ve diğer ulemânın bu konu ile ilgili risâleleri vardır.
Buradaki bilgilerle iktifâ etmeyenler mezkûr risâlelere başvurabilirler.
SORU
:
Gerek hayatlarında, gerek ölümlerinden sonra peygamberler
veya velîlerden birini hatırlamak, düşünmek, onların şekillerini veya
rûhâniyetlerini kalbinde tahayyül ederek, onlann tavır ve davranışlarına bürünmeye
çalışmak, kalbi bir râbıta ile onlara sevgi duymak ve saygı göstermek, böylece
onlardan feyz almak, yardım talebinde bulunmak, çözümünde güçlük çektiği
konularda onların söz, tavır ve davranışlarından delâlet istemek dînen doğru
mudur?
CEVAP :
Doğrudur. Oldukça da güzel ve semereli bir
harekettir. Belki de mutlaka lâzım olan bir uygulamadır. Şeyh Muhammed
Bûsırî'nin : beytini, Harpûti, şerhinde şöyle yorumlamıştır.
Buradaki «Selem»den
murad, Dârü's-selâm cenneti veya günahlardan kurtuluş demektir. Buna göre
«Cirân»' dan maksad ise, peygamberler, velîler ve sâlihlerin rûhları ile
yapılan komşuluktur. Bunların komşuluğundan gâye, rûhlar âleminde onlarla
yapılacak komşuluk ve meydana gelecek yakınlaşmadır.
Nitekim bir hadîsi
şerifle: «Ruhlar
toplu olarak bulunan bir ordu gibidir. Orada tanışanlar, dünya hayatında
birbirine yakınlık duyar. Uyuşmayanlar ise dünyada derin bir ayrılığa düşer»
buyurulur. Bu açıklamalara göre beytin ma'nâsı: «Ruhlar âleminde Dârü's-Selâm'da
bulunan komşularını hatırlamaktan ve şimdi onlardan ayrı kalındığından mı kanlı
göz yaşı döküyorsun.
Çünkü o komşuların bulunduğu yer a'lâ-yı ılliyyindir»
şeklindedir. Diğer bir beyiti de Harpûtî şöyle açıklamaktadır: «Evet sevdiğimin
hayâli, ve sevgilime duyduğum muhabbet gece gelip beni uykudan uyandırdı.
Sevgilisini arzulayan kimsenin kalbi, sevdiğinin hayâli ve aşkıyla dolduğu
zaman, iki gözünden de uyku gider ve onlara hiç bir şey gizli kalmaz. Sevgi
ise, beraberinde getirdiği elemle, lezzet ve zevklere mâni duyar. «Peygamberlerin
hepsi, Rasûlüllah'ın irfan deryâsından bir avuç veya kerem yağmurundan bir
yudum su isterler beytini de şöyle açıklamaktadır: Beyitte Hz. Peygamber'e,
O'nun huzûrunda bulunmanın huşû' ve hudû'u artırması sebebiyle, sanki yüz yüzeymişçesine
hitâb edilmiştir. (Şerhu'l-'ıbâd
li-İbn-i Hacer)
İbn-i Abbâs radıyallahü anh tahiyyât'da «es-selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü» derken, kalb gözleri önünde Hz. Peygamber'i canlandırırdı. Kendisini Hz. Peygamber'e bağlamaya öylesine vermişti ki, aynaya baktığı böyle bir gün, kendisini değil Rasûlüllah'ı görmüştü. (İbn-i Hacer'in Şemâil Şerhi'nden kısaltılarak alınmıştır.) Zikreden kimsenin, zikrederken şeyhini hayâlin de canlandırması ve O'nun huzûrundaymışçasına zikretmesi, zikrin te'sirini artıran en önemli edeblerden biridir. (Şa'râni, Nefehâtü'I-kudsiyye)
Buhârî'nin Du'â Kitabı'nın sonlarında bulunan
Zikrullah'ın ve zikir meclislerinin fazileti bâbında şöyle bir nakil yer
almaktadır. «Zikredenlerin etrafında dönen meleklere Cenâb-ı Hakk şöyle hitâb
eder: «Sizi şâhid tutarak söylüyorum ki onları affettim. Muhakkak onları
bağışladım.» Huzûrda bulunan meleklerden birisi de «Onların arasında biri var.
Onlardan olmadığı halde bir ihtiyacını gidermek için aralarında bulunmaktadır.
Onu da mı affettin yâ ilâhi!» diye sormuş, Allah ü Te'âlâ cevâben «Onlar beni
zikretmek için toplanmış oturan kimselerdir. Onlarla oturan ve berâber olan
nasîbsiz kalamaz.» müjdesini vermiştir. (Bu hadis oldukça uzundur. Geniş bilgi
almak isteyenler bakabilirler.)
Diğer bir hadîs-i şerifte de: Cenâb-ı Hakk'a
tazarrû ve niyazda bulunurken, peygamberlerinden veya sâlih kullarından
birisini vesile edinmek du'ânın edeblerindendir» buyurulmuştur. (Hısnü'l-hasin'de
Buhâri'den rivâyet edilmiştir.) Râbıtanın üçüncü şekli müşâhede makamına
ulaşmış, Cenâb-ı Hakk'ın zâti sıfatlarının hakikatine ermiş olan şeyhlere
yapılan râbıtadır. «Görüldükleri zaman Allah'ı hatırlatırlar» hadîsi gereğince
görenlere Cenâb-ı Hakk'ı hatırlatır ve zikrin faydasına ulaştırırlar. «Onlar
Allah'ı zikretmek için toplanan kimseler..» hadisi gereğince de kendileriyle
sohbet, Cenâb-ı Hakk'- la sohbet lezzeti verir.
(Tâcü'd-din Efendi'nin
Tâciyyesi ile Abdülğani Nablûsi'nin şerhi'nden alınmıştır.)
SORU :
Düşünceye
ârız olan fikirleri defetmek veya diğer zamanlarda mürşide râbıta etmek doğru
ve güzel olduğu gibi,
namaz kılarken de, peygamberler veya Velilerden birini hatırlamak ve onları
düşünmek câiz ve doğru mudur?
CEVAP:
Namazın huzûr ve huşû'una mâni, dünyevi duygu
ve düşüncelerden kurtulmak maksadıyla yapılırsa câizdir. Namaz kılan kimse,
«tahiyyât» okurken: «es-selâmü aleyke eyyühennebiyyü..» diyerek Hz. Peygambere,
O'nu kalb gözlerinin önünde tahayyül ederek selâm verir, «es-selâmü aleynâ ve
ala 'ıbâdillâhi's-sâlihin.. » diyerek de Cenâb-ı Hakk'ın sâlih kullarına selâm verir.
Burada Hz. Peygamber ile sâlih kimselerin aynı şekilde zikredilmesi
düşündürücüdür. (Avârifü'lma'ârif
li's-Sühreverdi)
Namaza
durduğun zaman sen Allah ü Te'âlâ'ya yalvarır ve O'nun Rasûlü ile konuşur ve
«es-selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü..» dersin. Arap dili ve edebiyâtında «eyyühe'r-racül»
diye karşımızda bulunan kimseye hitap edilir. Yanımızda olmayana denmez. (Atâullah İskenderî, Tâcü'l-arûs)
Kalbine Hz. Peygamberi ve O'nun yüce şahsını getir,
sonra: «es-selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü..» de. (İhyâu ulûmi'd-dîn) Namazda, Hz. Peygamber'den başkasına selâm vermek
ve onun şekil ve sûretini hayâl etmek namazı bozar. Çünkü, gıyâbında
kendileriyle konuşabilme özelliği yalnızca makâm-ı mahmûd sâhibi ve Mutlak Vücûd'un
rûhi tecellilerine ermiş kişilere mahsûstur. (Mevlânâ Hâlid, Rabıta Risalesi)
İhtimal bu cümlenin ma'nâsı: «Tahiyyâtta es-selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü..» derken Hz.
Peygamber'in değil de bir başkasının şekil ve sûretini tahayyül etmenin doğru
olmadığı şeklindedir. Bu mümkün olmadığı takdirde, huşû' ve huzûru elde etmek
için namazda, evliyâullahdan birinin şekil ve sûretini canlandırmak, onun
huzûrundaymış veya onun kıldığı gibi namaz kılmaya çalışmak şer'an güzel,
meşrû' ve arzû edilen bir davranıştır.
Nitekim İmam Gazzâlî İhyâ'nın Huşû'
bâbında şöyle demektedir. «Namazında huşû'u bulamayan ve huzûra eremeyen kimse,
kendisinin yanıbaşında, önünde veya ardında sâlih bir kimsenin bulunduğunu
farzetsin. Bu şeyhi, üstâdı veya kendisinden utandığı ve saygı duyduğu bir kişi
olsun. Sanki o zât, kendisine bakıyor, davranışlarını ve namazını ta'kib ediyor
gibi rükû'unu, secdesini, huşû'- ünu ve huzûrunu tamamlasın. (Geniş bilgi için
İhyâu ulûm'a bkz.) «Yakın akrabalarından olan sâlih iki kişiden utandığın gibi
Allah'tan utan.», «Sâlih kimselerin anıldığı meclislere ilâhi rahmet iner.»
hadis-i şerifleri de bu konuya işâret etmektedir.
Hâl böyle olunca zikri ile emrolunduğumuz
sâlih kimseleri hatırlama ve onları düşünme nasıl doğru karşılanmaz? Cenâb-ı
Hakk'ın Fâtiha sûresi'nde: «Yâ Rabb! bizi ni'met verdiğin kimselerin yoluna
ilet» diye tavsif ettiği, «es-selâmü aleynâ ve alâ ıbâdillâhi's-sâlihîn..» şeklinde
selâm verdiğimiz sâlih zâtları zikretmek, onları düşünmek nasıl câiz olmaz?
Aksine biz onlarla birlikte bulunmak ve zikretmekle emrolunduk. Zamirlerin teveccüh
yönü ve dönüş yeri bilinmeden ve ma'- nâsını düşünmeden: «es-selâmü aleynâ ve
alâ ıbâdillâhi's- sâlihin» diye kuru-kuruya okumak olur mu? Bunu söylerken biz
onları düşünür, tahayyül eder ve büyük bir
sevgi ve saygı ile hatırlarız.
Aynı şekilde «Eüzü billâhi
mine'ş-şeytâni'r-racim» derken şeytanı, «gayri'1-mağdübi aleyhim..» derken de
yahûdi ve hristiyanlan, bir düşmanlık ve kin duygusu ile anarız. Onların adı
zikredilince, pis, çirkin suratlarını kin, nefret ve düşmanlık duygusu ile
hayâl ederiz. Bu konularda düşündüklerim bu kadar, işin doğrusunu Allah bilir. Zikreden
kimsenin Cenâb-ı Hakk hakkındaki düşüncelerini gayr-ı meşrû fikirler işgâl etse
bile, Allah onun zihnini, kendi vekili ve nâibine çevirir de, zâkir böylece
menfî fikirlerin etkisinden emin olur. Bu da râbıta'nın faydalarındandır.
Cenâb-ı Hakk'ın yeryüzünde yarattığı ni'metleri, arz ve semânın yaratılışı üzerinde
düşünmek câiz oluyor ve teşvik ediliyor da, mahlûkâtın en faziletlisi, O'nun
ni'metlerinin en yücesi olan Hz. Peygamber ile, her biri dinin hidâyet rehberleri
olan halife ve tâbilerini zikretmek, tefekkür etmek nasıl doğru karşılanmıyor.
Halbuki bunları tefekkür, diğerlerinden kat - kat daha semereli ve faydalıdır. (Fasîh Efendi'nin Râbıta Risâlesi)
Aynı şekilde Hz. Peygamber duâ ve
niyazlarında Ebû Cehil, Übeyy b. Halef ve Utbe'ye la'net eder, onlara bed-duâ okurdu.
Ashâb-ı kirâm da filân, filân, filân kimseye selâm olsun derlerdi..
SORU :
Yukarıdan beri anlatılagelen Râbıta-i Şerife, yalnızca Nakş-bendiyye
Tarikatına mı mahsûstur? Diğer tarikatlarda da bu uygulama var mıdır? Böyle bir
uygulamaya «Râbıta» adının verilmesi eskiden beri kullanılmakta mıdır?
CEVAP:
Bütün tarikatların vazgeçilmez rükünlerinden
biri, Şeyhe muhabbet ve mürşide râbıta etmektir. Bu ta'bîr, öteden beri
kullanılmaktadır. Hattâ Arabistan' da bütün tarikat erbâbına «Murâbıtin» adı
verilmek tedir. Şeyh Sühreverdî, Avârifü'l-ma'ârifin 51. bâbında şöyle
anlatmaktadır:
Şeyh Abdülkâdir Gilâni Hazretleri'nin bir davranışını duydum.
Kendisini ziyârete mürîdlerinden biri geldiği zaman, onu karşılamak için dışarıya
çıkmaz, yalnızca kapıyı açar, onunla musâfaha eder, selâmını alır, berâber
oturmadan, halvetine çekilirdi. Eğer gelen, mürîdlerinden olmayan yabancı biri
ise onu kapı dışına kadar karşılamaya çı kar, içeri alır ve onunla birlikte
otururdu. Mürîdlerinden bazıları, şeyhlerinin bu davranışını tenkîd etmeğe ve
doğru bulmamaya başladılar. Onların bu tutumu Abdülkâdir Gîlânî'ye ulaşınca,
cevâben şöyle dedi: Bizim dervişlerle olan râbıtamız, kalbi bir irtibat olduğu
için, onlarla yalnız kalblerin uyuşması ve karşı karşıya gelmesiyle yetiniriz.
Ama gelen bizim bağlılarımızın dışında birisi ise, ona karşı zâhiri
davranışların hakkını vermeye ve onu incitip ürkütmemeye çalışırız. O yüzden
onlarla zâhiren biraz daha fazla ilgileniriz. (Sühreverdî, Avârifü'l-ma'ârif)
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Mesnevi-i Şerîf'indeki farsça bir
beyitte me'âlen şöyle demektedir: «Allah'ın
ve Rasûlü'nün ahlâkı ile ahlâklanmış», Cenâb-ı
Hakk'ın kendilerini beşeri varlıklarından fâni ve kendisiyle bâkî kıldığı
peygamber ve velilerinin dışında başka şeylere yönelik her türlü râbıta,
irtibât ve alâka, seven ile sevilen, tâlib ile matlûb arasında engelleyici bir
perde ve bir mâniadır. Ancak peygamberler veya
velilerden birine yapılan râbıta, sâhibini diğer alâkalardan koparır. Başka
ilgilerden kurtarır. Râbıta, kıyâmete kadar devam edecek olan peygamberlere has
bir mu'cize, O'nun halîfelerinden olan kâmil mürşidlerin ve sâliklerinin
kalblerinde dâimi olarak yenilenen bir kerâmettir. «Eğer rûh üzerinde doğrudan
te'- sîr yapacak bir şey ararsan, râbıta bunu gizlice fakat devamlı olarak
te'mîn edebilir.» (Mesnevi)
İnsanları Allah'a, peygamberlere ve
velilerine götüren râbıtadan daha kestirme bir yol yoktur. Molla Câmi Hâdimi de
meşhûr Risâlesi'nde bu konulara geniş bir şekilde temas etmiştir. Necmüddin-i
Kübrâ ise bu husûsa işâret etmek üzere şöyle demektedir: Ma'nevi terakki ile
istifâza ve istifâde için kalbi şeyhe bağlamak, onunla ma'nevi bir alâka ve
yakınlık içinde bulunmak en önemli unsurlardan biridir. Aksi halde mürîd,
halvetin semerelerini elde edemez. Kalb aynasını parlatamaz. Bunların
verimliliği için râbıta vazgeçilmez bir bağdır. Biz bunu tecrübe ettik. Netice
hâsıl ettiğini de gördük.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadi de râbıtaya şöyle bir yorum getirmektedir:
Tarikat telkini ve intisâb merâsiminin sırrı, müntesibin silsile yoluyla Allah
ve Rasûlüne bağlantı kurmasıdır. Telkin ile böyle bir tarikat silsilesine giren
kimsenin en ufak hareketi, aradaki kalbi irtibat ve silsile sayesinde Hz.
Peygamber'e, oradan da Cenâb-ı Hakk'a ulaşır. Silsileye intisâb ile dâhil olmayan
kimse onlardan sayılmaz. Onun hareketine evliyâullah'ın rûhâniyyetinden bir
cevap verilmez. Tarikatlarda sahih bir nesebe sâhib olmayan kimse yitik sayılır demişlerdir. Bu konuda
meşâyih icmâ' etmiştir.
Gümüşhânevi Ahmed Zıyâüddin, Câmi'u'1-usûlünde râbıtayı
şöyle açıklamaktadır: Râbıtanın üçüncü şekli kâmil bir şeyhe duyulan sevgi ile
onun sohbet ve hizmetinde bulunmaktır. Öyle ki, bir mürid şeyhine asla itiraz
etmeyecek, hiçbir emrine karşı çıkmayacak ve ona: «Ğassâl elindeki meyyir» gibi
teslim olacaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak: «Hızır aleyhisselâm Hz. Mûsa'ya: O halde
eğer bana tâbi olursan, ben sana (sırrını) anlatıncaya kadar (yaptığım hiçbir
şey hakkında bana soru sorma) .» (el-Kehf
(18), 70) âyet-i kerimesinde bu
teslimiyetin ölçüsünü göstermektedir.
Bu sevgi ve irtibat, müridin kalbini,
zâti sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşâkede makâmına ermiş bir şeyhe bağlamak,
onun şekil ve sûretini huzûrunda ve gıyâbında hayâlen canlı tutmaktan ibârettir.
Zira böyle kimseler: «Gördüklerinde Allah'ı hatırlatan», kendileriyle
bulunanları salâha erdiren yüce şahsiyetlerdir. Şeyh, Allah Rasûlü'nün
kalbinden üzerine feyz ve nûr inen bir oluk gibidir.
Hz. Peygamber büyük bir
nûr okyanusudur. Müridin kalbi nûrânî küçük bir havuz.. Meşâyihın kalbi ise
kıyısı olan bir denize benzer. Allah katından ilâhi feyz ve bereketler Hz.
Peygamber'in kalbine, oradan silsiledeki şeyhler vâsıtasıyla mürşidine, oradan
da müridin kalbine iner. Zikir esnâsında bir fütûr ârız olursa mürid, «Sâdıklarla beraber olun» âyeti ve «Kişi sevdiği ile berâberdir» hadîsi gereğince şeyhini hatırlasın. Onun şekil ve sûretini
hayâlinde canlandırsın. Müridin şeyhinde fâni olması, kendi tavır ve
davranışını yitirerek, şeyhinin tavrına bürünmesi, Rasûlüllah'da fenâ'ya
başlangıç, Rasûlüllah'da fenâ ve O'nun ahlâ kıyla
ahlâklanmak da Allah'ta fenânın başlangıcıdır. Şeyh'de fenâ olmak demek, onun
ahlâkı ile ahlâklanmak ve onun özellik ve güzelliklerini elde etmek demektir. Fenâ,
mürîdleri Allah'a ulaştırıcı müstakil bir yoldur. (Şa'râni'nin Hadîkası)
Eğer râbıta ile muhabbet arasındaki fark
nedir? diye sorarsan, «Bunlar biri bulununca diğerinin de zaruri olarak
bulunması gereken şey» diye cevap veririm. İsmail Hakkı Bursevî Râbıta'yi,
hakîki râbıta ve tabi'î râbıta olmak üzere ikiye ayırmakta ve şöyle izah
etmektedir. Evliyâ ve enbiyâya duyulan muhabbet râbıta-i hakk, evlât, akraba,
eş ve dosta duyulan sevgi de râbıta- i tabi'idir. er-Rûm süresi'nin 21. âyeti
bu tabi'î râbıtaya şöyle işaret etmektedir: «O'nun âyetlerinden biri de,
kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve
aranıza sevgi ve merhamet koyması (arada bir akrabalık bağı olmaksızın sizleri
yakınlaştırması) 'dır. Düşünen bir kavim için ibretler vardır.» (Rûhü'l-beyân)